Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz.

Bizi zem eyleyene rahmet eyle.

MUHABBETTEN MUHAMMED OLDU HÂSIL, MUHAMMEDSİZ MUHABBETTEN NE HASIL?

İSLAMIN LİDERİ YİNE TÜRKİYE OLACAK. BUGÜNKÜ MÜSLÜMANA BAKARSAN OLMAZ GÖRÜNÜR AMMA OLACAK BENİM SULTANIM.
                                                                                                                                                             MUSA BAŞTÜRK (DEDE PAŞA HZ.)             

 ‘’Yakın tarihte İslami bir hâkimiyet olacak, tüm yeryüzü İslam’a dönecek ve İslam’ın başkenti Türkiye olacak, bu topraklar olacak, reisi burası olacak.’’ Abdurrahim Reyhan Hz.


BÜYÜK DÜŞMANIMIZ NEFSİ EMMARE
TAKMIŞ KEMENDİNİ CEZBEDER NARE
CEHDET Kİ BULASIN SEN SANA ÇARE
ELLERİN AYBINI GÖZLEME GARDAŞ.
TASAVVUF

SALİH BABA DİVANI

 Ö  N  S  Ö  Z

 "Medh-i nakış nakkâşa râcîdir." denilmiştir. Bu ifade, esere değil, o eseri meydana getirene teveccüh edilmesini, asıl eser sahibi olanın kutlanmasını işaret etmektedir. Çok güzel yapılmış bir resmi değil, o resmi yapanı methetmek gerektiğini, sadece resmi methetmenin ise, aslında o resmi yapan ressamı, nakkâşı övmek demek olacağını anlatan bu ifadeden hareket edersek, bilinip nakledilen kadarıyla, Sâlih Baba Hazretlerini anlatıp tanıtabilmek için -bir nakışa benzetirsek üfleyenin, nasıl üflendiyse öyle ses veren kavala benzetirsek - yani, Sâlih Baba'ya şekil, renk, âhenk ve mâna veren o benzersiz usta sanatkârları anlatmakla bu önsöze başlamak istiyoruz.

Bu sebeple, gerek Sâlih Baba Hazretlerini anlatmanın, gerekse himmet ve zuhurat eseri bulunan divanının mahiyet ve mânâsını izah edebilmenin, ancak bu mânâyı nakşeden mânâ erlerinin -serpinti halinde ve fotoğraf tesbiti şeklindeki görüntülerini- nakiller destesi içindeki hatıra, emir ve tavsiyeleri hâlinde kaydetmemiz gerekmektedir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hâtemü'l-Enbiyâ Efendimizin mağara ve hicret arkadaşı, gökde Atik ve yerde Sıddık olan müşavir ve halifesi Ebubekir Sıddık Efendimizden sonra TARİK-Î SIDDIKİ, Bayezid-i Bestâmî Hazretlerinden sonra TARİK-Î TAYFURİYE, Şeyhü'l-Meşayih Abdülhâlik Gücdevani Hazretlerinden sonra TARİK-Î HÂCEGÂN, feyizli ve nurlu tarikatın imamı bulunan Şâh-ı Nakşibend Efendimizden bu yana da TARİK-Î NAKŞÎBENDİ isimleri ile anılmış olan şânı yüksek ve hükmü kıyamete kadar bâkî Nakşi tarikatı; zaman icabı muhtelif kollara ayrılmış ve maneviyatın bu askerî sisteminin gerektirdiği şekilde, bu kollar muhtelif islâmi bölgelerde kümelenmiştir.

Ahrâriye, Müceddidiye, Naciye, Mazhariye, Muradiye, Kasaniye ve Hâlidiye gibi kollar içinde en geniş ve yaygın olan kolun kurucusu Nakşilik bünyesinde Kâdiriliği de -yemek içindeki tad ve lezzet gibi- derc eden, son zamanın müceddidi, Mürşidi Sekaleyn Mevlânâ Ziyaeddin Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'dir. Paşa Hazretlerinin ifadesiyle "Yevmiye gün için bir halifesi bulunan" yani üçyüzaltmışbeş halife yetiştiren bu yüksek mürşidin kurduğu Halidî kolunun, böylece, üçyüzaltmışbeş şûbesi olduğu âşikârdır. Zâhirin tedbir ve genişleyen teşkilatlanmasına eş tedbir ve teşkilatı hemen kuran mâneviyat idaresi de, böylece, askerî sistemini genişletip kendi sevk ü idaresi içerisinde kendi ihtisaslaşmış sınıf ve şubelerini teşkil etmektedir.

1775 milâdide Bağdat yakınındaki Şehr-i Zur'un Karadağ kasabasında Hz. Osman soyundan doğmuş, zâhir ilimlerinin tamamını en mükemmel şekilde ikmal edip önce Kâdirî'den hilâfet almış ve Abdullah-ı Dehlevî Hazretlerinin yüksek tasarruf ve çekişi ile yaya olarak Hindistan'a giderek bir yıllık bir hizmetten sonra en yüksek mânevî makamlara erdiği müjdesi ile Nakşî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Ceştî tariklerinden hilâfet alıp önce, Bağdat'a sonra da Şam'a yerleşmiş ve:

- Git her istediğini sana verdim, denilerek ve zâhire de hükmü geçen bir bâtın sultanı olarak Nakşîliğe yeni bir şekil verip yeni ve hususi bir ruh ilâve etmiştir.

Bizim ibadet ve evrâdımızda yaptığı tecdid (müceddid olarak yapılanlar) ile büyüklüğü anlaşılan ve hükmü yürüyen bu ulu pîr, 1826 milâdîde Şam'da taundan vefat edip Sâlihiye mahallesindeki şehre hâkim tepenin üzerindeki zeytin, incir ve çiçek ve meyvesi hiç eksilmeyen nar ağaçları altından geçilen nurlu türbeye defnedilmiştir.

Tam isim ve şerecesi şöyledir: Ebü'l Baha Eş-şeyh Ziyaeddin Mevlânâ Hâlid bin Ahmed bin Hüseyinü'l-Os-mânîyü'ş-Şâfiiyyü'ş-Şehri Zurî.. Altı Parmak denilen Pir Mi-kâil torunlarındandır.

Ahlâk-ı hamide ve kerîmü'n-nefs sahibi bu mürşidin menakibi, Şeyh Muhammed bin Süleymânü'l-Bağdâdî hazretlerinin "Hadîkatü'n-Nediyye ve'l-Behcetü'l-Hâlidiyye" isimli eseri ile yeni harflerle "Mecdi Tâlid Tercümesi" olarak yayınlanan Seyyid İbrahim Fasih Hazretlerinin "El Mecdü'd-Tâlid fi menakıb-ı Şeyh Hâlid" isimli eserlerde teferruatı ile kaydedilmiş ve halifelerinin bir kısmı da zikredilmiştir.

Zâhir ve bâtın ilimlerindeki ekmeliyeti tasdik edilen bu zülcenaheyn büyüğün, Makâmât-ı Hariri Şerhi, Şerh-i Hadis, Farisi dilindeki Akaidü'l-İslâm, Akaid-i Nesefiye Talikâtı, İrade-i Cüz'iye Risalesi, Râbıta Risalesi ve ekserisi Farsça olan Âşıkâne Divânı, bilinen başlıca eserleridir.

Cenabı Hak derece ve kadrini yüceltip himmetini bizlere ulaştırsın.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin ilim ve tahsil arkadaşı olan ve Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri Hazretleriyle de amca-yeğen bulunan Seyyid Abdullah Hazretleri, Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerinin torunlarındandır. Halid-i Bağdâdî Hazretlerinin Abdullah Dehlevî Hazretlerine hizmet için yola çıkışında da ona arkadaş olmuş ve Delhi'ye birlikte ve yine arkadaş olarak gitmeye kararlı olarak seyahata başlamışlar. İran Azerbaycanı'na gelirken, bazı müşkülâtla karşılaşmışlar. Aralarında şöyle bir karara varmışlar: İki kişi olarak Delhi'ye gitmelerine maddî engeller var. İçlerinden birisi giderse, ikisinin de tedarikini alıp gidecek... Kim de oraya giderse, oradan aldığı feyiz ve manevi tecellilere öbürü de ortak olup o da bu mirastan hisse alacak... Kur'aya karar vermişlerken, Seyyid Abdullah Hazretleri, kendi yaşının ilerlemiş olduğunu, genç ve sıhhatli bulunan Halid-i Bağdâdî'nin gitmesinin daha münasip olacağını düşünerek arkadaşının alacağı nisbetteki hissesinin bâkî ve mahfuz olması şartını hatırlatarak gitmekten feragat ettiğini ifade etmiş. Böylece Delhi'ye gidip kısa bir müddet sonra bütün nisbetleri toplayarak Bağdat'a dönen Hâlidi Bağdâdi Hazretleri de, makamına kâim olup yüce mücedditlik mertebesine ulaşınca, ilim, yol ve kavil arkadaşıyla olan ahitlerine tamamiyle uyup Seyyid Abdullah Hazretlerini de -bizim araştırmalarımıza rağmen künhüne vâkıf olamadığımız bir şekilde- devlet ve saltanatına ortak etmiş. Silsile-i şerifte "Menbai'l-hilmi ve nûri'z-zulâmi el-hâdî beyne'l-aşâiri ve'l akvâm Hazret-i Sirâcüddîn min halef-i seyyid'il-enâm" ifadeleri ile anılan Mevlânâ Es-seyyid Abdullah Hazretleri, asıl mânâsında bir tarîkat piri ve mürşidi olmadığı, halife ve bağlısı bulunmadığı halde, en yüksek makam ve mertebelerin nimet ortağı olmuş. Silsiledeki yeri böylece bir akit ve taahhüt ortağı, bir nisbet aksi, lâhikası şeklinde emsali bulunmayan bir manevî emanet olarak, nisbeti devam ettirici değil de bir özel nâiblik hâli şeklindedir... Mübarek kabirleri, yeğeni ve nisbetin vârisi olarak Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin hususi muhabbetini taşıyıcı halifesi bulunan Seyyid Tâhâ Hazretleri'nin kabri ile yanyana Şemdinli'nin Nehri köyündedir.

Seyyid Abdullah Hazretleri, biraderzadesi, yani yeğeni olan ve yüksek ilim ve üstün ahlâkı ile etrafına ışık saçan Seyyid Tâhâ Hazretlerinden Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerine bahsedince, yanına getirmesini istiyor. Görüşüp buluşmalarından sonra da bir daha ayrılmayacak olan bağlılıkları kurulup hilâfete nail olması ve özel bir şûbe ile ve ayrı bir nisbetin vârisi hâlinde Şemdinli'de irşada başlıyor. Öyle ki İran Şâhı'nın iltifat ve bağışlarını "Osmanlı mülkünün sakini olmam, sizin bağışladığınız kasabaları almamamı gerektirir" diyerek reddediyor. Bu hadiselerin duyulmasından sonra İstanbul'a çağrılarak İran Şâhı'nın gönderdiği diğer hediyeleri devrin pâdişahı Abdülmecid'e takdim edip iltifatına nâil oluyor.

İlim, takvâ ve ma'rifette üstün kemâllerin sahibi bulunan Seyyid Tâhâ Hazretlerinin, zamanının irşad ve medar kutbu olduğu silsile-i şerifte kayıtlıdır.

Sohbeti sükût ile olduğu, onun sükûtundan sohbet nimetlerinin kemâliyle hâsıl olduğu nakledilmiştir. Bir şey sorulunca cevap verir, bunun haricinde sohbeti sükût ile olurmuş.

Birkaç keçiden başka varlığı olmayan bir köylü Van'a gelişlerinin birinde Seyyid Tâhâ'ya intisap etmiş. Bir müddet sonra, bir kaza neticesinde keçilerden çoğu telef olmuş. Adamın karısı da "Bize bu tesbih uğur getirmedi, git de sahibine iade et" diye teşvik etmesi üzerine huzura gelerek:

- Seyda, gurban, bu tesbih bize uğurlu gelmedi, keçiler telefoldu. Ben bu işten vazgeçeceğim, diyor. Tahâ-yi Hakkarî Hazretleri:

- Sen bilirsin, diyor ve köylü gidiyor. Aradan yıllar geçiyor. İçlerinde pekçok âlim de bulunan bir cemaate namaz kıldırmakta iken birdenbire el ve kolunu sallayarak:

- Defol, diye bir harekette bulunuyor. Namazdan sonra, cemaatten mahrem bir mürid:

- Seyda, bu ne hâldir, namaz fâsit olmadı mı? deyince:

- Eskiden, filân zamanda birisi Van'da bizden ders almıştı ya, keçileri telefolunca da tesbihini iade etmişti. İşte o zât hâlet-i nezide, tam ruh teslim edeceği zaman şeytan imanına musallat olmuş, onu îmandan mahrum olarak dâr-ı bekâya gönderiyordu. O hareketle mel'unu defedip onun ikrar ile gitmesine sebep oldum. Hareketim ihtiyarsız olduğundan, namazımız fâsit olmamıştır, buyurmuştur.

- Seyda, bu zât nisbetini muhafaza etmemiş, ikrarını iade etmemiş midir? denilince de

- Evet, bize bağlılığı yoktu ama, birkaç gün olsun hizmette bulundu... Teşehhüd miktarı da olsa bizimle sohbet edip bir müddet de hizmeti oldu.. Cenab-ı Hak lütfedip onun tehlikede olduğunu bize gösterdi... Yolumuza lâyık olan budur ki biz de onu şeytanın şerrinden kurtaralım.

Bir an sohbette bulunup birkaç gün hizmet edene böyle imanla gitmeyi bahşedenlerin, gücü yettiği nisbette hizmetini son nefesine kadar devam ettirenlere nasıl bir lütufta bulunacaklarını kıyas etmemiz icabediyor.

Böyle bir büyüğü bütün kemâlleri ile anlatmak imkânsız. Esasen büyüklerin nisbetlerini devam ettirenleri anlatmak da, o büyüğü methetmek demek olduğunu baş tarafta söylemiştik. Bu sebeple, zamanımıza biraz daha yakın yerde yaşamış olan Seyyid Sıbgatullah Hazretlerinden de birkaç cümle ile bahsetmeliyiz:

Seyyid Tâhâ'nın sayısı çok olan halifeleri arasında "Kardeşim Sâlih kâmildir, o herkesin başıdır" diye hatme ve teveccühü yapmasını emrettiği biraderi Sâlih Hazretlerinden sonraki ekmel vekili ve Gavs-ı A'zam olarak şöhreti hâlâ devam edeni Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî Hazretleri'dir. Seyyid Tâhâ Hazretleri Van'a teşrif edince, Abdülhakîm Hazretlerinin baba dedesi olan Seyyid Muhammed'in evinde misafir olurdu. Seyyid Muhammed'in biraderi Lütfi'nin oğlu olan Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî de işte bu misafirlikte Hizan'dan Van'a gelişinde intisap etmiş ve çok kısa zamanda kemâle ulaşmıştır.

Hilâfetinden sonra, kendisinin yüzlerce talebesi ile birlikte ilkbahar ve sonbaharda bir hamal tutup Nehri'ye şeyhini ziyarete giderdi. Bir ayağı aksak olduğundan, bir hamalın yardımı ile yolculuk yapabiliyordu.

Ziyarete gittiği bir seferde, amcası Molla Abdülhamid'in oğlu Seyyid Fehim Hazretlerini de beraber götürmüş, Seyyid Tâhâ'ya intisab eden Fehim Hazretleri de Seyyid Sâlih'in vefâtından sonra hilâfetle şereflenerek ayrı bir şûbenin kolbaşısı olmuştur.

Sıbgatullâh-i Arvâsî Hazretleri'nin ilim ve kemâl sahibi iken intisabeden üç halifesinden ilki, Molla Hâlid-i Olakî, ikincisi Molla Hâlid'in ilimdeki talebesi Abdurrahman-ı Meczub, üçüncüsü de nisbetin devamlı yürütücüsü ve son zamanın müceddidi büyük tasavvuf âlimi Abdurrahmân-ıTagî Hazretleridir.

Hizan'ın Gayda köyüne bir meşâyihin geldiği şâyi olunca, o civarda geniş ve derin ilmî vukuf ve otoritesi ile tanınmış âlimlerin başı olan Molla Hâlid-i Olakî, etrafında ilim adamları ile Bey ve Ağaları toplayarak Gavs Hazretlerini imtihan etmek üzere o zaman Kölât'da bulunmakta olan Seydâ'nın yanına gidiyor. İlimde rüsuh kazanıp deniz gibi olmuş (mütebahhir) âlimlerle vehbî ilim sahiplerinin cevap verebileceği oniki sual hazırlayıp etrafındaki eşraf ile huzura giriyorlar. İkram faslından sonra Gavs Hazretleri orada mevcut olan bir bağlısına hitaben başlıyor sohbet etmeye: Bir zaman âlimin biri, meşâyihden birini imtihan kasdiyle oniki sual hazırlamış. Birinci sual şöyleymiş, cevabı da böyle imiş, ikinci sual şu, cevabı da bu imiş diye Molla'nın soracağı sualleri daha o sormadan cevaplandırmaya başlamış. Molla Hâlid cevapları çok beğenmiş ama, kendi suallerinin de aynı olmasını -içinde tereddüt hâsıl olmasına rağmen- yine de tesadüftür diye ihtimale bırakmış. Böyle böyle hazırladığı suallerin sırası ile yedincisinin de cevabını pek mükemmel bir şekilde alan Molla Hâlid oraya düşüp bayılmış... Ayıldıktan sonra da Gavs'ın ellerine sarılıp velâyet kemâli ile mürşitlik kudretini tasdik ederek:

- Efendim, bu oniki suali hazırladığımda, bunların cevabını ancak çok yüksek dereceli velîlerin verebileceğini düşünmüştüm. Sualleri sormadan cevabını veren zâtın büyüklüğünü dil tariften âcizdir deyip özürler dileyerek bağlanmış ve yanındakilere de:

- Ben burada hizmet için kalacağım, isteyen gitsin, demiştir. Bir ay kadar Gavs'ın yanında kalan Molla Hâlid, cemaate namaz kıldırmakla vazifelendirilmiş... Bir akşam namazına dururken, "Gavs-ı A'zam olanlar, ilim ve hafızayı silermiş, acaba Sıbgatullah Hazretleri gerçekten Gavs-ı A'zam mıdır?" diye gönlünden geçirip tekbir alarak namaza başlamış. İlimde icazet veren ve fetvada Mısır'dan bu yana olan yerlerdeki soruları üstün ilim ve firaseti ile halleden bir fetva emini olan Molla Hâlid-i Olakî, cehren okumaya başlayacağı Fatiha-yı Şerifi bir türlü hatırlayıp okuyamamış. Tekrarladıkça hatırına bir harf bile gelmemiş. Neticede elinden tutup Gavs Hazretlerini imamete geçirip dışarı çıkarak Farsça uzun beyitlerini okuyup bu beyitlerle Seyda'nın Gavsiyyetini beyan etmiş. Böylece, çok meşayihlerin müritlerinin muhabbet ve mürid edebi gereğince, himmeti ona göre olsun diye bilitizam söyledikleri şekilde (Kutbü'z-zaman, Gavs-ı A'zam) şeklinde değil de tecrübe ve ilmî süzgeçten geçirerek, tahkik ile Seyda'nın Gavsiyyetini ilme'l-yakîn anlamış bulunuyor. Gavs-ı A'zam'ın Molla Hâlid-i Olakî'nin topladığı Minah isimli bir eseri mevcuttur.

Seyyid Sıbgatullah Hazretlerinin doğum ve vefat tarihlerini tesbit edemedik. Mübarek kabirleri, Hizan'ın Gayda köyü kenarında, bir meşe ağacının altındadır. Fotoğrafta açıkça görüldüğü gibi latin harfleriyle aynen "Gavs Seyit Sıbgatullah" kitabesi okunmakta meşayih ve âlimlere has olan sikke ve işaretlerle Kur'ân alfabesi ile başka herhangi bir ibare de kabir taşında bulunmamaktadır.(*)

Abdurrahman-ı Tagî Hazretleri, Hizan'ın Tag Köyünden. Önceleri Seyyid İbrahim-i Çirçâkî isimli Kâdirî şeyhinin halîfesi. O zaman Gavs-ı A'zam'ın şöhretininin yayıldığı bir devir. Gavs'a bağlı bir derviş arasıra Abdurrahman-ı Tagî ile görüşüp konuşuyor. Bir gün dervişe Seyda-yı Tagî soruyor: "Senin gidip geldiğin zât nasıl bir kimsedir, keşfi kerameti var mıdır?" İstihza ile söylenen bu sözlere karşı ümmî olan derviş diyor ki: "Bu Kölât Çayını geçince benim şeyhimin feyzi nasıldır görür ve bu alaydan vazgeçersin." Bunun üzerine işi te'vile kalkıp, "Yok, ben keşfi, kerameti var mıdır diye sormuştum. Bir daha gidersen ben de seninle geleyim" deyip kendi şeyhi İbrahim-i Çirçâkî'ye de vaziyeti anlatıyor. O zât da, "Bizim vazifemiz müslümanlara hizmettir, hizmet yolunu kapamak değil, git onların elini öpüp, hayır duasını al" buyuruyor. Dervişle birlikte yola çıkıp şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı bir tarikatın şeyhini görmeye gidiyor. Kölât Çayını geçince içinde bazı hallerin hâsıl olduğunu farkederek dervişin keşif sahibi olduğunu anlıyor. Bir akşam namazında Gavs-ı cemaatle buluyor. Kendisi bu hâli "Bu cemaat ancak melekler içinde olabilir, bana öyle tesir etti ki Gavs'ı görür görmez hemen ona bağlandım" diye ifade etmiştir. Öyle bağlanıyor ki artık onu görmeden duramıyor. Evine dönünce ayrıldığı için içi yanar ve bu muhabbet kendisini alev alev sararmış. Gidip yanında kalmayı da istirahatine mâni olur diye yapamaz, çok defa onun odasında dışarı bakan küçük pencere önünde elpençe durur, sabaha kadar kıpırdamadan bekler, kar üzerini kapatırmış. Sabahleyin karı açacak olan "karcı" ya Şeyh Hazretleri "Dikkatli olun, karşıdaki kar yığını değil Molla Abdurrahman(Tagî)dir" diye ikazda bulunurmuş. Böylesine bir bağlılık ve muhabbet... Seydâ bu muhabbetle mahbub olup makbul olmuş ve neticede "Kutbü'l-ârifin" olmuştur.

Bir gün Gavs Hazretleri, üç halifesi de mevcut iken: "Cenab-ı Hak şu anda bizim bütün isteklerimizi kabul buyurur. Sizlerin dilekleriniz nedir?" Molla Hâlid-i Olakî "Benim dileğim şudur: Ömrüm sonuna kadar ilim dersi vereyim ve ölümüm şehitlikle olsun", "senin dileğin oldu" buyuruyor Şeyh Hazretleri..

Abdurrahman-ı Meczub da şöyle dilekte bulunuyor: "Allah bu aşk ve cezbeyi benden kesmesin", "Senin ki de oldu" buyuruyor... Abdurrahman-ı Tagî'ye sıra gelince "Rabbimden dileğim, kıyamete kadar ailemden ve neslimden ilim adamlarının eksik olmamasıdır..." Gavs-ı A'zam  Hazretleri "Seninki de oldu" buyuruyor...

Üçü de yerine gelen bu dilekler şöyle tahakkuk ediyor: Molla Hâlid 93 Rus harbinde, yaşlanmış bir halde, bir düşman süvari birliğine yalın-kılıç hücuma geçiyor, bu savlet sonunda şehadet rütbesine ulaşıyor. Bütün aramalara rağmen mübarek cesedi bulunamıyor...

Abdurrahman-ı Meczub da aşkı muhabbeti hiç kesilip azalmadan devam ederek cezbe ve istiğrak hâli ile dâr-ı bekâya ulaşıyor.

Abdurrahman-ı Tagî'nin ise, kızından olan nesl-i necîbi, yani damadı ve halifesi Şeyh Fethullah'ın  sulbünden hâsıl olan evlâtları hem zâhirde hem bâtında ilim ve tasavvufu bir arada cemetmiş olarak o zamandan beri devam edip gelmektedir. Paşa Hazretleri, onların satır ve sadır ilminin ikisini de hiç bozulmadan taşımakta olduklarını ifade etmişlerdir. Hatta onların erkek evlâtlarının oniki ilmi okuyup icazet almadan memleket dışına çıkarılmadığını belirtmiştir.

"Sultânü'l ârifîn ve Kutbu'l aktâbu'l-vâsilîn" ünvanı ile yâdedilen ve halkın "Şeyh Seyda" olarak tanıdığı yüce Şeyh Abdurrahman-ı Tagî Hazretleri, zamanın evliyâ kafilesinin başkanı ve "Selef ve tâbi'în müceddidi" bulunuyordu. Bu büyük mürşidin kendi devrinde Mehdi Hazretlerinin idaresine kadar gelecek olan zamana mührünü vuran tasarrufu çoktur. Bunların bir kısmını bile anlatmak bir kitap hacmini bulur. Bu sebeple, yukarıda anlatılana ek olarak eşsiz bir menakıbını daha nakletmekle yetineceğiz:

Seyda Hazretleri, hilâfetinden önce, memleketinden uzak olan bir kürdün marabası iken, evini ziyaret maksadıyla yola çıkıyor, gece bir dağın başında ateş yakıp istirahat ederken o civardaki bir çoban "Buraya bir kervan konmuş, kervancılara biraz süt satayım" diye bir kap sütle gelip Hazreti yapayalnız görünce:

- Hocam, bu sütü satmaya getirmiştim ama sen bir âlime, hocaya benziyorsun, hayrıma içip bana dua et, diye sütü bırakıp ayrılıyor.

Yine o esnada vadinin derinliklerinden yukarıdaki ateşi gören bir bağcı da, kervan konaklamıştır zannıyla bağından bir sepet üzüm toplayarak satmak üzere getirip bakıyor ki, tek başına bir zât namaz kılıyor. Vaziyeti kavrayarak:

- Hocam, kervan geldi zannederek şu üzümü satmağa getirmiştim, bakıyorum da sen iyi ve âlim bir zâta benziyorsun, hayrıma afiyetle ye, bana da dua et, diye üzümü bırakıp gidiyor.

Bu zuhuratlar üzerine tefekkür eden Seyda Hazretleri:

- Allah rızkı dilediğine, dilediği şekilde lütfeder, ben bir ağanın yanında çalışmasam da O bana taksimindeki hissemi verir, öyle ise ilim ve amele sa'yedip Allah'a makbuliyete gayret edeyim, diyerek bir daha yarıcılık işine dönmüyor.

Bu hadise üzerinden seneler geçip yüksek mertebesini bulduktan sonra da -unutmayıp derûnunda değerlendirdiği bu hâtırası dolayısıyla- müridanın pek çoğunun rızkını genişletip, taşı tutsalar altın hâline getirmeye himmet buyurarak bu lütuf şeklini usul ve hadem hâlinde devam ettiriyor.

İşte bu himmetin bereketi halifelerinin pek çoğunda devam edip gelmekte ve müridanı Allah'ın GANİ ism-i şerifinin sâyesinde bulundurarak, gönüllere ağırlık veren maişet endişesi ile bir tarafı küfre yakın olan fukaralık zilletini bertaraf ediyor.

Bir sohbetinde Paşa Hazretleri şöyle buyurur:

- Resulullah Efendimiz "Biz fakirliğimizle iftihar ederiz" buyurmuştur. Risaletpenah Efendimizin fakirliği, dünya fakirliği, maddi yoksulluk değildir. Cenab-ı Allah her şeyi Habîbinin emrine vermiş, onun emrine âmâde kılmıştır. Buradaki fakirlikten mânâ, isteyici olmak, acziyetini bilmektir. Herşeyin Allah'ın azamet ve kudreti eseri olduğunu idraktır. Gönülden mâsivâyı çıkarmaktır. (Bu da fenafillah demektir.) Bir mürid zengin ise fakir amelli, fakir ise zengin gönüllü olabilirse hazmı tamam ve mânen hüner sahibi sayılır.

Bu nakil ve beyanlarla burada tekrar edilmesi uzayacak olan diğer sohbetlerde tüten mânâya göre, mevzuu şöyle hülâsa edebiliriz: Nefsani tarîklerde görülen ve öteden beri işin iç yüzünü bilmeyen kimselerce yerli yersiz tekrarlanıp durulan fakirlik, riyazet, açlık ve zenginlik gibi birtakım mefhumlar, rûhâni tarikatlarda çok ayrı ve değişik usullere bağlanmış, çok defa -tahdit edilen sahaları- büsbütün kaldırılmış olduğundan, Nakşî Mürşidleri, müridlerinin iç âleminde zenginliğin yapabileceği tahribatı sihr-i helâlîleri vasıtasiyle gidererek bu zenginliğin zerre miktarı zarar vermemesini temin edip aksine yararlı hâle getirmekte ve büyük kerametlerini de gizleyip normal işlerdenmiş gibi göstermektedirler.

Bir müridin ıslâh ve makbuliyetinin hangi amel ve hizmet sebebine bağlandığını, zenginlik veya fakirlik gibi hayat tarzlarından hangisinin hakkında hayırlı olacağını bilmeyenlerce ulu orta söylenen şöyle yap, böyle yap tavsi-yeleri ile nefsani tariklerde yetişmiş olan eski velîlerin usul ve hallerini tekrar edip duranlar, bizim kolun benzersiz ölçü ve irşad sisteminde yeri bulunmayan ve diğer tarîkatlarda zararlı çok misali görülüp duran Çavuş, Tarif ve Zâhir Halifeleri denilen şahısların yaptığı tehlikeli ve eksik işlerdendir. İrşada memur olan irşad halifesi ise, müridin geçmiş ve geleceği ile nimeti nerede ve ne şekilde bir amel ve fiile bağlı olduğunu memuriyeti icabı -kendisine Resulullah Efendimiz tarafından bildirilip gösterildiğinden- manevi icraatını yakîn ile dosdoğru yapar elhamdülillah...

Nitekim, bütün bu hususları kısa ifadesi için hülâsa eden Paşa'nın şu beyanı mevzumuzun kubbesini dikmektedir:

"Her muhitin müridi ayrıdır..."

Bu hüküm meşrep, bilgi ve görgü farklılıklarının, değişik mizaç ve muhitlerin ilâçlarının da değişik olması sebebiyle, insanların islâh ve irşadı sadece mürşitlerin yüksek kârıdır, demektedir.

"Sâlih sözün dinle peder

Tedbîrine verme keder

Tedbîri de takdîr eder

Derdine derman ara bul

Bir kâmil insan ara bul"

Şâh-ı Cihan olan Abdurrahman-ı Tagî Hazretleri öyle bir Rabbânî mürşittir ki onun yüksek himmeti böylece apayrı bir usuller zinciri hâlinde devam edip gitmektedir.

Abdurrahman-ı Tagî Hazretlerinin ondokuz halîfesi "Eshab-ı Kiram" (1978) kitabında şöylece sıralanmaktadır: "Fethullah Verkanisî, Abdurrahman, Molla Reşid Nurşinî, Abdulkahhar ve Abdülkadir Hezanî, Seyyid İbrahim Esirdî, Abdülhakim Fersafî, İbrahim Ninkî, Tahir Eberî, Abdülhadi ve Abdullah Hurusî, İbrahim ve Halil Çuhraşî, Ahmed Taşkesanî ve Hoca Erzincânî'dir. Buna Muhammed Sâmi Efendi de denir." Ancak burada onbeş tanesi sayılmıştır. Bunlardan Fethullah Verkânisî (ki Seyda-yı Tagî'nin damadıdır)'nin halifesi Muhammed Ziyaüddin Nurşinî, yine Seydâ'nın oğlu olup Mektûbât adı ile mektupları toplanmıştır. Hazret lâkabı ile de tanınmıştır.

Seydâ Hazretlerinin mektuplarını Şeyh Fethullah Hazretleri "Mektûbât" ismi altında toplamıştır.

Yine Seydâ Hazretleri damadı ile Ravza'yı ziyaretinde "Senin mensubun îman ile vefat eder" hitabına mazhar olmuş bir büyükler büyüğü olup 1304 Hicrîde 57 yaşında vefat etmiş ve Nurşin'de bugün herkesin bildiği yere defnedilmiştir.

Hâlid-i Bağdâdî, Seyyid Tâhâ, Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî ve Abdurrahmanı Tagî Hazretlerinin dördü (Seyyid Abdullah'ı da bunlara ilâve edince beşi) Kürt soyundan ve Şafiî mezhebindendir. Bunlardan sonra bizim kolda gelenler ise Türk ve Hanefîdir.

Ayrı ayrı herbirine mensupları olsun, tanıyıp duyanlar olsun bütün halk tarafından "Seyda" olarak hitabedilen Seyyid Tahâ, Seyyid Sıbgatullah ve Abdurrahman-ı Tagî Hazretlerinin biri için yazılıp da Paşa Hazretlerince kimin olduğunu bilmediği kaydıyla "Uzun dörtlükleri ihtiva ettiği halde bu kadarı hatırımıza geliyor" diye sık sık söylenen şu şiiri de teberrüken buraya alıyoruz:

 

Yetiş imdadıma Seyda

Yürekte yareler peyda

Olayım âşık-ı şeydâ

Aman Seyda Gurban Seyda

                                                                       

Ey Şâh-ı A'zam Şâhı tü

Hem kıblegâh-ı râh-ı tü

Vekmen seki dergâh-ı tü

Aman Seyda gurban Seyda

Tehi destem yüzüm kare

Gözüm yaşlı yürek yare

Sen derdime eyle çare

Aman Seyda gurban Seyda

                                                                       

Dolap gibi kurulmuşam

Bu dünyadan yorulmuşam

Ben Seydama kul olmuşam

Aman Seyda gurban Seyda

Muhterem oğlu Selahaddin Kırtıloğlu'dan alıp sonradan iade ettiğimiz el yazması bir kitapta (Bu kitabın hattı ile el yazması divanın hattı arasında çok yakın bir benzerlik vardır; bu sebeple de divanı yazan Alâeddin Efendinin kaleminden çıktığı düşünülebilir) Samiil Erzincâni Hazretleri şöyle anlatılıyor: (Neseben Erzincânî ve Kırtılzade denmekle maruf İbrahim Efendinin pak sülbünden 1264 tarihinde dünyaya teşrif buyurmuştur. İsmi şerifi Muhammed, latîf mahlâsı ise Sâmi'dir. Belde Müftüsü Kiremitçizâde Sâlih Efendiden okumuş, sonra Erzincan ulemâsından Hacı Sıddık Efendi'nin ders halkasından ilim tahsil ederek icazet almıştır. Daha sonra ilmini derinleştirmek için (der-i ulyâ'ya) İstanbul'a giderek orada da bir müddet okuduktan sonra Hınıs kasabası Rüştüye mektebinde "Mülkiye muallimliği" yapmıştır.

Önceleri, Kâdiri meşayihinden Süleymaniyeli Şeyh Abdurrahman Efendi'den Kâdiri, sonra da 1264 de vefat eden Vehbi Hayyâtî hazretlerinin halifesi bulunan Hâce Mustafa Fehmi Efendiden de Nakşî tarikatını ahzu telâkki buyurmuş, hatmi hâcegân okumak ve muhiblere zikir tâlimi yapmak ile vazifelendirilmişti. 1284 tarihinde vefat eden Erzincanlı Hacı Hafız Mustafa Rüştü (K.S. aziz) hazretlerinin de muhabbetini kazanmıştı. (Kitapta bu Hacı Hafız Mustafa Rüştü Efendi hakkında başkaca bir izahat yoktur. Selahattin Kırtıloğlu Bey, ulemâdan olduğunu ifade etmiştir.)

Takriben 1300 hicrîde Hınıs'ta muallim iken Sultânü'l-ârifin, Kutbul Aktâbü'l-vâsilin Mevlâna Eşşeyh Abdurrahmanı Tagî (K.S. aziz) Hazretlerinin hizmeti şeriflerine yetişerek kemâlât kademelerinin sonuna vasıl olmuştur. 1301 rûmî tarihi Ekiminde hilâfeti mutlaka ile (ekmel halife) tayin ve Allah'ın kullarını irşad için Erzincan'a dönmüştür."

Çocukluğundan beri üstün haller taşıdığını belirten bu kitaptaki bilgilerin özeti bu kadardır.

Hınıs'taki memuriyetinden Nurşin Dergâhının hilâfeti ile dönünce, Keleriç Köyüne (şimdi Karakaya) uğramış ve memuriyetinden önce, İstanbul'daki tahsilinden dönünce, imamlık yaptığı bu köyde Arapça hocalığını yaptığı zaman kemalini keşfetmiş olduğu Muhammed Beşir Efendi'ye: "İcazetli Nakşî halifesiyim, biat eder misin?" diye teklifte bulunmuş ve ilk müridi olan Beşir Efendi böylece intisap etmiştir.

Selahattin Kırtıloğlu Beyin ifadelerini aynen kaydediyoruz: "Bir daha memuriyet veya resmî vazife almayarak Selûke Köyüne dönüyor. Hayatta olan dedemden izin alarak onun bir arazisini  satıp eski Erzincan'nın dışında tekke binası ve yanına da bir cami yaptırıyor. Civarda birer ikişer yapılan evlerle burada Mecidiye-i Kebir isimli mahalle meydana geli yor. Civarda ağaç yetiştirip gelirleriyle 8-9 adet değirmen ve dört takım da ev yaptırıyor. Bu dört evin birisi hatmeyi okuyana, ikisi imama, biri de hitabet imamına, değirmenlerden dördü aile efradına, dördü de tekkeye gelip gidenlerin yiyip içmelerine karşılık olmak üzere vakfediliyor. Cumhuriyet idaresi, vakfiyede "Mütevellisi büyük oğludur" denildiği halde bu gayrimenkulleri Vakıflar İdaresine devrediyor. Danıştay ve Temyiz kararları olduğu halde, gasbedilen bu mallar sahiplerine verilmeyip Vakıflarca az bir bedelle satılıyor... Yine Cumhuriyetten sonra, eski Erzincan'daki 8-10 cami tasfiyesi meyanında bizim tekkenin camii de kapatılmış ve vakfı da selbedilmiştir.

Erzincanlı Hocaların, bilhassa Çiğli Hocanın haksız ithamları ve çekememezlikleri yüzünden yaptıkları şikayet üzerine altı ay kadar yalnız Erzincan'da ikamete memur ediliyor. 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa'nın pederin kemaline şehadet eden yazısı üzerine Sultan Hamid serbest emrini gönderiyor.

İkinci haccına gitmek üzere 90 ihvanı ile İstanbul'a gidiyor. Sarayda bulunan Hah'lı Mustafa Paşa'nın tavassutu ile Sultan Abdülhamid'le görüşüyorlar. Hediye olarak verilecek para teklifini reddediyor. Sadece fakirlere verilmek üzere 60 lirayı kabul ediyor.

"Bizim vefatımızda kabrimizi camiin bahçesine, şuraya, üstü açık olarak yapın" dediği halde, ihvanlar üstü kapalı türbe yapıyorlar. Sonradan türbenin karşısına Halkevi binası yapılıyor. Halkevi başkanı -Böyle  bir devrimci müessese yanında türbe olmaz- diye yıkılmasını istiyor. Fakat, büyük zelzelede, türbe ile birlikte Halkevi de yıkıldığından, başkanının mel'aneti tahakkuk etmiyor, ilâhi hikmet türbeyi vasiyete uygun şekle sokmak için yıkarken, mel'anet yuvasını zalimin kendi başına geçiriyor. Sonradan şimdiki kabri ben yaptırmış bulunuyorum. Kabir taşında "Nakşibendi şeyhlerinden Şeyh Muhammed Sami Kırtıloğlu 1264-1330" ibaresi yazılıdır.

Dedemin dedesine sipahilik zamanında devlet Kırtıl Timarı denilen bir timar vermiş. Kırtıl timarının icabına göre harbe gidecek kaç atlı -sipahi- hazır bulunduracaksa onları beslemek için bir kısım köylerin öşrünü dedem alırmış. Bu sebeple de kendilerine Kırtıloğlu denilmiştir.

Babamın kütüphanesinde üçbinden fazla kitap vardı. Zelzele sırasında birçoğu zayi oldu. Halifesi Hacı Abdurrahman Efendi bir kısmını götürmüş, diğerleri zelzeleye rağmen toplayıp sandıklara koyduğum halde, kendisine sandık lazım olan birinin yerlere boşaltıp dağıtmasından sonra, o hangamede kaybolmuştur."

Sâlih Baba'yı yetiştirip, oğul balı peteği gibi, ağzına kadar varidatla dolduran ve silsilei şerifte "Umde-ti Küberai âşıkîn, kutbü'l-irşadi bil-yakîn" ünvanını taşıyan Zülcenaheyn şeyh Samiil Erzincanî Hazretleri, Erzincan ve Erzurum havalisinde akranının hepsine faik bir ilim sahibi olduğu halde, maddi zaruretine çare bulmak üzere Erzurum vilâyeti makamlarından memuriyet istemiş ise de, o civarda münhal olmadığı cevabını almıştır.

Bir türbe önünden geçerken şu zâta fatiha okuyayım diye türbeye yaklaşınca:

- Nurşin, Nurşin diye (a böyle usulca) Nurşin diye bir seda duymuş ve vilâyete tekrar uğrayarak:

- Efendim Nurşin nedir, orada bir kadro var mıdır? diye sorunca da,

- Evet unuttuk, Hınıs'ta bir memuriyet var, istersen tayin edelim, mukabelesi üzerine oraya tayin edilerek gitmiş ve Seydâ Hazretlerinin memleketine gidiş ve intisabının baş-langıcı böyle bir zuhuratla olmuştur...

Bu hadiseyi bir sohbetinde nakleden Paşa Hazretleri şöyle buyurmuştur:

- Dedemiz olan (Şeyhinin şeyhi olması hasebiyle manen dedesidir) Sâmi-il Erzincânî Hazretleri, Şeyh Seydânın hizmetinde bir yıl kadar kalınca halifeliğine emir çıkmış ve o dergâha uzun senelerden beri hizmet eden müridan:

- Efendim, bu Hoca daha yeni geldi, hilâfet senelerce hizmeti geçenlerden birine verilseydi, şeklinde itirazda bulunmuştur. Seyda Hazretleri bunun üzerine, itiraz eden müridin birine:

- Bu Erzincanlı Hoca ile falan zâtın kabri şerifine gidin, ne zuhur ederse gelip nakledin, emrini vermiştir. Bu mürid neticeyi Şeyhine şöyle anlatmıştır:

- Efendim, Hoca ile emredilen kabre varıp o zâta teveccüh edince gördüm ki, bir ulu divan kurulmuş. Resulullah Efendimiz, yanında Hulefâ-i Râşidîn ve Sahabe Efendilerimiz ile Şâhı Nakşibend ve diğer Pirlerimiz oturmuşlar. Bu Hocayı huzura getirdiler, Peygamber Efendimizin emir buyurması üzerine Hoca'nın başına bir sarık sarılıp beline bir kuşak kuşatıldı ve eline de bir âsâ verilerek dua buyrulup fatiha çekildi..

Bunun üzerine Abdurrahmanı Tagî Hazretleri:

- Oğlum, Peygamberimizin emrine karşı muhalif olunur mu? Hocanın hilâfetini kimlerin emrettiğini gördün. Bizim reyimizle hilâfet olsa evlâdımıza halifelik verirdik, amma maneviyâtın emri yerine gelir. Hatta Hoca'nın nimetini daha önce vermemiz lazımdı, ama sizlerin böyle itirazınız olacağı mülâhazasiyle bir müddet de geciktirmiş bulunuyorum, demiştir.

Muhterem Abdurrahim Reyhan'ın beyanına göre, Piri Sâmi Hazretleri Erzurum'a gittiğinde, Seyda Hazretlerinin halifesi Taşkesenli Ahmed Efendi ile görüşmüş ve ondan inâbe almak istemiş ise de -Piri Sami Hazretlerinin hemen irşadı gerektiğinden ve bu şekildeki bir şahsın inabesinin de halifenin meşayihi hayatta ise ona yapılması gerektiği bir kaide olduğundan- Taşkesenli Ahmed Efendi, şeyhi Şeyh Seyda'yı tavsiye etmiştir.

Selahattin Kırtıloğlu Beyefendinin bu husustaki beyanı da aynen şöyledir: "Babam Hınıs'ta muallim iken arkadaşlık ettiği telgraf müdürü, şeyhi olan Piri Tagî'yi methediyor. Birlikte Nurşin'e gidiyorlar ve bu gidişte Seyda'ya inâbe ediyor. İntisabından sonra memuriyetinden istifa ederek Nurşin'e dönüp münhasıran hizmete devam ediyor. Hilâfetine emir çıkıp da dedikodu yapılınca Piri Tagî Hazretleri:

- Hoca'nın sobası temizlenip kuru odunla doldurulmuş, önüne de tutuşturucu yerleştirilmiş duruyordu... Ben sadece bir kibrit çaktım... Buyurmuştur."

Piri Sami Hazretlerinin evlâtları da şunlardır: Seyfeddin, Hacı Fahreddin, Hacı Nusreddin, Eşref ve Selahaddin Beyler... Piri Sami Hazretlerinin halifelerini de Abdurrahim Reyhan ve Selâhattin Kırtıloğlu şöylece saymışlardır. İkisinin beyanını birleştirerek kaydediyoruz:

1- Hah'lı Hacı Abdurrahman Efendi ki, Piri Sami ile oğlu Nusrettin Efendinin kayın biraderidir. Yani iki bacısı Piri Sami ve oğlu Nusrettin ile evlenmiştir. Teveccüh yapmasına dair icazeti Beşir Efendiye imzalatmış Piri Sami Hazretleri. Böylece de fiilen Piri Sami'nin vefatından sonra tebliğde bulunamamış, Beşir Efendiden başkasının hilâfetine ihvanlar müsade etmediğinden 1932'den sonra Keleriç köyünde ve tebliğ suretiyle tarikatı neşretmiştir.

2- Kelkit'li Hacı Ali Efendi.

3- Refahiye'nin Hanzar köyünden Hacı Hasan Efendi ki, Mekke'de vefat etmiştir.

4- Erzincan'lı Hacı Hoca denilen Mehmet Efendi. Bu dördü de âlim ve dördünün de hilâfeti Beşir Efendi'nin hilâfetinden sonradır. Yine yukarıda sayılanların dördü de Ledünni ilmi okumadıkları için sadece tebliğ halifesi olarak vazife yapmışlardır.

Beşir Efendi Hazretleri'ne gelince, 45 yıllık uzun hizmet müddetinin 27.nci senesinde irşad edilip Şeyhinin sağlığında hilâfeti mutlaka ile irşada memur olarak önce Otlukbeli'nde, sonra da Tercan'da tekke kurup müstakilen mürşidlik yapmış ve manevi makam ve mertebelerin en nihayetine ulaşmıştır. Mürşid-i Sakaleyn ve Kasımü'l-Erzak sıfatları ile (Müceddid gelecek idi ama müceddid zahirden geldi" beyanına başka bir husus ilâveye lüzum yoktur. İki defa hilâfet emri geldiği halde Piri Sami Hazretleri kendisinden ayırmak istemediğinden memuriyetini geciktirmiş, neticede Bayburt ve Tercan'da irşada memur olmuştur.

Babası Hüseyin Efendi, onun babası da Musa Efendi'dir. Doğum yeri Küpesük Köyü, büyüyüp yetiştiği ve yerleştiği yer de Keleriç. Ataları Küpesük'e Maraş veya Antep'ten gelmişler. Künye ve lakapları Emiroğulları'dır. Babası küçükken vefat ettiğinden dedesi ve amcası Hasan Efendi'nin yanında büyümüş. Baba ve annesinin tek evladı, kardeşi yokmuş. Amcası Abdülhamid Han'ın kayıkçısı iken bilâ varis vefat etmiş ve kendisine kalan çokça mala talip olmamış.

Beşir Efendi Hazretleri "yarım molla" tabir edilen bir şekilde medresede okumuş ve yukarıda anlatıldığı gibi Piri Sami Hazretlerinden ders almış ise de Arapçayı bitirmemiş, Piri Sami Hazretleri zekası dolayısiyle de kendisini çok severmiş.

Paşa Hazretlerinin bir sohbetinden kayda alındığı gibi, pekçok emlâkini satarak ihvanların ihtiyaçlarına sarfetmiştir.

İntisabından önce, elinde mevcut bulunan seyyidlik şeceresine ait belgeyi, intisabından sonra, -varlık hâsıl etmemesi için- bir duvarın deliğine koyarak üzerini sıvamış ve bir daha da aramadığından orada kaybolmuştur.

İlk zevcesi Abdurrahim Reyhan'ın ninesi Meysun. Bu evlilikten üçü erkek dördü de kız olmak üzere yedi evlâtları olmuş. En büyük evlâtları, yine Abdurrahim Reyhan'ın babası bulunan ve ilim sahibi olarak az bir müddet imamlık yaptıktan sonra dülgerlikle iştigal eden Hüseyin Efendi'dir. Paşa Hazretleri, Hz. Pir'in : "Velâyetini gördük elhamdülillah" diye bu oğlunun kemâlini ifade ettiğini anlatmıştır. Zaten "Eba Hüseyin Efendi" künyesi ile silsile-i şerifte okunması da velâyetinin kat'î bir delilidir.

İkinci evlâtları İsmail Efendi. En küçük evlâtları da Vehbi isimli üçüncü oğulları, Fadime, Mahbub, İzzet ve Zinnet de kızları. Mahbub 7 yaşında âmâ olmuş. İkinci okunuşta bir ibareyi hemen ezberlermiş. Kadınlara hatme okuyup ders tarifi ile vazifeli imiş.

İlk zevcesinin vefatından sonra evlendiği ikinci hanımı Fadime'den de Ahmed, Celâleddin, Taceddin isimli  ve Buyruk soyadını taşıyan üç oğlu olmuş. Muhacerette iken ikamet ettikleri Kırşehir'de bu hanımı vefat etmiştir. Âliye isimli üçüncü hanımından da Hafız Muhammed, Necmeddin ve Fahreddin (ki soyadı Buyruk'tur) isimli üç oğlu olmuş ise de ilk ikisi Erzincan felaketinde vefat etmişler. Âliye hanım inabe ettiği gece, gökten ayın inip koynuna girdiğini görmüş. Bu rüya üzerine, dul olan Âliye hanımı, ikinci karısı da vefat etmiş bulunan Beşir Efendi ile ihvanların evlendirdiğini Muhterem Ahmet Buyruk anlatmıştır.

İlk halifesi ve büyük eseri Dede Paşa Hazretleridir. İkincisi, Tahrirat Kâtibi Nuri Efendi, üçüncüsü Nazım Hoca, dördüncüsü de Hidayet Efendi'dir.

Dördünün de seyri sülûku tamamladığı, icazetlerinin doldurulmasına rağmen kendilerine verilmediği, hatta Beşir Efendi Hazretlerinin (O icazetleri benimle birlikte kabre gömün) buyurduğu nakledilmiştir.

Muhterem oğlu Ahmet Buyruk'tan aynen naklediyorum: "Efendim buyurdu ki, filan zat da bize olan nisbetini muhafaza ederse halifemdir... Fakat o zat nisbeti muhafaza etti mi bilmiyorum..." Bu nakil de beşinci bir zatı muhteremi ifade etmekte idi.

Hazreti Pir'in vefat tarihi olan 1932'den sonra çok az bir müddet Nazım Hoca da ders vermiştir. Hidayet Efendi yakında zamana 1960-1964 arasında vefat etmiş fakat hiç ders vermemiştir. Böyle iken kerameti açık bir zat idi. Nuri Efendi ise felâkette kalmış ve Nazım Hoca gibi o da ders vermemiştir.

Mübarek kabirleri Terzibaba kabristanı girişinde, soldaki yolun az ilerisinde üzerini kucaklayıp örtmeye çalışan dalların altındadır. Kabrin ayak ucunda Hidayet Eendi'nin ka bir taşı fotoğrafta sağ alt köşede görülmektedir. Esasen kabrin çevresi, ihvan ve yakınların istilasına uğramış, geçecek, ayak basacak yer kalmamıştır.

Keşif, keramet ve harikalarının haddi payanı olmadığı nakledilen, hayat ve velâyeti ancak müstakil bir kitaba sığmayacak olan bu evliyaullah ile onun vârisinin menakiplerini toplamayı Cenab-ı Hak bize nasip etsin inşaallah...

"Önden gelenler mi üstündür, sonradan gelenler mi bilinmez" Hadisi şerifinin delâletine tamamıyla uygun olarak yükselmiş oldukları misilsiz yakınlıkla irşad ve tebliğ vazifesini yapmak üzere günahkârlar zümresinin arasına kadar teşrif etmiş olan ERZİNCANÎ şubesinin ikinci ve KAASIMU'L-ERZAK MÜRŞİD-İ SAKALEYN, HÂDİM-İ DERGÂH-I HAZRET-İ SAMİ EŞ-ŞEYH MUHAMMED BEŞİR-İL ERZİNCANÎ elkabıyla ölümsüzler halkasına dahil olan ve Paşa Hazretlerince "BEKÂ ENDER BEKÂ BULMUŞ GELMEMİŞ MİSLİ BİR DAHİ" diye küçük silsile-i şerifte senâ edilen bu büyüğün büyüklüğünü Paşa Hazretleri şöyle anlatmıştır:

- Sami-il Erzincanî Hazretleri buyurmuştur ki, "Şâhı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendiyi ziyaret etsin.." Yine Sami-il Erzincanî Hazretleri hilâfet verirken bizzat kendi makam ve derecesine ulaştığını belirterek şöyle buyurmuştur:

- İki aslan bir posta sığmaz, ya sen buradan çık, yahutda ben başka bir yere gideyim... Bunun üzerine Hazreti Pirin önce Otlukbeli'nde daha sonrada Tercan'da tekke kurduğu ve Piri Sami Hazretlerinin vefatından sonra tekrar Erzincan'a döndüğü malûmdur.

- Müceddid gelecek idi ama hikmetullah, müceddid zahirden gelince bu ihsan tahakkuk etmedi... diye kısa şekliyle yüksek kemali dile getirilen, bütün mahlûkatın rızıklarının taksim edicisi ve insanlarla cinlerin bu yüksek mürşidinin tekke arkadaşı, ihvanı olan Sâlih Baba'nın dergâha gelişini, intisap ve şiir söylemeye başlayışını Paşa Hazretleri muhtelif sohbetlerinde ifade etmiştir. Kabir taşında "Hulefayı Nakşibendiden Beşir Efendi" ibaresi hâkkedilmiştir.

Sâlih Baba'yı bazı karinelere göre değil, bu sohbet ve beyanlara göre anlayıp anlatmak, başka bir ifadeyle Sâlih Baba'ya tarikat ve tasavvuf gözünden bakmak da bizim usul ve borcumuzdur.

Bu bakışı yapmak, tasavvuf adesesi ile Sâlih Baba'yı görmek için, mensubu olmakla iftihar edip, sâyesinde bulunmanın şükründen âciz olduğumuz altın zincirin her cihetten tamamlanmış, tutunan herkesi çekip temizleyerek yücelten, kendisine eklenecek halkalara da misilsiz bir renk ve şekil veren som ve son halkasını da sür'atle geçen bir kuşun bakış seyri içinde anlatmamız icabetmektedir. Bu öyle bir müşkül iş ki, sanki, Kur'ân-ı Kerim'i bir cümle ile tarif ve izah etmeye, bir okyanusun binlerce âlem ve ahvalini bir fincan su ile anlatmaya benzer... Sanki, ateş böceğinin karanlıkta kısa bir çizgi olan ışığının güneşin aydınlığını ifadeye cür'et etmesi gibidir. Ne var ki, asıl konumuz Sâlih Baba Divanı'dır. Bu divan ise, Padişahların saray bahçelerinde geceleri yakılan fenerlere benzer. Bu fenerler hem o emsalsiz güzellikteki bahçeleri aydınlatır, hem de padişahın oturduğu sarayın yol ve kapısını gösterir. Biz, bu önsözde Padişahları sayıp onların bahçe ve saray lambaları ile güzellik ve gizlilikler üstünde yanan ışıkları işaret ediyoruz. Parmağımız o ışıkların yerini ve o mülkün maliklerinin istikametini gösterebilirse, şükrünü edadan aciziz.

H      H

 

Hemen hepimizin büyük ölçüde görüp, duyup, bildiğimiz Dede Paşa Hazretleri.. Onun kemal ve velâyetinin künhünü anlamak ve anlatmak imkânsız. Beşerî seyirler içindeki hayatı ile bazı beyan ve tavsiyelerine ve bir kısım ölçülerine hülâseten temas edip geçiyoruz.

Kışın Bayburt'taki meşhur Sarı Konak'ta oturup kapılarını misafir ve ihtiyaç içindekilere daima açık tutan, yazları da Aşağı Lori Köyünde çok geniş arazilerinin hasadı için oturan ve İzni Ağalar diye bilinen tanınmış eşraf ailesinden. Babası Hacı Hüseyin Efendi, annesi de Gülhanım. Her ikisi de Seyyidlerden ve Abdurrahim Reyhan'ın ifadesine göre Hüseynî'lerden.

Adı Musa olan ve Baştürk soyadını kullanan Paşa'nın resmî doğum kayıt tarihi 1300 olmasına rağmen, bizzat ifadeleriyle sabit olduğu üzere 5-6 sene sonra nüfusa tescil ettirilmiş. Buna göre 1294-1295 doğumlu. Babasının dede adı da Musa olduğundan, aile içinde (Dede, dede) diye sevilmiş ve Dede Paşa olarak da anılmış ve böylece, Dede, Dede Paşa şeklinde anılagelmiştir. Küçük yaşta yetim kalmış ve vârisi bulunduğu geniş emlâkin idaresi ile birlikte dayısının nezaretinde büyümüş. Subyan Mektebi ve Rüştiyeyi bitirmiş... 18 yaşında, Aşağı Lori'ye tebliğe gelen Beşir Efendi Hazretlerine intisap ederek onun bütün hayatı boyunca yanından ayrılmamış, Abdurrahim Reyhan'ın ifadesiyle "Çok zengin aile çocuğu olduğu halde, dünya işi ve ticaretiyle meşgul olmamış, şeyhinin hizmetinde, tebliğde gezmiş, çok harika ve kerametler kendisi ve şeyhinden görülmüştür."

Her sene, 9-10 ay şeyhi ile tebliğde gezip hizmette bulunduktan sonra, 2-3 ay da hasad için evine döner, hasad bedelinden yeteri kadarını ailesine bırakıp, asıl büyük kısmını altın halinde ve heybe ile "Dede Paşanın odası" diye müridanın bildiği bir yere bırakır, tekke ve ihvanın ihtiyacına terkedermiş.

Tercan'daki tekkede geceleri sabaha kadar yüksek dairevi duvarlar içindeki dergâhın etrafında dolaşarak nöbet tutar, vakti gelince de şeyhinin bulunduğu yeri kıbleye getirerek teheccüdü kılarmış. Camii, ders ve sohbethanesi, haremi, ihvan yatakhaneleri ile aşhanesi, fırını ve sair ihtiyaçları karşılayacak teşkilatı ile bir külliye olan tekkede soh-bete doyum olmadığını, ekmek ve yemeklerin nefasetine hâlâ kanamadığını daima ifade eder ve o zamanlardaymış gibi dinçleşip neşelenirdi. Yaz günleri Beşir Efendinin Keleriç'teki hâlâ duran üzüm bağını gece gündüz -köpeklerin tahribatından korumak üzere- beklediğini fakat ne hikmetse diğer bağlardan hiç çıkmayan köpeklerin bu bağa asla uğramadıklarını anlatırdı. O devri ve bu köyü bilenlerden tesbit ettiğimize göre, kendisi de beklediği şeyhinin bağından katiyen üzüm almaz, para ile başka bağcılardan üzüm satın alarak yerdi. Ankara ve İstanbul'da bulunduğu sıralarda bazı neşeli anlarda, bilhassa hatmeden sonraları ev halkı ile yaptığı doyulmaz sohbetlerde "Hz. Pir geçerken mahlûkat tazim eder, yılanlar dikilip ayağa kalkardı.. Cinlerden 400 den fazla müridi vardı... Hızır Aleyhisselam ile her istediği zaman görüşürdü, kar ve tipili havalarda tebliğe çıktığı köylerde şeytanların dağlara doğru kaçıştıklarını gözümüzle görürdük, muhacirlikte ikamet ettiği Kırşehir'de 500'den fazla müridi hasıl olmuştu. Kırşehir'de kalması için israr edip tedbir aldılarsa da Erzincan'a dönmeyi murad etti. Müridi için öyle merhametli idi ki dil tariften âcizdir." şeklindeki beyanlarının az bir kısmını kaydetmekle iktifa ediyoruz.

Öyle bir azim ve sadakatle bağlanmıştı ki, tekkelerin ilgasından sonra Şeyhefendisi Erzincan'da evine çekilmiş, gözaltında tutuluyor. Hatmeyi bile herkes kendi âleminde yapıyor. Bu devirde bir kış günü Paşa Bayburt'tan Erzincan'a geliyor. Müthiş fırtına, kar yağıyor. Hz. Piri rahatsız etmiyeyim diye, dış kapının eşiğine başını koyan Paşa'nın üzerini kar kapatıyor. Sabahleyin kapıyı açan Valide Hanım Paşayı içeri alıyor.. Böyle sayılamayacak kadar çok ve değişik muhabbet ve teslimiyet örnekleri ile uzun ömrü dopdolu... Anlatmak ve yazmakla bitmez... Paşa'nın kemalini Beşir Efendi ile Piri Sami Hazretleri de ayrı ayrı ve defaatle ifade etmişlerdir.

Bu meyanda, Kırtıloğlu Tekkesinde, Piri Sami Hazretlerinin yapacağı bir teveccühde yüzlerce, belki de bine yakın ihvanla oturulmuş. Herkes, normal olarak teveccühü yaptıracak olan Piri Sami Hazretlerine dönmüş vaziyette otururken, sonradan gelen Beşir Efendi Hazretlerini hisseden Dede Paşa, hemen kendi şeyhine dönerek teveccüh sonuna kadar böylece şeyhine yüz çevirip teveccühü yapan zâta ihtiyarı ile sırtını çevirerek oturuyor. Teveccühten sonra Piri Sami Hazretleri halifesi Beşir Efendi Hazretlerine:

- Kimdir bu kara sakallı genç, nereden buldun onu? diye sorunca, Beşir Efendi:

- Bayburtlu, Dede Paşa derler... diye izahat veriyor... Piri Sami Hazretleri:

- Gönlüne nazar ettim de bir an bile senden ayrılmıyordu... Hatta bu kalbî bağı kendime çevirmeye uğraştım da bir türlü çeviremedim... Ona iyi bak ki senin de benim de yüzümü ağartacaktır o... Buyurduğunu pek çok kimseler nakletmiştir.

Eskiden, teheccüd namazı iki rekat kılınacaksa, ilk rekatta Yasin, ikinci rekatta da Tebareke sureleri okunurdu. İkişerden dört rekat kılınacaksa, ilk iki rekatta Yasin suresi ikiye bölünerek okunur, ikinci iki rekatta da Tebareke suresi ikiye taksim edilerek kılınırdı. Tarikata yeni giren bir müridi de ihvanların eski ve önde gelenlerinden biri çağırarak "Dersini nasıl yapıyorsun, virdlerini nasıl ifa ediyorsun" diye sıkı bir kontroldan geçirir, bu usulle de yeni mürid noksanlarını ikmal ederdi. Nefsimin yeni ders aldığım günlerde ihvanın ileri gelenlerinden olan Nuri Efendi beni çağırarak "Gel bakalım Dede, dersini nasıl yapıyorsun" diye sordu, anlattım... Bütün emirleri teker teker sorup cevabını aldıktan sonra "Teheccüdü nasıl kılıyorsun" deyince, "İlk iki rekatta Fatihadan sonra beşer, ikinci iki rekatta da birinci de yedi ikincide beş ihlâs okuyorum" deyince: "Seni bid'at sahibi, tarikatımıza bid'at mı sokacaksın" diye bana hücum edip döğmeye teşebbüs etti. "Efendim, ben kendi reyimle böyle yapmıyorum, sebebini bu emri veren Hz. Pîr'e sor" diyerek elinden kurtuldum... diye başından geçen bir olayı anlatan Paşa Hazretleri, bu beyanı ile pek çok ve pek büyük bir hususu ehemmiyetsiz bir hadiseymiş gibi anlatıvermiştir. Halbuki burada, bu hadisede çok ehemmiyetli hakikatler gizlidir. Bir defa, bir tarikat kaidesi ancak müceddit vasıtasıyla değiştirilebilir. İkincisi de, bu değişiklik, bir ihtiyacı karşılamak ve zaman icabı hasıl olacak zaruretlere istinaden ve yine kendisine icabedene hasredilir. Dede Paşa Hazretlerinin nasıl misilsiz bir ses ve eda ile Kurân'ı okuduğu ve Yasin ile Tebareke surelerini hıfzetmiş olduğu herkesçe malûmdur. Bu teheccüd tarifi, idraki olanlarca hemen anlaşılır ki bizler için, bizlerin hâlini tâ o zamanda ve işin başında gören büyük bir keramet-i manevidir... Bir selâhiyet ve tasarruftur. Ayrıca Dede Paşa Hazretlerinin vârisliğinin de ayrı bir icazetidir. Yeri gelmişken ifadesinde fayda vardır. Teheccüd namazı yatıp kalktıktan sonra kılınan bir namazdır. Yatsı namazının sonunda kılınmasına müsade edilmesi de ayrı bir tecdid selâhiyyeti ve tasarrufudur ki bu da Paşa Hazretlerine has olan bir tasarruftur. "Keramet, kerameti gizlemektir" hükmünce, en büyük harikaları lâlettayin hadiseler şeklinde gösterip gizlemek suretiyle türaba vermektir. Kendi kadem ve rengi içinde, mahviyet ve yokluk toprağı ile örtmektir... Tasavvuf ıstılahları kısmında Türab (Toprak) maddesinde izaha çalıştığımız gibi, toprağı hakikatına kemaliyle ulaşan en yüksek mürşitlerin kârıdır bu hâl.. Her hareket, tavır ve sözü âyet ve hadis ıtrı, nübüvvet kemâlinin bir aksi olduğu halde "Biz birşey bilir bir kimse değiliz, söylenen kelâm sizin kemalinizin aksidir" diyen, kendisinden -zaruret icabı- sâdır olan keşif ve kerametleri daima "Hz. Pirin bir himmeti, bir lütfudur" diye şeyhine atfeden, "Hz. Pir bizim sûretimize girip size öyle görünmüş" diye kemali büyüğüne lâyık gören Dede Paşa Hazretlerinin ifade ve davranışlarının mânâsına ve özüne âşina olabilmeyi bizlere Allah nasip etsin inşaallah. Himmet ve sohbetin netice gayesi bu öze, bu inciye ulaşmadadır... Onun için, ekseri sohbetleri, baygın ve esarette olan ruhumuzun uyandırılmasına matuf bulunuyordu. Bu sebeple de, ruha ait inceliklerle özelliklerin duyulmamış derinliklerini gösteren tablolar çizer ve ruhu uyandırmaya çalışırdı. Muhabbeti gayrete eş edip bu araçla ulaşmayı ima ve ihsas ederdi. Noksanların yavaş yavaş ve kendi idrakimizle tamamlanmasını arzu eder, yasaklardan uzaklaşıp emirlere uymamızın gittikçe artan bir muhabbet kıvamında çoğalıp büyümesini muradederdi. Nefis ve şeytanın mürşidi kâmil yanında bir hükmü olamayacağını beyanla emre uyup ruhu uyandıracak sebeplere himmet ve gayreti isterdi. Şeriat, şeriat... Hatme, hatme, hatme, rabıta, rabıta, illâ râbıta... Sohbet ve daima sohbet. "Sohbet kalbi safi eder, huzur müridi bozulur da sohbet müridi bozulmaz"buyururdu.

H      H

İşin başı ve aslı olan şeriat ise, emirlerin tamamına uyup, yasakların tamamından uzaklaşmayı icabeder. Yine şeriat birlik ve beraberlikle islâmi şuur ve gayreti icabeder.  Bu ise müride zaten hem farz, hem vacip, hem de sünnet-i müekkededir. Anlayana "Emr-i bi'l- maruf ve nehy-i ani'l münker" şarttır... Bu da islâmi şuur ve gayretle olur.. İslâm, islâmî gayret ve teşkilât olmadan yaşanılamaz. Hepimizin çoluk çocuklarımızın yetişip kurtulması buna bağlı olduğunun idraki lâzımdır.

Köyde, kentte, esnaf ve tüccar arasında, daire ve mekteplerde olan yaşayış ve telkin belli... Bu islâm dışı usul, ders, okul ve işlerin düzelmesi ise bu şuur ve gayrete bağlıdır. İşte Paşa Hazretleri, bütün mahrem sohbetlerinde bu şuur ve gayreti ifadeye çalışmış ve buna himmet etmiştir. Bizler de sadece nefsimizi kurtarmak değil, nefsimizle birlikte bütün islâm nefeslerini de kurtarmanın şuuruna yönelmedikçe bize emanet edilen vazifeyi yapmamış oluruz. Bu halde ise, zaten tek başına nefsimizi islah ve kurtarmayı da yapamayız. Aslında tarikat, cemaat şuurunu nefse yerleştirmek ve gayret ve hizmet kemerini kuşanmaktır. Tarikatta ilerlemiş ve makbul olmuş kimselerde ise "Nefsî, nefsî enaniyeti" ne işe yarar?.. Esasen, bir müslümana yeteri kadar bilgi farzdır. Farzı yapmayan ise nefsi nasıl kurtarabilir... Allah cümlemizi islâm şuur ve firasetine ulaştırsın...

H      H

"Yüzümüzün karası ile altmış yıl hizmetimiz var" buyurmuş Paşa Hazretleri.. Açıktan yapılacak zaman ve yerde açıktan, örtülü ve gizli yapılacak zaman ve yerde de ona göre hizmet etmiştir. "Cenabı Hakkın da siyaseti vardır, Habibinin de siyaseti vardır, Evliyaullahın da siyaseti vardır. Siyaset ise şarttır" buyurmuştur ki, bu ifade idrak sahiplerine yeter. Te'vil erbabı ile kuru sofular ise zaten muhatabımız değildir...

H      H

Doksan beş yılı bulan bereketli ve feyizli ömrünün onsekiz yılını çıkarsak, yetmiş yedi senelik bilfiil hizmette geçen ve yakın zamanlarda emsali bulunmayan böyle bir manevi hayat ve marifet sahibi Dede Paşa Hazretleri de her yaradılış gibi fani âlemden ayrılmış, 4 Eylül 1973 Salı-Çarşamba gecesi bekâ âlemine yürümüştür.

Misilsiz bir yön, şekil, eda, renk ve ıtır verdiği bağlılarına şöyle de bir müjde vermiştir: "Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız, kılıç kınında iken kesmez ama, kından sıyrılınca turnalar hangi göle konarmış görürsünüz". Bu müjdeli kerametin neticelerini de körler bile görür, sağırlar da işitir hâle gelmiştir...

Herkesin bildiği ve tereddütsüz de tasdik edip kabul ettiği gibi, Şeyhefendisinin en büyük oğlundan torunu bulunan Muhterem Abdurrahim Reyhan'ı Ekmel Halife, İrşad Vekili ve Yol Vârisi olarak yetiştirip bırakmıştır. 1957 yılında vefat etmiş bulunan ilk zevcesi Şefika hanımdan olan evlatları sırası ile şunlardır:

Adışah, Ayşe, Mehmet, Makbule, Hüsameddin, Nureddin, Hayreddin ve Şükrane.

İlk iki kızı ile son oğlu Hayreddin ve en küçük evlâdı Şükrane vefat etmişler. Büyük oğlu Mehmed Baştürk, Aşağı Lori Köyünde, dede mirası hanedanlığı devam ettiriyor. Hüsameddin ve Nureddin Baştürk'ler de Muhterem babalarını hatırlatıcı birer göz nuru olarak Erzincan'da ikamet ediyorlar. Makbule hanım ise, Kelkit'in Posus Köyünde... İkinci kızı Ayşe hanım da Muhterem Ahmed Buyruk ile evli iken genç yaşında bu fani âlemden ayrılmıştır.

Paşa Hazretlerinin ikinci defa 1962 de evlendiği Havva Validemiz ise, Paşa'nın bizzat ifade ettiği şekilde yazıyoruz ki, kendi yüksek makamından -zaman icabı- habersiz olarak ihvanlara hizmete devam etmektedir.

Sâlih Baba Hazretlerinin divanına eğilmemiz için pekçok sebep varsa da bunların başında, tekrarına daima şahit olduğumuz müekket sohbetlerde:

- Ehl-i aşkın kelâmını gûşe edip (küpe edip)kulağımıza asalım, tavsiyesidir. Bu tavsiyeyi duymayanımız yoktur ve yine Sâlih Baba'nın ehl-i aşkın kibarı ve sâlihi olduğunu da izah gereksizdir.

"Tecdid etmiş hükmü, zâhirde kaldırıp âdâbı

Paşamızdır müceddid-i âlâ-yı âhir zaman"

beytinde kısaca ifade edildiği gibi, o Paşa öyle bir Paşa idi ki,

- Şimdiki zamanda zâhir adabı kaldırılmış hâl gizlenmiştir. Emir Resulullah Efendimizden günlük olarak gelmektedir. Velîlerin selâhiyeti alınmış olduğundan şimdi seyr ü sülûk sokakta, işyerinde ikmal ettirilmekte. Zaman icabı, buna benzer bazı serbestlikler Mehdi Hazretlerinin teşrifine kadar, maneviyata ziyan vermez, deyip;

- Hizmet, amelen de hizmettir, bedenen de hizmettir, malen de hizmettir, herhangisi olsa hizmettir. Hizmet Allah içindir, Allah ise emek zayi etmez, buyururdu.

O Paşa ki, siyasete atılan ve parti kuran dostlarımıza: "Hizmetiniz, Resulullah Efendimize sağlığında yapılan hizmet gibidir." diyerek dualar eder, onların gıyabında ise yüzünü yere koyarak muvaffakiyetleri için tazarru ve niyazlarda bulunur ve aynı şahıslardan teşekkül etmiş olan ricalinin her ziyaretlerinde de : "Eskiden takva devri vardı, sonradan fetva devri açıldı, şimdi ise siyaset devridir, siyasetimiz İslâmın siyaseti olsun" sohbetinde bulunur ve gayet mahrem sohbetlerde ise, bu partilerin manen Mehdi Hazretlerine asker yetiştirmekle vazifeli bulunduğunu ifade buyururdu..

- Dua edin kardeşlerim, dua mutlaka menziline varır, buyurmuştur. Bu sebeple, dualarımız da onun dua ve tavsiyeleridir:

- Yarabbi rıza-i ilâhine uyan amellerle bizi lütuflandır,

- Yarabbi, Şeyhimizin eteğinden elimizi kesme,

- Yarabbi, aklımızı fazl u tevfikinden ayırma,

- Yarabbi, nimetini hazmı ile kerem buyur.

 

SULTÂNÜ'L-EVLİYÂ VE Bİ-MERHEM-İ SIRR-I ESRAR-I ENBİYA Keramet-i mânevisi ile büyük silsile-i şerifte şânını zikreden vârisinin bu mucizevi çaptaki tesbiti yeterli olup, biz üstün kemalini ifadeden âciziz. Yalnız şu beyitle iktifa ediyoruz:

"Zâtında tükenir efendim bu tafsilin sonu

Tamamını bilir ancak Zülcelâl-i Ve'l- İkram"

Bir asırlık bir kemal ve irfanın bu şanlı sahibi hemen bütün sohbetlerini Sâlih Baba'nın şiirlerinden mevzua uygun düşen beyit ve mısralarla süsler ve tesiri bir haftadan fazla bir zaman devam eden emsalsiz teveccühlerinde de bu beyitleri okurdu. Hatta, tekkelerin kaldırılmasından önce her sabah teveccüh yapıldığını belirtir, şimdi ise BİR MÜRİDE BÜTÜN ÖMRÜNDE BİR TEVECCÜH YETER buyururdu.

Banttan satıra alınan bir sohbeti aynen şöyledir:

- "Alemde Sâlih Baba'nın Kitabı elde olsada okuyup serian dinlesek. Çünkü Sâlih Baba'nın Kitabı, müridler için, şimdi şu zamanda, bir mürşiddir. Tarikat-ı âliyenin her usûlü, her âdâbı ne ise tamamıyla (onlardan) bahseder. Hem de kendisi vehbi ilim (sahibi) amma lâkin, çok ağır lügatı da yoktur. Yani lügatı da çabuk anlaşılır benim sultanım."

Muhtelif vesilelerle defalarca tekrarına şahit olduğumuz sohbetlerinde ise meâlen:

- "Bizim tarîkimizde ümmî, âşık ve sâdık bir Sâlih Baba var. Bu Sâlih Baba bir gazelinde buyurur ki..." diyerek şiirini okur ve "Bu şiir zuhurattır, hâl kelâmıdır, söyledendir söyleden sırrı ile söylenmiştir şehzadem" buyururdu.

"Kırtıloğlu dergâhında Sâlih Baba'yı nefsim görmüşemdir, kendisini tanımak şerefine eriştik elhamdülillah" diyerek her fırsatta izahlarda bulunur, muhtelif cihetlerden tafsilât verirdi. Biz bazan iki Sâlih'i aynı şahıs zannederek yanılır, bazan da bu hususta bilgiler, o andaki sohbet zeminine ait olan kısmı ile kısaca anlatıldığından, hadisenin tamamını yeterli bir çerçeve içinde ve yerli yerinde göremezdik.

Erzincanlı Orhan Aktepe Bey tarafından yeni harfelerle daktilo edilmiş divan nüshasını aslı ile karşılaştırmaya Erzincan'a gittiğimizde, aşağıda hikaye etmeye çalıştığımız Sâlih Baba'ların hayatlarını, Muhterem Abdurrahim Reyhan'ın "Paşamdan böyle işittik" diye bize naklettiklerinden kaleme almış bulunuyoruz:

"- Pîr-i Sâmi Hazretlerinin tebliğe çıkışlarında ve ekseri sohbetlerinde huzurundan eksik etmediği, zaman ve zemine münasip düşen, sohbet tazelenmesine vesile olan beyitleri o anda ve yerli yerinde söylemede büyük maharet gösteren Müezzin Sâlih veya bir gözü arızalı olduğundan halkın Kör Sâlih dediği bir müridi vardı. Bu zat ara sıra demkeşlik yapar, Ermeni meyhanelerinde içki içer, dergaha dönüşünde de, şeyhine görünmemek için köşe bucağa gizlenirdi. Böyle bir içki âlemi sonunda, geldiği dergâhın sohbethânesine girmeyip mahcub ve ezik bir halde sofadan:

"Kuleden, kuleden, sesin aldım kuleden,

O senin kaşın gözün beni sana kul eden"

beyitlerini okuyunca Pîr-i Sâmi Hazretleri:

- Gel Sâlih, senin her aybın hünerdir. Buyurmuş ve bu hitap üzerine iç âleminde bir değişiklik olmuş ve bundan sonra aslâ içki içmemiştir."

Rus işgalinde bu Müezzin Sâlih önce Yozgat'a muhacir olmuş sonra da Konya'ya gidip neticede Çorum'da vefat etmiştir. Onun buralardaki hayatını Selahattin Kırtıloğlu Bey şöyle anlatmıştır: "Muhacerette Yozgat'ta bir lokantaya uğradığımda, Kör Sâlih ile karşılaştım. Çalışmakta olduğu bu lokantadan ayrılarak benimle birlikte satın aldığım tek atlı arabayı kullanmak üzere Tokat ve Zile'ye gelmiş, oralardan temin ettiğim yağları satmak üzere bu arabayla Erzurum'a nakletmiştir. Neticede külfet ve tehlikeli olan bu işi bıraktığımız zaman, Tokat'taki camide veda için minareye çıkarak gayet hoş ve tesirli sesiyle salâtü selâm ve sabah ezanı okumuş, namazdan sonra da tekrar Yozgat'a dönmek üzere bizimle vedalaşmıştır. Yozgat'ta az bir müddet yeniden lokantada çalışmış ve oradan Konya'ya gitmiştir. En nihayet Çorum'a yerleşmiş ve orada vefat etmiştir. Çorumlular kabrine bir ağaç dikerek takdir ettikleri dervişliğine ta'zimde bulunmuşlardır."

Yine Abdurrahim Reyhan'ın beyanına dönerek ifade ediyoruz ki: "Türbesinden hastalar toprak alır, hastalıkları şifa bulurmuş. Kabrin toprağı bittikçe yeniden toprak konulurmuş. O havalide şair Sâlih Baba'nın şiirlerini okuyup sohbetler yaptığı anlaşılmaktadır.

Nota ve mûsikî usullerine vâkıf olarak acaip bir tesirli sesle sohbet zeminine göre beyit söyleyen bu Müezzin Sâlih ile çekingen, ümmî, içine kapalı bir çilingir ustası olan Sâlih, aynı mahalle sakini olarak birbirlerine hâl hatır sorar, arkadaşlık ederlerdi. Bir gün aralarında konuşurken:

- Bir gün sen bizim şeyhin sohbetine gel, bir gün de ben senin şeyhinin sohbetine geleyim, hangisinin sohbetinden lezzet alır, içimizde ısınma olursa ikimiz de o şeyhin tarîkatına girelim diyen Müezzin Sâlih'in teklifi üzerine, şeriatsiz hallere saptığından battal olmuş bir tarikata dahil olan ve bu yüzden manen gıdalanamayan Sâlih Usta, Kırtıloğlu dergâhında bir gün sohbet dinlemiş. İkinci günü kendi şeyhinin sohbetinde bulunacakları yerde yeniden Pîr-i Sâmi hazretlerinin sohbetinde bulunmuşlar. Asıl maya ve cevheri şeriata bağlılık olah hâlis tarikatın yüksek nimet ve tasarrufunu taşıyan bu ulu şeyhin tuzağına gönüllü olarak yakalanan Sâlih Usta da böylece bir daha eski tarîkatına dönmemiş, zâhirde bağ gibi görünen çürük alâkasından ayrılıp kopmaz ve eskimez bağlarla yeni şeyhine bağlanmıştır.

Bu şekilde Kırtıloğlu dergâhına intisap eden Sâlih Usta, sessiz, mahcup ve bilgisiz bir kimse olarak sohbethanenin arka taraflarında köşe-bucak gizlenir kimse ile temas etmeye çekinir bir vaziyette, kendi hâlinde oturur, gölge misali gelir ve giderdi.

Sâlih Usta için biteviye hareketsiz geçen günlerin birinde, Yunus Emre, Niyazi Mısrî ve Kuddusî Baba gibi büyüklerin hikmetli şiirlerinden beyit ve kıtaların okunmakta olduğu sohbethanede Aktar Hacı İbrahim Ağa:

- Efendim, bizim kolun büyüklerinde de şâirler olsaydı da onların şiirlerini okuyup kendi usul ve âdâbımızın safâsı ile feyizâb olsaydık... Siz de bir şeyler yazsaydınız... deyince Pîr-i Sâmi Hazretleri:

- Oğlum, bu bir himmet ve zuhûrat işidir. Şiiri bizim Sâlih bile söyler... buyurarak eli ile de arka taraflarda gizlenecek yer arayan Sâlih Usta'ya işaret edince, Sâlih'in derûnu, bilip duymadığı acâip bir varidat ile dolarak hemen o anda irticalen şiir söylemeye başlamış ve yine o anda "fena" ya kavuşmuştur. Bu vâridatı, vehbî hâl ve ilimle söylediği şiirleri, Pîr-i Sâmi Hazretlerinin:

- Yeter Sâlih.. Demesine kadar devam edip tamamlanmış ve bu emirden sonra da -başladığı gibi- kesilmiştir."

Sâlih Baba'nın bu mânevi hâlinin dışında, maddi hayatının ekseri yönlerinde fazla bir bilgimiz yok. 60-70 sene gibi kısa bir müddet geçmesine rağmen, onun aile, iş, evlat ve nesebi hakkında elle tutulur bir bilgeye rastlayamadık. Orhan Aktepe Bey, Sâlih Baba'nın Tüfekçigil ailesinden bir çilingir ustası olduğunu, divandaki ifade ve ibarelere göre 1846 da doğup tahminen 1906 da vefat ettiğini, şiire başladığında 54 yaşlarında olduğunu kaydediyor. Bütün bunlar, neticede ihtimali ifadeler... Büyük meşakkat ve çilelerle meydana getirdiği eser ve araştırmaları, şükranlara seza bir gayret ve çok himmet almış dervişlerde nâdiren rastlanan maddi ferâgat nümûnesi olan bu emeğini -pirler emek zayi etmez- manevî karşılığına havale ederek helallık aldığımızı belirterek teşekkürlerimizi sunarız.

Ne var ki, ilim, sanat ve ticaret gibi bir maksat taşımayan ve sadece tasavvufî bir neşve ile hazırlanan bu eserde bile olsa, divan sahibi için bazı sağlam bilgileri temin etme fikri bizi fazlasiyle meşgul ediyordu. Nihayet himmet oldu, Sâlih Baba'nın akrabalarını araştırma fikri hatırımıza geldi. Böylece de bazı bilgiler elde etmemiz mümkün oldu. Sâlih Baba'nın Ankara'da ikamet eden bir amcazadesi, Ahmet Cemil Tüfekçi Paşa'nın asil, kibar ve lütufkâr işaretleriyle İstanbul'da ikamet eden diğer amcazadesi Abdurrahman Tüfekçi Beyefendiye mektup yazarak bilgi istedik... Cevaben lütfedilen bir ruh asaletini aksettirici bütün işaretleri taşıyan bu mektubu aynen dercediyoruz. Bu münasebetle, gerek Paşa Hazretlerine gerekse Abdurrahman Tüfekçi Beyefendiye teşekkür ve dualar ederiz.

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                      

                                 19.7.1979 / İstanbul

 

Muhterem Fehmi Beyefendi,

 

Büyük amcam yani babamın amcası Sâlih Baba Hazretlerine karşı beslediğiniz büyük saygı ve hürmete ve bize karşı gösterdiğiniz iltifata çok teşekkür ederim. Sâlih Baba hakkındaki bilgilerimi arz ediyorum.

Sâlih Baba Mustafa isminde imamlık yapan bir zâtın oğludur. Annesi Âtike Hanım'dır. Sâlih Baba tüfekçi ustası idi, gerek babam Halim Efendi ve amcam Mustafa Efendi yanında çalışarak tüfekçi ustası olmuşlar. Kendisi sakat idi, bir kolu çolak, bir ayağı kısa, aksak idi.

İki defa evlenmiş birinci evliliğinden iki oğlu var idi. Büyük oğlu Osman hem dilsiz hem sağır idi, o da tüfekçi ustası idi. İkinci oğlu İstanbul'a gitmiş, adı Fehmi imiş ve orada kalmış. İkinci evliliğinden Dursun isminde bir oğlu var idi, dilsiz olan oğlu dükkânı açar sonra Sâlih Baba dükkâna gelir müşterilerle O konuşurdu.

Akşamları tekkeye gider Şeyh Sâmi Efendi'nin sohbetinde bulunurdu. Bizleri çok severdi, ziyaretine gittiğimizde bize bir kuruş verirdi, o vakit bir kuruş çok para idi.

Son zamanlarında çok düşkündü, hasta idi, bir sene bizde kaldı. 1325 yılında vefat etti. Kırtıloğlu Tekkesi civarında Ak mezarlığa defnedildi. Vefatında tahminen 90 yaşında vardı.

Küçük oğlu Dursun babasının vefatından sonra İstanbul'a, kardeşi Fehmi Efendi'nin yanına gitmiş idi. Dursun da denizde yıkanırken boğulduğunu işittik. Dilsiz olan Osman da babasının vefatından sonra çok yaşamadı. Benim bildiklerim bu kadar.

Halen Sâlih Baba'nın kendi soyundan hiç kimsesi yoktur, neslinden Cemil Paşa ile bendenizden başka kimse yoktur.

Sâlih Baba'nın tahsili: Okur-yazar idi, güzel şiirleri var idi. Meselâ, "Şeyhim gül ben onun yaprağıyım, Allah'ım yaprağım beni gülden ayırma." gibi manzum şiirleri var idi.

Sâlih Baba'nın şiirleri yazılı olan kitabı seferberlikte ben asker idim, muhacerette bir çok eşya ile birlikte o kıymetli eser de zâyi oldu, bizde başkaca bir eser yoktur. Fakat Erzincan'da Karşıyaka Karatuş ve civar köylerde Şeyh Efendinin müritleri vardı. Sâlih Babanın Şeyh Sâmi Hazretleri hakkında yazdığı kitap onlarda da vardı. Selahattin Efendi onları da tanır, Kelkit'te de müritleri vardı, aradan hayli zaman geçti, şahıslar deyişti, oralardan buldurmak mümkün olur mu, bunları Selahattin Efendi tanır.

O zamanlar işittiğimize nazaran Erzincan'a gelen ehl-i din seyyahlar gelir amcamı bulurlarmış, bir çok zaman birlikte kalırlarmış. Son zamanında kimse ile temas etmezdi. Bildiklerim bu kadar.

Cenab-ı Allah'tan size uzun ömürler diler sonsuz saygı ve hürmetlerimi sunarım.

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        Abdurrahman Tüfekçi

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 İmza

Bu çok değerli mektup, bizim maksadımız için yeterli bilgi ve Sâlih Baba içinde tatminkâr izahatı ihtiva etmektedir. Bunun dışında Erzurum'da el yazması bir kitaptan söz edilmişse de, araştırma fırsatı bulamadık. İlerde, ilmî ve edebî araştırma yapacaklara bir işaret olur ümîdiyle de bu kaydı koymayı faydalı buluyoruz. Sâlih Baba hakkında fazla bir bilgiye rastlamanın çok az bir ihtimal taşıdığını, zira, Erzincan felâketinde yazılı eserlerin büyük ekseriyetinin zâyi olduğunu, umulmadık bir tesadüfle bazı kayıtlar ele geçerse, ehlinin onu değerlendireceğini umuyoruz.

Sâlih Baba Divanının tamamı sadece "Fenafi'ş-şeyh" hâlinin akislerinden ibaret bulunduğundan, Osmanlı Divan edebiyatında emsali yoktur. Diğer divanlar, ya ilerleyip değişen hallerin sonunda peyderpey meydana gelmiş ve bu sebeple de müritlikten mükemmilliğe kadar olan geçitlerin her birinden tablolar göstermiş, yahut da kendisinde tasavvuf hali olmadığı halde, zamanın usulünce sırf şâirlik kabiliyyeti ile yazılmıştır. Böylesi de şiiri güzel olsa bile "hâl" aksettirici değildir.

Sâlih Baba Divanı, sadece rabıtadan ibarettir, denilse yanlış olmaz.

Bu sebepden olacak ki, Paşa Hazretleri:

- Sâlih Baba Divanı, tarîkat âdâbı ve müritlik halleri ile mürşitlerin şânını,

Fuzûlî Hazretlerinin divanı da, muhabbet ve aşk âlemini,

Kuddusî Baba Divanı ise, tasavvufun -bidayetinden nihayetine kadar- tamamını,

En güzel ve kemalli tarzda ifade ve nazmeden eserlerdir, buyurmuştur.

H      H

 

Divan sözü, "hem Farsça hem de Arapça olan müşterek kelimelerdendir" denilmektedir. Çok değişik mânâlarda kullanılmış ve bir takım ayrı ıstılahlara ad olmuştur.

1- Devletin idârî ve bilhassa mâlî kayıtlarının tutulduğu deftere divan denilmiştir.

2- Devlet işlerinin idaresiyle alâkalı encümenlere de divan tabir edilmiştir.

3- Herhangi bir konu üzerinde hazırlanan eser mânâsına da divan tabiri kullanılmıştır. Divânü'l-Lugâti't-Türk, Divânü'l Hamase, vs. gibi. Sonradan bu geniş mânâ daraltılarak, manzum sözlerin topluca yazıldığı kitaba divan ismi verilmiştir. En sonunda da yalnız bir şairin şiirlerini toplayan esere divan denilmeye başlanmıştır.

Divan tertibinde, tevhid, münacaat, naat gibi şiirlerin baş tarafa yazılması, ondan sonra devlet büyükleri veya tasavvuf pîrlerinin öğülmesine ait olanlarından başlanılmak üzere kaside ve gazellerin (hurufu heca) yani alfabetik harf dizisi ile sıralanması ve daha sonra da rubai, kıt'a, murabba, müseddes, muamma, müstezat ve şarkı tarzındaki şiirlerin kaydı ile meydana getirilen manzum kitabın büyük ve genişine divan, küçük hacimlisine de divançe denilmiştir.

Tasavvuf erbabının "hâl" ile, vâridat ile, cezbe ile ilâhî muhabbetin istilâsı sırasında söyledikleri şiirlerin toplanmasından meydana gelen divanlarını; zamanın usulü gereğince şâirlik kabiliyetiyle yazılan ve çok büyük bir ekseriyetinde ruha ve maneviyata değil haz ve cismânî zevklere hitabeden ve zâhir ile ilgili "kâl" erbabından olan kimselerin divanlarından ayrı mütala'a etmek gerekmektedir. Bunların ilki, Allah'ın "aşk" sıfatının mahsulü olduğundan, yüksek bir ilmi gayet ince, usta ve hoş bir ifade ile örülü bir san'at demeti içinde ve muhabbeten akseden bir "kemal" li nazımla muhib ve dervişleri Allah'ın zâtına çekici bir "hâl" taşımaktadır. Sohbet, hatme ve teveccüh içinde okunan bu "hâl kelâmları", muhabbet ve hâl aksettirici bir vasıta olmakta, amel ve seyirlerin nefis ve bedene ağır gelen güçlüklerini yumuşatıp, sevdirerek ruha gıda ve gönle safâ haline getirmektedir. Bu özelliği ile ehl-i aşkın kelâmı, sadece mâneviyat denizinde yetişen emsalsiz bir inciye benzer. Sâlih Baba Divanı da, müritler için hem duygu ve azalara zevk veren bir lezzet, hem de gönül ve ruha ilâhi nağmelerden yapılmış meşakkatsiz çekip götürücü bir binek ve süratli bir manevi araçtır. Diğer guruptaki divanlar ise, mânâya göre madde gibi, aşka nisbetle bedeni haz ve sevdalar gibi güdük bir cismani ve mecazi âletten ibarettir ve mevzuumuzun tamamen dışında kalır...

Sahâbe ve Ehl-i Beyt Büyüklerinin çoğu, Tâbiîn'in seçkinleri ile tarîkat pîrlerinin hemen tamamı bu ilâhi nazım şelâlesi içinde bulunmuşlar, aşk ve hâl sâhibi olan dervişler de bu güzellik ve letafet köpükleri içerisinde cisim ve ruhlarını yıkamışlar, o renk ve ahenk ile, o yol kesici nefsi bayıltıp Allah'ın güzel hitabını hatırlatarak rûhu uyandıran ıtır ile yollarına zevk ve sürurla devam etmişlerdir...

Son olarak da,

A - Arşiv,

B- Hükümdarın oturduğu sedir,

C- Osmanlı Devletinde birkaç köyden ibaret küçük bir idari birlik,

D- Divan-ı harp, Divan-ı âlî gibi bazı mahkemeler,

E- Bir âmir huzurunda eller önde kavuşmuş olarak ihtiram ve hürmetle durmak gibi bazı eşya ve kuruluşlarla bazı hallere de divan tabir edilmiştir.

Maneviyat erlerinin en küçüğünden en büyüğüne kadar olan çeşitli toplantılarına da divan denilmekte, her makam ve kademede emirle toplanan hakikat erbabının meclisine de bu tabir ifade vasıtası olmaktadır.

H      H

Maneviyat sahiplerinin divanları, ilim, san'at ve aşkı meczetmiş manzumeler olarak divan san'at ve tarzının sır ve usaresini, kaymağını teşkil ederler. Yunus Emre, Niyazi Mısrî, Fuzûî, Sezâî, Ruşenî, Eşrefoğlu Rumî, Nakşî, Gülşenî, Aziz Mahmud Hüdaî ve Kuddûsî Baba gibi mürşitlerin divanları bu gurubun ilk akla gelenleri. Yüzlerce kemalli divan sahibi içinde, Sâlih Baba da öz ve söz sahibi olanlardan biridir. İlim ve tetkikatı, tecrübe ve san'atı olmadığı halde, aniden ve irticalen söylediği şiirleri, yüksek ve muvazeneli bir ilmi kemalli ve yepyeni bir ifade ile emsali bulunmayan bir vâridat ve hâl sedefi içerisinde, aşk malzemesinden yapılmış bir bâtın incisi, bulunmaz bir râbıta kumaşından iğne ve ipliksiz dikilmiş bir fenâfi'ş-şeyh elbisesidir. Bu zarif divan, her türlü şiir çeşidinin ustalıkla kullanıldığı bir san'at pırlantası ve râbıta ıtrı, muhabbet burağıdır.

İnşaallah bu divanı ilim, tasavvuf ve san'at yönlerinden şerhedenler, bu hakikatları birer birer izah ve ispat ederler.

"Sâlihlerin anıldığı yere Allah'ın lütuf ve ihsanı yağar", "Bir kimsenin hayatını yazan, onu diriltmiş gibi ecir alır" hadîs-i şerîflerine mazhar olmasını dilediğimiz bu kitapta, önce Sâlih Baba'nın yetiştirildiği ârifler mektebinin hocaları, altın zincirin son halkaları, velîler topluluğunun seçkinleri kısaca anlatılmaya çalışılmıştır. Onların şânına yakışmayan her ifade onlara ait değildir. Onlara lâyık olanlar ise, âcizin ifadesi olduğundan yeterli değil ise de, "Varını takdim edenin sıkılmasına gerek yoktur" düsturunca affa lâyık görülür inşaallah... Onlar çok büyük, nihayetsiz kemalli ve hadsiz şekilde ayıp örtücü olduklarından, söze değil iç ve öze, sûrete değil niyete göre lütuflarını bezlederler, lütuf ve ihsan mürşitlere has ortak bir evsaf olduğundan, her noksanımızı da tekmil ederler inşaallah...

Yakınlarımız, noksanı bize ait olan bu kısma ait olarak ilâve edilebilecek sağlam nakilleri bize -mümkün ise yazılı olarak- ulaştırırsa, ilerde yazmayı tasarladığımız geniş menâkıb kitabına aktarmamız kâbildir.

Bu bölümde, Seyyid Abdullah, Gavs-ı Hizânî, Abdurrahman-ı Tagî ve Pîr-i Sâmi Hazretleri hakkında yazılanlar bulduklarımızın tamamıdır. Diğerlerinde ise, bunlara göre önsözü uzatmamak endişesinden tercihler yapıp kısaltma ve kifayet yolu seçilmiştir.

Kitap ve kayıtlardan aldıklarımızın dışında, Abdurrahim Reyhan, Ahmet Buyruk, Nurettin Baştürk, Selahattin Kırtıloğlu ile Tahir Silahtaroğlu beyefendilerin beyanlarından büyük ölçüde faydalandık. Allah onlardan râzı olsun.

H      H

 

Bu kitabın aslını, Sâlih Baba'nın "Rabıta-i Nakş-i Hayâlî" ismini verdiği divanı teşkil etmekte ve bu asıl kısım da bu önsözden sonraya alınmış bulunmaktadır.

El yazması ve tek nüsha olan divanla sonradan gayet mahdut miktarda basılıp belirli şahıslara verilen basma divan ve Abdurrahim Reyhan'ın dikkatli ve dirayetli tercihine bağlı karşılaştırma sonunda tashihini yaptığımız bu nüsha, bir "mukabele" titizliği içinde hazırlanmıştır. Bizim şubeye ve ihvanlara mahsus olduğundan, tasavvufî gayeden başka bir hususa itibar edilmemiştir...

Her sahifenin altında, o sahifedeki lügatların mânâları -mısraların sonunda işaret edilen rakamlara göre- ifade edilmiştir. Hazırlanması çok zor olan bu tarz ile, bu devrin okuyucusuna mânâları sökmek için büyük kolaylık getirildiği kanaatindeyiz.

Üçüncü ve son kısımda ise, tasavvuf edebiyatında geçen terim ve deyimlerin kısaca izahları yapılmış, herkesin bilmesine imkân olmayan, hususi merak ve ihtisası gerektiren bu bahisle, bir kısım sofiye tâbirleri açıklanmıştır.

Bu açıklamalar, uzun zaman almış, pek çok muteber eserin bir arada ve mukayeseli olarak tetkikini gerektirmiş, geceli gündüzlü ağır bir çalışma sonunda -pekçok kitap ve eser tedarikinden ayrı olarak  bazı istişarelerin ışığında ve daimi bir himmetin sayesinde- elinizdeki kısa fakat özlü izahlar meydana gelmiştir.

H      H

 

Âşık şâirin dediği gibi:

"Dil-rübâsın sevdiğim, yoktur nazîrin bi-ictibah"

Hiç şüphesiz nazîri, eşi ve benzeri bulunmayan, böyle olduğu halde, nübüvvet kemaline ait bir tekemmül ile bu benzersiz büyüklüğünü tevazu ve mahviyet arzında gizleyen Dede Paşa Hazretlerini lâyıkıyla ifade edemedik. Zâten Onu lâyıkıyla anlatmak da imkânsız.

"Cân-ı cânan, âşık-ı Yezdan, kurb-u Sultan, Kutbü'l-ârifan" elkâbı ne kadar mânâlı ve şiir gibi bir güzel ifade ahengi içinde ve hakikat tercümanı.

Kâmil insan ve insanların kâmili olan, her sözü "Kibârın kelâmı, kelâmın kibârıdır" hükmüne aynen uyan, yine her sohbeti âriflerin nazmiyle bezenen Dede Paşa Hazretlerinin gül kokulu mübarek toprağının alındığı yer olan kabr-i şerifinin kitabesi de şiir ve inciden köpüklerle çağlayan bir nazım olsa ne kadar âhenkli olurdu... Fakat, velâyet devletinin "âlem-i emirden" olan latîfelerini aşktan sonraki Peygamberlik kemâlâtına ulaştıran "âlem-i halk" taki inişin ufkuna, toprak maddelerinin hakikatlarının en sonuna vardıran seyri ve yüce ve misilsiz kademi dolayısıyla, "zenginlik, tevazu, kemal, mahviyeti gerektirir" hükmünce, kabrinde de bu kadem ve tarz ile renge boyandığından olacak, yine burada da toprağı gibi hâlis ve fakat yine de son derece mütevazi olmuştur... Allah'ın kelamı olan Kur'ân-ı Kerîm, erişilmez bir mûcize olarak, ilâhi nazımdır, nazım da gönle tesir edici büyük bir hassaya mâliktir... O'nun için, bir zuhurat olduğu halde, kabir taşına yazıla-mıyan şu dörtlük, bizim gönül kitâbemize hâkkedilmiştir:

"Dede Paşa'dır mahlâsı

Cemî-i evliyâ hâsı

İrşâd etmiştir çok nâsı

O idi zamanın Gavsı..."

Bu eser, daima kusurları bize ait olmak üzere, O'nun pek aziz ve mukaddes ruh-u tayyibesine ithaf edilmiştir...

Yine bu eserin hariç ve dahilde satılmasına rıza gösterilmemiştir. Bu sebeple, mahdut miktarda basılmış ve tevzi yerleri de -pek az istisnasiyle- büyüğümüz ve rehberimiz olan Muhterem Abdurrahim Reyhan'ın emrine tahsis kılınmıştır. Esasen önsözün tamamı da O'nun tasvibinden sonra şekillenmiştir...

Zenginlik; cömertlik ve mahviyet ile birleşip kemallenirse, hakikatine ulaşıp şükrü eda edilmiş ve gayesine varmış olur. Sâlih Baba'nın divanını satmadan neşredilebilmek, kâğıt ve basım işlerinin ateş pahasına çıktığı bu devirde, karşılıksız bu işi yapmak ta şükreden zenginlerin kârıdır. Bu işin çok yüksek bedelini gönüllü olarak veren, diğer büyük çaplı hayır işlerinin de daima öncüsü olan Mazhar Bayatlı'ya Cenabı Hak zâhir ve bâtın, dünya ve âhiret saadet ve selâmetlerinin tamamını ve âlâsını lütfetsin, korktuğundan emîn, umduğuna nâil etsin inşaallah..

Bu duaya, bu eserin hazırlanmasında, her kademede büyük emek ve gayreti geçen Orhan Âlimoğlu ile Osman Güneş ve Selahaddin Türker ve Yüksel Yalçınkaya beylerle az çok emeği geçen, fikir, tavsiye ve teşvikleriyle bize yardımcı olan bütün arkadaşların da ortak olmalarını, onların da bu duadan hissedar olmalarını dilemekteyiz..

Sâlih Baba Hazretleri ile mensubu olduğu şerefli silsilenin gelmiş ve gelecek bütün Pîr, Hulefâ ve mürîdânları ile zâhir ve bâtın cedd-i âlîlerinin mübarek ruhlarına, bilhassa, Dede nâmı ile satıra alınıp yine o isimle gizlenen,

 

"... Verâsetin nâzenini, âhirin serdarıdır

Hem zâhir hem bâtında ayniyle Sıddîk-ı zaman..

Mülkle birlikte teba'aya tasarruf hatimedir,

Adalet devletinde Ömer ve hayâda Osman..

Nimetin tadı, lezzeti misali marifeti,

Ebû Türâb'dır bir adı, velâyette Eba Hasan..

Hilkati bire inmiş tekmil olup kemâlâtın,

İsm-i şerifine demişler: Dede Paşa Sultan..."

mısralarında anlatmaya çalıştığımız, insanın kalbine feyiz ve safâ doldurmakta eşi, emsali bulunmayan Dede Paşa Hazretlerinin mübarek, mutahhar ve muazzez rûh-u şeriflerine Fâtiha sırrının yoldaş olmasını, himmet ve nisbetlerinin bizleri ihâta ve istiâb etmesini niyaz ederiz.

                                                                                                                                                                                                                                                                     

 Ankara, 18 Ekim 1979 Perşembe

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

Fehmi KUYUMCU

 

 

 

1

 

Bed' olunsun besmeleyle hamdeleyle evsatı

Salavatullah hatm olunsun bula canlar izzeti

 

Çok salât ile selam olsun Resûlü Ahmed'e

Bu kadar isyan ile bizlere demiş ümmetî

 

Sadhezâran âlini evlâdını ashâbını  

Fâtihayla yâd edelim kıla Hak çok rahmeti  

 

Çâr-ı Yârı ol Ebû-Bekr ü Ömer Osman Ali     

Sâyesinde anların buldu bu İslam kuvveti

 

Geldi bunca âlim ü fâzıl meşâyıh kâmilîn     

Hep merâtib üzredir bu âlemin devriyyeti   

 

Sâni'ın sun'unda cümle mest ü hayran oldular           

Seyr edip vahdet yüzünden görmediler kesreti          

 

Ehl-i dünyâyı görüp bir bir temâşâ ettiler    

Hep esîr etmiş olârı hubb-ı dünyâ  illeti        

 

Cümle âlem kabza-i kudretdedir çün gördüler           

Her biri bir âlet olmuş dönderir bu fülketi    

 

Gördüler kim içlerinde bazı derdliler gezer

El çekip işbu cihandan eylemişler uzleti       

 

Çıkmağa derban bırakmaz cenge yok tâkatleri              

Nâ-tüvan olmuş çeker bunlar belâ-yı  mihneti           

 

Her tarafı devrederler  mürşid-i rabbâniler

Anları kurtarmak içindir olârın hizmeti         

 

Vâris-i Ahmed olar can derdinin dermânıdır               

Her marîzin derdine göre verirler şerbeti      

 

Ekseri nakşında kaldı görmedi Nakkâş'ını    

Ehl-i irfânın bilinmez oldu kadri kıymeti      

 

Hamdulillah gezmedikse Hind'i Bağdad'ı Yemen

Hak nasîb etdi bize zî-kadri âlî-himmeti       

 

Pîr-i Sâmî Hazretini bize irsal eyledi               

Beldemiz kıldı münevver ref' olundu zulmeti             

 

Kuvve-i kudsiyyesiyle cümle irşad eyledi     

Kim ki destinden tutup sıdk ile kıldı bî'ati   

 

Hem şerî'at hem tarîkat hem hakîkat  kâmili

Hakk ile icrâ edip eyler bu yolda gayreti       

 

Kâbiliyyet bizde olmazsa meşâyih neylesin

İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti

 

Sâlihem şeyhim Muhammed [Pîr-i] Sâmî'dir [benim]

İstemem bundan ziyâde devlet ile rifati        

 

 

2

 

Eğer pîrim bana eylerse himmet

Zuhûra getirem birkaç meâni             

 

O'dur aslım benim fer'i mukayyed   

O'dur dil şehrinin nûru îmânı            

 

Görünür cebhesinde nûr-ı Ahmed    

Olardır vâris-i peygamberâni             

 

Olar kâim-makâm-ı Mustafâ'dır        

Olardır şehr-i ilmin pâsubânı             

 

Olar can ilinin bülbülleridir

Bütün olmuş olârın âşiyânı 

 

Olârın ruhlarının yok karârı

Dolaşırlar zemîni âsumânı   

 

Olar bu âlemi devran ederler

Ararlar derde düşen nâ-tüvânı          

 

Bular bu âlemin hem berzahında     

Esîr etmiş durur çok pehlivânı

 

Kişiye derd büyük sermâyedir bil

Düşürür yola âhir kârubânı 

 

Hevâ-yı nefsine tâbi olanlar

Bular kande bulur dârü'l-emânı        

 

Alamazlar özün nefsin elinden

Beşerdir dâim ol eyler ziyânı

 

Ömür bir cevherdir kadri bilinmez

Sakın gafletle geçirme zamânı

 

Cihanda şimdi kâl ehli çoğaldı           

Söz ile kandırırlar çok civânı

 

Sürüyü büsbütün kendileri yer

Ederler maskara her dem çobânı

 

Bular benzer koyun başlı  kilâba       

Buların dünyadır dîni imânı

 

Sefînen yok ise kalma karada             

Ara bul sen dahi bir keştibânı            

 

Hudâ hâzır diye  ikrar edersin

Kimin yânında söylersin yalânı

 

Ya dersin bir-durur Hallâk-ı âlem    

Beğenmezsin filan oğlu filânı

 

Benim gözümde görürsün hilâli        

Senin gözünde görmezsin girânı       

 

Helâk etmek dilersin mâr-ı nefsin    

Ya sen beslersin ol ejder yılânı

 

Eğer derdin olaydı ey birâder

Bulurdun sen de bir Hızr-ı zamânı   

 

Hakîkat güllerin görmek dilersen

Arayıp sen de bul bir bağçevânı

 

O kim âmâ-durur çeşm-i basîri          

Göremez Pîr-i Sâmî gibi cânı

 

Cihanda Mürşid-i Rabbâni Ol'dur

Der'i âsîlerin dârü'l-emânı   

 

Kamu derdlilerin dermânı Ol'dur

Bu asrın hem O'dur  kutb-ı zamânı  

 

Füyûzâtı erişir şarka garba  

Sarıbdır nisbeti cümle cihânı             

 

Meded pîrim benim ol dest-gîrim    

Ziyâlandır kulûb-ı âşıkânı    

 

Derûnum pâk edip hubb-ı sivâdan  

Münevver eylemek şânındır ânı        

 

Bu ten-i Ya'kûb'un ref' et hicâbın     

Görünsün Yûsuf'un vuslat nişânı      

 

Seni Hak bilmeyen ol geçrevîler        

Bulûğa ermez anların imânı

 

Kelâm-ı Hakk'a gûş olmayanlar        

Alamaz himmeti feyz-i pirânı             

 

Senin sâyende sâlihdir bu Sâlih

Ki senden gayrı yoktur mihribânı     

 

 

3

 

Erişti himmet-i şeyhim inâyet eyledi Mevlâ

Açıp "lâ" perdesin gördüm kamusu "mazhar-ı illâ"   

 

Hüve'l-Evvel Hüve'l-Âhir Hüve'l-Bâtın Hüve'z-Zâhir             

Hüve'r-Rahîm Hüve'l-Kâhir Hüve'l-Ferd ü Hüve'l-Mevlâ

 

"Ve in min şey'in illâ" dan meğer kim olmadın âgâh

Kuru da'vâ ile kaldın çürüttün ömrü vâveylâ              

 

Ki sen ol nûr-ı Ahmed'ken Ahad'den vâhidiyyetken

Dahi sırr-ı hüviyyetken kalasın âlem-i süflâ

 

Yalancı nefsimi bildim büyük düşman imiş gördüm

Kulûb-ı mutmain oldum bu âlem oldu hep me'vâ    

 

Bilindi "küntü kenz" sırrı açıldı perde-i zulmet          

Görürem bu cihan halkı kimi Mecnun kimi Leylâ

 

Elinde var iken fırsat geçirme idegör gayret

Tutagör bir yed-i kudret olunsun menzilin bâlâ         

 

Tena'um içre cennetten celâli kahrına düştün            

Yedi tamuya bend oldun düşün bir mebdein ara      

 

Tenin toprak canın sudur nefis bâd-ı hevâdandır      

İyi bil nârıdır rûhun meded ermek dile nûra               

 

Şerî'at pâyine bend ol hakîkat râhına azm et               

Bulup bir mürşid-i kâmil bu derdin çâresin ara

 

Pir-i Sâmî gibi şâhı bulup sıdk ile kıl âhı

Açar ol müstakim râhı eriştirir seni yâra        

 

Ayırma Sâlih'i yâ Rab Muhammed şeyh-i Sâmî'den

Ağardı lihyemiz şâhım velâkin kalbimiz kara              

 

 

4

 

Sen sana gel ey gönül kılma hased kibr ü riyâ

Bu sıfatlarla tahalluk eden oldu eşkıyâ          

 

Sıdk ile bîat kılıp oldun mu ümmet Ahmed'e              

Kuru lâf ile geçirip ömrü kaldın sufliyâ          

 

"Evvelü mâ halakallâhu rûhî"dedi Resûl       

Hem sahîh ahbarla buyurdu hadîs-i kudsiyâ              

 

Ümmü'l-ervah olduğıyçün zâtını setr eyledi

Hem "Kuli'r-rûhu min emr-i Rabbî"geldi kâfiyâ         

 

Akl-ı  Evvel'dir Muhammed Akl-ı Küll'ün mazharı   

"Evvelü ma halakallâhu lî akl" sâhib-hayâ   

 

Hem buyurdu "Evvelü mâ halakallâhu Levh el-kalem"          

Sûre-i "Nûn ve'l-kalem"den anlayıp kıl fehmiyâ        

 

Âlem-i amâ'da iken esmâlar (oldu) tamam  

Hak buyurdu "yâ habîbim küntü kenzen mahfiyâ"   

 

Hem "Fe ahbebtü "anın şânında buyurdu Ahad        

"Ahsen-i takvim" habîbim dedi "sensin" Kibriyâ       

 

Mazhar-ı nûr oldu Ol nûr hayâdan terledi

Cebhesi vech-i terinden geldi cümle enbiyâ

 

Zâtı ilmin mazharıdır kâinatın mefhari          

Yüzünün nûrundan aldı şems ile encüm ziyâ              

 

Gözleri nûr-ı basardır "Kâbe kavseyn" kaşları             

Vechi mirât-ı Hudâ'dır "kün fe-kân"ın şehriyâ            

 

Dişleri dürr ü mücevher lebleri âb-ı hayât    

Nefhası Rûhü'l-Kudüs'dür ruhleridir müntehâ    

 

"Lâ nebiyye ba'di" buyurdu Hâtemü'l-Mürselîn        

Oldu anın ayağı tozu âl ile tûtiyâ      

 

Kâinâtın mebdeidir sırr-ı Hakkın mahremi  

Geldi hakkında Anın "Ve'ş-şems"ü "ve'n-necmi hevâ"            

 

Parmağıyla çün işâret kıldı mâh etti nüzûl   

Şakk olundu secde kıldı şod mutî-i mâhiyâ  

 

Tuttu dünyâyı Muhammed ümmeti şark ile garb      

Geldi bunca âlim (ü) zâhid meşâyih asfiyâ   

 

Oturup taht-ı hilâfet üstüne vârisleri

Âlem-i mülk-i bekâya gitti bunca evliyâ        

 

Hamdulillah bize irsâl etti Hak bir kâmili    

Mürşidimiz Hazret-i Şeyhim Muhammed Sâmîyâ

 

Dest-gîr ol Sâlih'e dünyâ ve mâfîhâda Sen    

Kıl şefa'at hürmetine Pîr-i A'zam Nakşiyâ

 

 

 

5

 

Bu fânî dünyâyı gezdim dolaştım

Aslımdan bir haber veren yok bana

Çok erenler sohbetine ulaştım

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Hâküi bâd ü âbuı  âteş bünyâdım    

Sûret-i beşerde âdemdir adım

Bilmem cinnî miyem yoksa dîv-zâdım           

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

 

Ben de bu derd ile iflâh olmazam

Rûz u şeb ağlaram bir an gülmezem

Kanden gelip gideceğim bilmezem  

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Arada söylenir bunca kîl ü kâl            

Çokları özsüzdür çıkmaz bir meâl     

Söyleyip dinlemek büyük bir vebâl

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Acâib kalmışam işbu insâna

Ekserî dönmüşler vahşî hayvâna

Ya ben mecnûn yâhûd anlar dîvâne

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Abd u Hak beyninde yüzbin hicâb var           

Her hicabda yüzbin sual cevab var  

Burada inceden ince hisab var

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

"Men aref" sırrına vâkıf olmadım      

Çok muhbire vardım haber almadım              

Hergiz bundan eşed bir derd görmedim        

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Yetmiş üç fırkanın ser-tâcı benem    

Kangısına sorsam der "nâcî benem"

Bildim ki cümlenin muhtâcı  benem

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Hevâ-yı hevesden ayık olmadım

Aslâ bir amele fâik olmadım               

Esrâr-ı pîrime lâyık olmadım             

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Azdan az bulunur dünyâda kemal    

Nicesi eblehdir nicesi echel 

Kangısına sorsam der "ben mükemmel"

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Bir dâr-ı meşakkat mülk-i fenâdır    

Su üzre kurulmuş dipsiz binâdır

Basîret ehline ibret-nümâdır             

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Sana geldim pîrim Muhammed Sâmî

Sensin bu cihânın kutb u imâmı

Def' eyle gönlümden işbu gamâmı   

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

Nefsim bana çok eyledi inâdı

Felek sillesini bende sınadı

Kırıldı Sâlih'in kolu kanadı

Aslımdan bir haber veren yok bana

 

 

6

 

Cemâlin arzı kılmazsa dilârâ               

Derûnumda sağalmaz işbu yara        

 

Hevâya gitti ömr-i nâzenînim            

İki âlemde kaldım bahtı kara             

 

Belâ bahrinde gark oldu sefînem      

Ümîd kalmadı çıkmağa kenâra

 

Erenlerden bana olmadı imdâd

Mukadder böyle yazılmış ne çâre     

 

Aman dedikçe yaman oldu hâlim

Visâle çâre yok ol gül'izâra   

 

Cefâdan gayrı görmedim safâsın

Aceb bilmem ki n'etdim ben o yâra

 

Mukadder olmaz imiş lâ-yugayyer   

Ne hâsıl  gezmeden Belh'i Buhâra

 

Der-i Sâmî'ye geldim ilticâya             

Dedim kıl merhamet bu ihtiyâra

 

Ki bende kalmadı hergiz liyâkat        

Mukâbil olmağa bu nefs-i mâra         

 

Pîrinden himmeti bol iste Sâlih

Seni Mevlâ bu gafletten uyara

 

 

 

7

 

Bir noktada pinhân imiş       

Gör neyledi bu derd bana

Ol cân içinde cân imiş

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

Vahdet bâğında andelîb       

Olmuş iken kaldım garîb

Bu derd bana oldu nasîb

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

Üç kerre doğdum aneden     

Kurtulmadım efsâneden

Usanmışam bu hâneden

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

Bıraktım ad u sanımı

Ben ararım cânânımı

Çok görmeyin noksânımı

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

 

İlletle ma'zur olmuşam         

Kıllet ile hor olmuşam           

Halk içre menfûr olmuşam  

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

Çakmağ-ı aşkı çakmışam

Râz-ı derûnum yakmışam    

Benliğimi bırakmışam

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

Elde kemânını tutar

Bağrım gözedir tîr atar          

Oldu ciğer neyden beter

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

İsmâil'em bağlı elim

Kemendlidir pâyım belim    

Ben iverim kurban olim

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

Yandırdı Nemrûd nârını       

İbrâhim'in gülzârını

Ol dosta verdi vârını

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

Görün Mesîhâ neyledi           

Doğmazdan evvel söyledi

Çok mürde ihyâ eyledi           

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

 

 

Görün Muhammed neyledi

Mâh'a işaret eyledi  

Pişmiş kuzular söyledi

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

Geldi hakikat erleri

Vahdet ilinin şirleri 

Mülk-ü bekâ serverleri          

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana

 

Her ilme şâmil Sâmiyâ          

İlmiyle âmil Sâmiyâ

Mürşid-i kâmil Sâmiyâ          

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu dert devlet bana

 

Vaktin imâmı Sâmî'dir          

Kutb-ı zamânı Sâmî'dir         

Sâlih gulâm-ı Sâmî'dir           

Gör neyledi bu dert bana

Oldu bu dert devlet bana

 

 

8

 

Pîr-i Sâmî gel eriş sen dâde Allah aşkına       

Nefs elinden kıl bizi âzâde Allah aşkına         

 

Pîr-i Tâgî hürmetiyçün kıl terahhum bizleri 

Gel bırakma bizleri ilhâda Allah aşkına         

 

Bu fenâ gülzârı içre kalmışız hayvân-sıfat     

İşte geldik sâhib-i irşâda Allah aşkına            

 

Nefs-i hayvânın esîri olmuşuz kurtar bizi

Koyma bizi berzah-ı süflâda Allah aşkına     

 

Bağ-ı vahdet güllerisiz goncanız solmaz sizin

Andelibrâ gelmişiz feryâda Allah aşkına       

 

Teşneyiz sed eylemiş derban hayâtın yolların            

Zülfikârı çek eriş imdâda Allah aşkına            

 

Hak ayan iken velâkin yok basîret aynımız  

Kalmışız biz âlem-i a'mâda Allah aşkına       

 

Pîr-i Sâmî Hazretine ilticâya gelmişiz             

Hükm eder nisbetleri Bagdad'a Allah aşkına

 

Pîr-i Tâgî şeyhimizin şeyhidir hem Salihâ

Rûz u şeb gözler bizi me'vâda Allah aşkına  

 

 

9

 

Gam günümdür gel eriş sultânım Allah aşkına

Küsdün ise tez barış hubânım Allah aşkına 

 

Hasretinden yandı cismim ciğerim oldu kebâb

Sâkiyâ sun bâdeyi atşânım Allah aşkına        

 

Bu derûnum bir aceb derde giriftar eyledin 

Rûz u şeb bu zâr ile giryânım Allah aşkına   

 

Derd ile Eyyûb'u geçtim hasret-i Yakûb'u da

Kande göster Yûsuf-ı Kenân'ım Allah aşkına               

 

Âh u zârım duysa râhibler çilîpâdan geçer    

Pûte-i aşkında yandır cânım Allah aşkına     

 

Nutkun enfâs-ı Mesîhâ nûr-ı Ahmed'dir özün             

Gizleme hep sendedir dermânım Allah aşkına

 

Dest-gîrim olmaz isen Hazret-i Pîrim benim               

Berri bahri yandırır efgânım Allah aşkına     

 

Çekdiğim derdi belâyı Şeyh-i San'â çekmedi               

Söyle açsın bâbımı derbânım Allah aşkına   

 

Ben de Eyyûb'un belâsın sevdiğimden çekmişem

Bir canım var al sana kurbânım Allah aşkına

 

Gezdi Sâlih senden özge bulmadı hâzık-tabib            

Pîr-i Sâmî ol benim Lokmânım Allah aşkına

 

 

10

 

Evvelâ derdi kazanıp sonra gel dermân ara

Bahr-ı aşkı nûş ediben âbı yok ummân ara  

 

Bu beşer nefsin elinden kurtaramazsın özün

Bir velînin gönlüne gir mekteb-i irfân ara

 

"Men aref" sırrına vâkıf olmak istersen eğer 

"Kulli şey'in hâlikun" de nefha-i  Rahmân ara             

 

Kîl ü kâl ile geçirme ömrüne ey müddeî        

Nutk-ı Ahmed'den zuhûr-ı Hazret-i Kur'ân ara          

 

Evvelâ kıl hâne-i dilde gazâ-yı ekberi             

Pâk edip beyti sanemden Hızrı veş mihmân ara 

 

Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını

Pîre teslîm et özün  bir mürşidi bürhân ara  

 

Derdi olmayan tabîb dükkânına basmaz kadem    

Hasret-i hicrâna yanıp Hazret-i Lokmân ara               

 

Gir Tarîk-i Nakşibend'e cân  u dilden hâdim ol           

Pîr-i Sâmî Hazreti'nden haddi yok ihsân ara

 

Dest-i kudret destini bil nûr-ı Ahmed zâtını

Sıdk ile sâlik oluben arşa dek seyrân ara       

 

Hep ledünnîdir kelâmı vâris-i Ahmed'dir Ol               

Cephesinde gör cemâli Yûsuf-ı Kenân ara     

 

Söyleyen Sâlih'dir amma söyleten Sâmi'durur

Bulmak istersen birâder böyle bir sultân ara

 

 

11

 

Berzahda kalır ermez ise bu garîb insân        

Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ          

Âh eyle gönül belki Hudâ eyleye ihsân          

Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ

 

Bu ikisidir zübde-i esrâr-ı hakîkat    

Bir kâmile irgür var ise sende hamiyyet        

Bu ikiden izhâr olur esrâr-ı hüviyyet               

Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ

 

İster isen vuslatı derûn ile ara           

Kıllet ile zillet ile derd ile ara             

Nutkeyler olara erse seng ile hârâ    

Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ

 

Tevrât ile İncil ü Zebûr Kâf ile ara    

Bu derde düşen zümre-i esnâf ile ara             

Bunlar ile erişirsin vuslat-ı yâra

Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ

 

Esmâlarına emr edip ol Kâdir ü Mennân       

Bir "Ahsen-i takvîm" le yaratıldı bu insân     

Ol sûrete nefh eylediği Nefha-i Rahmân       

Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ

 

Bil fer'indir âlemde olan nûr ile ervâh            

Hep cümle maâdin ile zî-rûh olan eşbâh       

Aynı da değil gayrı değil ol buna âgâh            

Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ

 

Ger ister isen sözlerime hüccet ü bürhân      

Meydânda-durur Hazret-i Sâmî gibi sultân

Cân ile gözü sem'i sözü vech ile yeksân          

Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ

 

Bundan geri Sâlih dahi sen olma mükedder

Sâmî gibi bir sultânı hem  kıldı müyesser     

Takdîr-i ezel sana da olmuştur mukadder    

Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ

 

 

12

 

Söz ile bir kalbe doğmaz ledünnî      

Bütün âzâları dil olmayınca

Nefs-i emmârenin bilinmez fendi     

Gönül şehri bahr-ı Nîl olmayınca      

 

Söz ile bulunmaz bir sâdık muhîb    

Derde düşmeyince aranmaz tabîb

Her bir şükûfeye konmaz andelîb     

Mâdem ki içinde gül olmayınca

 

Her bir âşık vâsıl olmaz yârına           

Berdâr olmayınca vuslat dârına        

Pervâne-veş düşüp aşkın nârına       

Mansûr gibi yanıp kül olmayınca      

 

El çek mâsivâdan bırak bu câhı         

Râz-ı derûnundan eylegil âhı             

Cânân illerinin açılmaz râhı

Varıp bir kâmile kul olmayınca          

 

Pîr-i Sâmî gibi sâhib-irşâdı  

Bulup kapısında kılak feryâdı

Hiç birimiz bulamazık necâtı             

Bizim delîlimiz Ol olmayınca             

 

 

Sâlih bu sözlerin yalan olamaz

Her beşer sûretli insân olamaz

Her bir kimse ehl-i irfân olamaz        

Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca

 

 

13

 

Hazret-i pîrimden olaldan münîb    

Zâhir oldu çok alâmetler acîb             

 

Ten senin bu can senin cânân senin

Benliğim kaldır aradan yâ Mucîb      

 

Yûsuf-ı cânânıma irgür meni              

Hüsn-i ruhsârına eyle andelîb           

 

Dest-i pîrimden içirip bâdeyi             

Cür'a-i  vahdet meyinden kıl nasîb  

 

Defter-i uşşâka kayd et adımı            

Hürmetine Mefhar-i âlem Habîb      

 

Pîr-i Sâmî Hazretin yâ Rabbenâ

Bu derûnum derdine eyle tabîb        

 

Senden özge yok enîsim yâ İlâh         

Sâlih'i bırakma bu yerde garîb           

 

 

14

 

Dâd elinden ey gönül kıldın bana cevr ü itâb              

Yandırıp râz-ı derûnum bağrımı kıldın kebâb             

 

Çokları nûr-ı cemâlinle müşerref eyledin      

Ağladıkça ben kaçındın yüzüne çekdin nikâb             

 

 

Her belâ çevgânına karşı tutup bu boynumu              

Bu vücûdum şehrini baştan başa kıldın harâb

 

İstedikçe vuslatı ferdâya saldın sen beni      

Hasret-i hicrân odundan var mı artık bir azâb            

 

Serseri gezme cihânda sen sana gel ey gönül

Bir gün olur başına döner bu etdiğin dolâb

 

Pîr-i Sâmî Hazretine ilticâya gelmişem          

Sun bize vahdet meyinden bir kadeh memlû şarâb  

 

Sırr-ı vahdet âlemine eyle mahrem bizleri   

İyd-ı vuslat günleridir aradan kalksın hicâb

 

Sâlihem Leylâ-sıfat bir dilberin Mecnûnuyum

Perdeyi yüzden götür ey mazhar-ı âlî-cenâb

 

 

15

 

Hudânın lutfu ihsânı şerî'ât

Marîzin cümle dermânı şerî'ât           

 

Dahi hem "küntü kenz" in mebdeinden         

Giyüben şekl-i nûrânî şerî'ât

 

Dahi Hayy  isminin hem mazharıdır               

Odur hem ümm-i rûhânî şerî'ât        

 

Müdebbir isminin hem cevheridir   

Behiştin hûrî gılmânı şerî'ât               

 

Kalem şakk oldu ilm ü hikmetinden

Yazıldı cümle elvân-ı şerî'ât

 

Yazıldı levh-i mahfûza serâser           

Kamu esrârı ayânı şerî'ât      

 

Dahi Mûsâ'ya nutk etti şecerden      

Asâdan yardı  ummânı şerî'ât            

 

Ki İsmâil kıluben inkıyâdı    

Erişti kebşi kurbân-ı şerî'ât 

 

Dahi esrârı nûr-ı Mustafâ'dır              

Kılan izhâr-ı Kur'ân'ı şerî'ât 

 

Dahi mi'râca teşrîfinden Ahmed

Delîli akl-ı furkân-ı şerî'ât    

 

Hicablar ref' olup "Nûrun alâ nûr"    

Hitâb-ı nûr-ı Rabbânî şerî'ât

 

Hem otuz iki harfin aslıdır ol

Kelâmın bahri ummânı şerî'ât           

 

Ki ansız bir nebî gelmez zuhûra        

Asâsı elde bürhânı şerî'ât     

 

Hakîkat hâfızı dîv-i recîmden             

Alır berzahdan insânı şerî'ât               

 

Hakîkat ehlinin hem muktedâsı       

Kamu ebrârın îmânı şerî'ât  

 

Hakîkat lübbü esrâr-ı kelâmdır         

Zuhûra getiren anı şerî'ât     

 

Hakîkat rûhudur hem evliyânın

Dahi ecsâm ile cânı şerî'ât   

 

Hakîkat mazharı hem ism-i zâttır     

Sıfatın cümle bürhânı şerî'ât

 

Hakîkat gerçi kim şems-i Hudâ'dır  

O şemsin mâh-ı tâbânı şerî'ât            

 

Hakîkat ehlinin yoktur nişânı

İmâret eden ekvânı şerî'ât   

 

Hakîkat kenzinin mîftâhı oldur         

Dahi hem hısnı derbânı  şerî'ât         

 

Hakîkat ehlinin düşmânı çoktur

Olubdur şâh-ı merdânı şerî'ât            

 

Anı bilmezse kimse Hakkı bilmez

Usâtın dârü'l-emânı şerî'ât  

 

Hakîkat âlemi kenz-i hafîdir               

Açıktır cümle meydân-ı şerî'ât

 

Hakîkat semtine ilkâ eder ol               

Kamu ehl-i muhibbânı şerî'ât            

 

Cemî-i âlemi kılmış ihâta     

Dahi hem arş-ı rahmânî şerî'ât

 

Yürütür hükmünü şark ile garba

Hudânın emri fermânı şerî'ât

 

Hakîkat hâlidir hem evliyânın

Kamu ef'âli ayânı şerî'ât       

 

Kulûb-ı evliyâdır âşiyânı      

Kurulmuş taht-ı sultânı şerî'ât

        

Sakın her mürşide varma hazer kıl   

Görürsen anda noksân-ı şerî'ât

 

Sakın nefsim hevâya tâbi olma          

Sen anı sanma kim fânî şerî'ât           

 

Varıp dergâh-ı Sâmîde gulâm ol        

Kılan icrâ O'dur şân-ı şerî'ât

 

Hakîkat Mürşid-i Rabbânî Ol'dur

Kamu hubbu suhandânı şerî'ât         

 

Hakîkatten beyân eyler meânî          

Kamu tevîli tıbyânı şerî'ât   

 

Dahi ismi Muhammed Şeyh-i Sâmî

Lisânından eder ceryan şerî'ât           

 

Recâsı Sâlih'in budur Pîrinden

Kılam icrâ-yı hakkânî şerî'ât               

 

 

16

 

Şeş ciheti başdan başa kaplamış       

Gelir her taraftan hû-yı muhabbet

Hâl-i hindû askerini toplamış            

Sarmış haddin ile mûy-ı muhabbet 

 

Bülbüle çekdirir âh ile zârı

Pervâneye dâim gösterir nârı             

Mecnûn'un Leylâ'sı Mansûr'un dârı

Ezelden böyledir hûy-ı muhabbet

 

Pîrimden arz etmiş hûb-cemâlini     

Gönlüne derc etmiş hep kemâlini     

Dilinden şerh eyler her bir hâlini

Dağılır Sâmî'den bûy-ı muhabbet    

 

Gâh kendini gizler girer ebcede         

Gâhi ebrû ile ayn-ı esvede   

Gâhi de aks eder şâb-ı emrede           

Anlardan gösterir rûy-ı muhabbet   

 

Gâhi sultân olur gâhi dilenci

Gâhi doğru olur gâhi yalancı

Gâhi tüccâr olur gâhi talancı               

Gezer ili hem çarşıyı muhabbet

 

Gâh ahdine vefâsını gösterir               

Gâh Sâlih'e safâsını  gösterir

Gâh şiddetle cefâsını gösterir

Yaklaştıkça yârin köyü  muhabbet   

 

 

17

 

Haddini bil müddeî gel etme her cân ile bahs            

Bârı boncuk olan etmez dürr ü mercân ile bahs          

 

Ârifin her bir kelâmı hüccet ü bürhân ile       

Kuru da'vâ ile olmaz ehl-i irfân ile bahs

 

Sen yalancı nefs elinden kurtaramazsın özün

Nâ-münâsib eylemeklik kâmil insân ile bahs             

 

Marifetden dem urursun belde zünnârın durur         

Kesmeden zünnârını eylersin îmân ile bahs

 

Geçti ömrün nefsin ile etmedin bir gün cihâd             

Rûz u şeb etmek dilersin şâh-ı merdân ile bahs         

 

Pîr-i Sâmî Hazretine eylemezsin bîatı            

Bî-edeb etmek dilersin öyle sultân ile bahs 

 

Sâlihem şeyhim güneştir ben anın bir zerresi

Zerre hiç eyler mi aslâ şems-i tâbân ile bahs               

 

 

 

18

 

Senin hasret firâkındır benim giryânıma bâis             

Senin vuslat şarâbındır benim bürhânıma bâis         

 

Cemâlin kıblegâhımdır nazargâh-ı ilâhımdır              

Benim hep dûd-ı âhımdır kamu efgânıma bâis          

 

Senin aşk-ı hayâlinden kayırmam çektiğim derdi

Cemâlin arz kılmazsın nedir noksânıma bâis              

 

Kamu bu âlemin aslı muhabbetden değil midir

Nedir kahr-ı celâl içre dil-i vîrânıma bâis      

 

Cefâdan kaçmaz âşıklar senin hüsnün visâlinden     

Firâk-ı infisâlindir ciğer-sûzânıma bâis         

 

Pîrimiz serverimizdir Muhammed Hazret-i Sâmî 

Anın nûr-ı cemâlidir benim dermânıma bâis

 

Kulûbum eyledi ihyâ münevver kıldı dil şehrin         

Anın enfâsı kudsîdir benim irfânıma bâis     

 

Menem Sâlih hulûs ile gulâm oldum kapısında         

Memât iken hayât buldum olup dîvânıma bâis          

 

 

19

 

Ey birâder derd-i aşka mübtelâ olmak da güç             

Sûret-i insânide hayvan-sıfat kalmak da güç

 

Bağrımın kanı kurudu ciğerim oldu kebâb

Hasret-i hicrân oduna her zaman yanmak da güç     

 

Derd nedir dermân nedir yâ ben beni bilmem neyim

Nâr u nûrun berzahında sararıp solmak da güç          

 

Nûr-ı Ahmed'dir özüm dürr-ı yetîmî bendedir           

Bu beşer nefsin elinden anı kurtarmak da güç

 

Gevher-i nefsimi yutmuş bir amansız ejdehâ              

Bî-basar mârın elinden şeb-çerâğ almak da güç     

 

Müttakîler kisvetine müddeîler girdiler        

Muhtefî oldu erenler arayıp bulmak da güç 

 

Bahriler ummâna daldı pek çoğaldı dehriler               

Öyle mülhidler ile bahs-i dîne dalmak da güç            

 

Hep hatîâtın büyüğü hubb-ı dünyâ bilirem 

Ânı terk etmek de güç pek kipce sarılmak da güç

 

Öyle bir derde giriftâr olmuşum âlemde kim              

İttisâle çâre yokdur dahi ayrılmak da güç     

 

Hâne-i dil cennet-i irfâna dâhil olmadan      

Âr u nâmus şişesini taşlara çalmak da güç

 

Pîr-i Sâmî gibi sultâna kılalım iktidâ               

Keştibânsız fülkümüzü engine salmak da güç            

 

Derdimi defter edip sultânıma arz eylesem

Ol bilirken cümle hâlim arz-ı hâl sunmak da güç

 

Hamdulillah böyle bir sultâna hâdim olmuşam        

Sâlihem sıdk ile şâhım hizmetin kılmak da güç

 

 

20

 

Esîr-i nefse kul oldun yeter gel bu hevâdan geç         

Bu ömrü kîl  ü kâl ile çürüttün bu sivâdan geç            

 

Yediğin su ile toprak kamu giydiklerin nârdır             

Bu âlem âşiyandır gel bırak berzah yuvadan geç       

 

Gel ey sûfî kıl insâfı bırak gel Zeyd ile Amr'ı 

Geçirme yok yere ömrü hased kibr ü riyâdan geç

 

Yalancı nefse kul olma düşün bir mebde-i aslın         

Bulup bir mürşid-i kâmil bütün bey' ü şirâ'dan geç  

 

Bulup Sâmî gibi şâhı görürsün ulu dergâhı

Olup her ilme âgâhı kamu ağ u karadan geç

 

 

Cihânın yaz u kışın gör ne etmiş Perver işin gör         

Hemân sen kendi işin gör misâfirsin buradan geç

 

Hemân ref' idegör varlık hicâbın sen dahi Sâlih

Görünsün sana vahdet âfitâbı mâcerâdan geç            

 

 

21

 

Giriftâr-ı aceb sevdâ-yı aşk oldun mu sen Sâlih          

İçip vahdet meyinin cür'asın kandın mı sen Sâlih            

Hevâ-yı nefsine tâbi olup gaflette mi kaldın               

Firâk-ı hasret ile sararıp soldun mu sen Sâlih             

 

Eriştin mi bu âlemde aceb bir himmet ehline            

Kuru da'vâyile ömrün geçirüp kaldın mı sen Sâlih

 

Ömür sermayesini cümle kîl ü kâle sarf ettin              

Kulûb-ı ârifan ile aceb doldun mu sen Sâlih

 

Bağırtlak gibi illerde gezip âvâre mi kaldın  

Olup Ferhad bu benlik dağını deldin  mi sen Sâlih

 

Biraz kutta-ı râhîlerle ömrün zay'e mi verdin              

Pîr-i Sâmî gibi şâhı varıp buldun mu sen Sâlih

 

Der'i âsîlerin dârü'l-emânıdır bilâ-şübhe      

Kılıp bîat aceb sıdk ile kul oldun mu sen Sâlih           

 

Riyâ ile olan amel seni nârdan halâs etmez 

Aceb ismin gibi bilmem amel kıldın mı sen Sâlih

 

22

 

Derûnun derdini her yerde açma      

Sabr eyle bu yolda olmagıl ilhâh       

Gizle esrârını meydâna saçma           

Her yerde açılıp olma sen şerrâh      

 

 

Râh-ı müstakîmi bırakma elden       

Evrâdı ezkârı terk etme dilden          

Sıdk ile kulluk et cân u gönülden      

Çok feth-i bâb eyler Ol Ganî Fettâh  

 

Bir tabîb-i hâzık Lokmâna yürü         

Cân u ten derdine dermâna yürü      

Pîr-i Sâmî gibi sultâna yürü 

O'dur kalbimizi eyleyen ıslâh

 

Eğnime giymişem gam libâsını         

Murg-veş beklerem ten yuvasını      

Sâlihem çekerem aşk belâsını

Âhir bu derd beni eylemez iflâh        

 

 

23

 

Cihân bâğında gülşandır meşâyih    

O gülşan içre hûbândır meşâyih       

 

Bular ilm-i ledün serverleridir           

Gürûh-ı ehl-i irfândır meşâyih           

 

Şerîat âlimi hem âmilidir     

Kamusu kâmil insândır meşâyih

 

Bular hep enbiyâ vârisleridir              

Ulûmu keşf-i Kur'ân'dır meşâyih      

 

Bulardır fâtih-i sırr-ı velâyet               

Derûnu bahr u ummândır meşâyih 

 

Bular râh-ı Muhammed'le giderler  

Kelâmı cümle bürhândır meşâyih    

 

Hilâfet tahtgâhında oturup 

Kamusu gizli sultandır meşâyih        

 

Pîrimizdir Muhammed Şeyh-i Sâmî

Cemâli nûr-ı îmândır meşâyih           

 

Kapısına gelenler olur irşâd

Tabîb-i aynı Lokmândır meşâyih      

 

Gönüller âlemine hükm ederler

Acâib rûh-ı sultândır meşâyih

 

Firâkından bu Sâlih eyler âhı             

Ziyâr-ı azm-i pîrândır meşâyih          

 

 

24

 

Seni hayvân iken insân eder şeyh

Gönüller şehrine mihmân eder şeyh               

 

İçirip bir kadeh aşkın meyinden

Gedâ iken seni sultân eder şeyh        

 

Münevver eyleyip kalbin sarayın      

Derûnun derdine dermân eder şeyh               

 

Olursun "men aref" sırrından âgâh   

Seni katre iken ummân eder şeyh    

 

Haber verir hakîkat illerinden

Sana çok tuhfeler ihsân eder şeyh    

 

Sana söyler ledünnîden meânî          

Hakîkat ilm ile irfân eder şeyh

 

Olursun vahdetin sırrından âgâh

Seni bir noktada yeksân eder şeyh   

 

Bulursun Pîr-i Sâmî gibi şâhı

Bir anda vâsıl-ı cânân eder şeyh

 

Olunca râbıta Sâlih pîrine    

Mugaylanlıkları gülşan eder şeyh     

 

 

25

 

El-meded ey Pîr-i Sâmî Şâh-ı hûbân el-meded          

Pîr-i Tâgî hürmetine eyle ihsân el-meded    

 

Benliğimiz berzahından nefsimiz eyle halâs

Hürmetine ism-i a'zam Kâf-ı Kur'ân el-meded

 

Aç basîret aynımız ferdâya salma sen bizi    

Kıl terahhum çekmeyelim bend-i hüsrân el-meded 

 

Hem yüzün Sebu'l-Mesânî "kenz-i vahdet" kalbiniz 

Hâfız-ı hıfz-ı  emânet sensin ey cân el-meded            

 

Kâbe  inşâ-yı  Halîl'dir sendedir beyt-i Celîl

Sensin Allah'ın delîli rûh-ı sultân el-meded

 

Sen makâm-ı kudsîden kurtarmağa geldin bizi

Ahdine eyle vefâ kıl derde dermân el-meded

 

Nûr-ı Ahmed'le boyandın hem dem-i  Îsâ ile              

Vuslatınla bizleri kıl cümle şâdân el-meded

 

Cânâ cânân cân dahi cânânâ kavuşmak diler

Arada var "berzahun lâyebgıyâni" el-meded               

 

Pîr-i Sâmî sâyesinde çok muammâ söylerem              

Sâlih'i eylerse şâhım ehl-i irfân el-meded

 

 

 

26

 

Bu cihân halkını seyrân eyledim       

Hep âşinâ buldum görmedim bir yâd             

Gezdim çâr-köşeyi devrân eyledim  

Hep yerli yerince yaratmış üstâd      

 

 

Döner çarh-ı felek aslâ yorulmaz       

Sâni'in sun'una akıllar ermez             

Ârif olan bu dünyâya sarılmaz

Her kimi sevdiyse eyledi berbâd

 

Çok Rüstem'ler çok sultânlar yer yedi             

Çok hânları harâb etti yürüdi

Tamu yedi semâ yedi yer yedi           

Bu merâtib üzre olunmuş îcâd           

 

Bilinmez âlemin sırrı nihândır           

Dört şâhın hükmüyle döner cihândır              

Ârif olanlara özge  seyrândır

Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd       

 

Sâlihem ben bu esrâra ermedim       

Bâğ-ı vahdet güllerini dermedim

Çok meşâyih devr eyledim görmedim

Pîr-i Sâmî gibi bir sâhib-irşâd

 

27

 

Nutk-ı pâkindir efendim bana bürhândan lezîz         

Zîr-i hâkindir efendim bana dermândan lezîz             

 

Yûsuf-ı Kenân-ı hüsnün aklımı yağma eder

Dişlerin dürr ü mücevher sohbetin cândan lezîz        

 

 

Ârifin her bir kelâmı bir mücevher kânıdır   

Cânlara verir hayâtı âb-ı hayatdan lezîz        

 

Ehl-i nefsin sözleri akl-ı maâşdan gelir          

Ehl-i irfânın kelâmı dürr ü  mercândan lezîz

 

Aç basîret gözlerin bir bak cihâna müddeî    

Var mıdır dünyâda bir cân kâmil insândan lezîz

 

Çok meşâyih devr edip hergiz nazîrin görmedim       

Hazret-i şeyhim Muhammed Sâmî Sultândan lezîz

 

Sâlihem şeyhim Muhammed Pîr-i Sâmî'dir benim

Ol durur dünyâ ve mâfîhâ bana cândan lezîz              

 

 

 

28

 

Kapına varan olmaz mı telezzüz        

Cemâlin gören olmaz mı telezzüz

 

Sana ihlâs ile sâlik olanlar    

Senin aşkınla bulmaz mı telezzüz

 

Yürekden sıdk ile Allah diyenler

Derûnu cümle dolmaz mı telezzüz   

 

Huzûrunda senin irşâd olanlar

Kalıp hayretde kılmaz mı telezzüz

 

Girip dil şehrine kalbin derinde        

Duran şeytânı sürmez mi telezzüz

 

Hakîkat erleri vahdet yüzünden

Kamu eşyâda görmez mi telezzüz

 

Bu cân Yûsuf'unun hüsnün görenler               

Serin sevdâya salmaz mı telezzüz     

 

Pîrimiz Şeyh-i Sâmî sohbetini

İşiten kalbe ermez mi telezzüz

 

Alanlar himmeti Sâlih pîrinden

Dimâğ-ı câna girmez mi telezzüz      

 

 

 

 

 

29

 

Gezeriz hayvân-ı nâtık misâli             

Ekl ü şurbdan gayrı ne kârımız var   

Kesret-i sevk içre çok lâübâî

Söylemeden gayri ne kârımız var

 

Pîr-i Sâmî kademinde turâbız            

Ne câh gözediriz ne kâmyâbız            

Kanâat-nişîniz ehl-i harâbız

Âlem-i ekvânda devrânımız var        

 

Bizlere tarîfe ne hâcet gülü

Ezelden olmuşuz anın bülbülü

Her ırgalandıkça mûyunun teli         

Gûnâ gûnâ bûy u elvânımız var         

 

İmtihân-ı yârdır cevr ile sitem           

Müsâvîdir bizde hem medh ile zem 

Şiddet-i berzahdan bizlere ne gam

Pîr-i Tâgî gibi sultânımız var

 

Nefsim bana râm ol düşme teşvîşe  

Hep fâsiddir bu kurduğun endîşe     

Sürüsün  yedirmez kurt ile kuşa

Pîr-i Sâmî gibi arslanımız var

 

Mezûniyyet almış aşk mektebinden

Doyulmaz şâhımın  hem sohbetinden

"Sırr-ı leben" zâhir olur lebinden      

Bî-fehim çok gâfil insânımız var        

 

Gönlüme nakş oldu hubb-ı cemâli   

Terk eyledim cümle hep kîl ü kâli     

Dünyâ-perestlerin çok ise mâli          

Bizim de İmâm-ı zamanımız var

 

 

"Men aref" sırrına vâkıf olmuşam

Nefsim ile hem Rabbimi bilmişem

Mutmainne kalasına girmişem          

Gâyrette bir metîn hisârımız var

 

Himmet-i evliyâ bize yâr iken

Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken    

Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken

"Kâbe kavseyn"e dek seyrânımız var               

 

Gönderdi Sâmî'sin ol Pîr-i Tâgî

Erzincân şehrinde kurdu otagı

Sâmî'dir cihânın hem şeb-çerâgı       

Bizim de ahd ile peymânımız var     

 

Benlik berzahından âzâd olmuşuz

Her bir sohbetinden irşâd olmuşuz

Böyle bir sultâna evlâd olmuşuz

Daha bundan büyük ne şânımız var

 

Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı       

Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı 

Nûr-ı cemâlinde seyr et Mevlâ'yı

Bir rûh-ı musaffâ mir'âtımız var        

 

Âteş-i aşkınla yandır Sâlih'i

Şarâb-ı lebinle kandır Sâlih'i              

Taklîd'den  tahkîke döndür Sâlih'i

Afv eyle hizmette noksânımız var

 

 

30

 

Sıdkı  ile sâlik olan illâya giderler     

Âzâde olup vahdet-i kübrâya giderler            

 

Aldanma sakın katreye ummânı dilersen     

Dil-beste olan cümlesi deryâya giderler        

 

Hem dâmen-i şeyhi tutagör kalma yolundan              

Ol zümre-i Sâmî kamu Mevlâ'ya giderler      

 

Sibâ'i-sıfat yok yere ömrünü geçirme              

Hem kadre eren Leyle-i İsrâ'ya giderler        

 

Mülkün mü sanırsın acebâ işbu cihânı

Târik olanın cümlesi me'vâya giderler            

 

Cem oldu vücûdunda senin çâr-ı anâsır         

Hep sonra gine geldigi ârâya giderler             

 

Hep varlığını anlar alıp müflis olursun          

Amâl-i kabîhin kamu şekvâya giderler           

 

Ârifler ayı görmeyicek savmını bozmaz          

İftara olar nimet-i uzmâya giderler  

 

Sâlih sözünü dâima sâlihlere söyler 

Anlar dahi Sâmî gibi bedrâya giderler            

 

 

31

 

Ey nefha-i cân bülbülü gizleme cânân sendedir        

Aratma gel ehl-i dili ol gül-i handân sendedir            

 

Düştün anâsır bendine aldandın anın fendine           

Şehr-i hakîkat semtine cezb ile devrân sendedir

 

Emmâre nefsin sözleri dönderdi Hak'dan yüzleri      

Dîv-i recîmden bizleri kurtar ki meydân sendedir     

 

Râh-ı hakîkat rehberi şâh-ı velâyet serveri   

Kıl kâmyâb bu kem-teri her türlü ihsân sendedir      

 

Kesretten erip vahdete mir'ât olupsun Hazrete         

Bizi eriştir vuslata hem peyk-i Rahmân  sendedir     

 

Bahrü'l-hayâtın âbısın âşıkların mihrâbısın

Şehr-i ulûmun bâbısın esrâr-ı bürhân sendedir         

 

Kenzü'l-hakâyık mahremi cemü'l-meşâyih ekremi 

Bu kâinâtın efhamı mühr-i Süleymân sendedir         

 

Yüzüne çekmişsin nikâb kimden edersin ihticâb       

Ey mazhar-ı âlî-cenâb şems-i şebistân sendedir       

 

Nutkun Mesîhâ'nın demi âşıkların olmaz gamı          

Sun bizlere câm-ı Cem'i bu denlü atşân sendedir      

 

Yoluna bu cânım fedâ aşkın bana olsun gıdâ

Ey Sâmî-yi nûr-ı Hudâ derdime dermân sendedir

 

Aşkına cümle pîrlerin gönder hakîkat şîrlerin             

Kahr et bu nefsim askerin emr ile fermân sendedir

 

Sâlih diler senden meded ey mahrem-i sırr-ı Ahad

Hem mazhar-ı Ferd ü Samed ol Kâf-ı Kur'ân sendedir            

 

 

32

 

Hayât-bahş eyle şâhım bu derûnum eylegil hûşyâr 

Hakîkat tîrin irgür murg-ı cânı eylegil bîdâr

 

Hidâyet âfitâbı ref' edip kesret sehâbını       

Münevver eyle dil şehrin derûnum eylegil gülzâr     

 

Saâdet neyyiri sensin velâkin bî-haber huffâş            

Basîret  tûtîyâsın çek dü çeşmim eylegil envâr           

 

Temevvüc eylemiş deryâ-yı vahdet hem derûnunda               

Harâb-ı vâridâtındır dehânından olur ezkâr

 

Hitâb-ı "küntü kenz" in sırrına mahrem olan sensin

"Fe ahbebtü" senin şânındadır ey mazhar-ı dîdâr     

 

 

Sıyâmın vaslile açmak diler bu abd-i miskînin           

Cemâlin arz edip zülfün teline eylegil  berdâr             

 

Nemîdânende esrârın behâyim-veş sıfat câna            

Rehâ bulur bu dûzahdan cemâlin eyleyen züvvâr     

 

Be-hakk-ı Pîr-i Tâgî Seyyid-i şâh-ı velâyet hem

Eriştir vuslat-ı yâra meded ey seyyidü'l-ebrâr            

 

Muînim melceim sensin gulâmındır senin Sâlih        

Diler kim sâye-i Sâmî'de ol olsun ulül-ebsâr

 

 

33

 

Bir Leylânın Mecnûnuyam cânân ilinin cânıdır

Bir dilberin meftûnuyam bu cân anın kurbânıdır      

 

"Sebu'l-Mesânî"dir yüzü nutk-ı Mesîhâ'dır sözü        

Nûr-ı Muhammed'dir özü ol nefha-i Rahmânî'dir     

 

Arş-ı muazzam başıdır hem "Kâbe kavseyn" kaşıdır

Ol akl-ı evvel cûşudur "kün" emrinin fermânıdır       

 

Âşıkların sevdâsıdır âriflerin me'vâsıdır        

Sâlihlerin Leylâsıdır kâmillerin seyrânıdır

 

Bahrü'l-hayât peymânesi hem gevher-i dürdânesi   

Şems-i Hudâ pervânesi cümle maâdin kânıdır           

 

Aşk u muhabbet hânesi âlem anın dîvânesi

Hep cümle hüsnün anesi bir Yûsuf-ı Kenân'ıdır        

 

Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol         

Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır        

 

Cevlân eder bu arada bir pertev-i nûr-ı Hudâ             

Şeyhim Muhammed Sâmî de ol dilber-i rûhânîdir    

 

Her kim ki tuttu destini soyundu varlık postunu       

Buldu hakîkat dostunu bildi bu dünyâ  fânîdir

 

Budur recâsı âsînin göster yüzün leylâsının

Sâlih dâim Mevlâ'sının hem kulu hem kurbânıdır

 

 

34

 

Gelin ey yâr-ı sâdıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Bütün cem olsun âşıklar

Bu meydân-ı muhabbettir

Pîrimiz Sâmî Hazrettir

 

Gelin  dergâha dervîşler

Kılalım zevk ü cünbüşler

Hudâ'nındır kamu işler

Bu meydân-ı muhabbettir

Şefîimiz Muhammed'dir

 

Çalındı mahşerin Sûrı

Göründü Ahmed'in nûrı

Bezendi cümleten hûri

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu bir ıyd-ı meserrettir         

 

Kuralım halka-i zikri

Kamu bir edelim fikri

Kılalım hamd ile şükri

Bu meydân-ı muhabbettir

Tarîk-i ehl-i iffettir  

 

Teveccühe gelin ihvân

Kuruldu halka-i Rahmân

Açıldı ravza-i rıdvân               

Bu meydân-ı muhabbettir

Bu bir uzmâ-yı nimettir        

 

Erişti Hazret-i Sâmî

İçirdi bizlere câmı

Kamu mestetti ağlâmı           

Bu meydân-ı muhabbettir

Sülûk ehline hayrettir            

 

Erişti şeyh-i memdûhı          

Şifâ-yâb etti mecrûhı             

Berâber evliyâ rûhı

Bu meydân-ı muhabbettir

Kamusu ehl-i vahdettir

 

Erişti Sidre'den cânân           

Bilesince kamu gılmân          

Dayansın işbu Erzincân

Bu meydân-ı muhabbettir

Temâşâgâh-ı hikmettir         

 

Erişti Hazret-i Tâgî

Dağıttı leşker-i zâgi 

Kurup dergâha otağı

Bu meydân-ı  muhabbettir

Dü çeşmi nûr-ı Ahmed'dir   

 

Hakîkat şemsi râhıdır            

Velîler cilvegâhıdır  

Füyûzatı İlâhîdir      

Bu meydân-ı muhabbettir

Dahi sırr-ı nübüvvettir

 

Menem Sâlih şecî'âne            

Girip aşk ile meydâne

Getirdim koçu kurbâne

Bu meydân-ı muhabbettir

Şarâb-ı  aşk-ı Hazrettir

 

 

 

 

35

 

Dilerem senden ey zât-ı mutahhar  

Bana cânânımı eyle müyesser           

 

Cemî-i enbiyânın hakkı yâ Rab          

Alıp cüz'üm beni eyle muammer      

 

Hayâli gönlüme nakş oldu çıkmaz

Yed-i kudretle olmuşdur musavver 

 

Çü sensin Hâlık-ı "nahnu kasemnâ"

Çü sensin Âlim u Binâ mukadder     

 

İlâhî kime gidem ilticâya      

Var iken Pîr-i Sâmî gibi server            

 

Bana andan gelir nisbet kokusu        

Meşâmma erişir bûy-ı muattar          

 

Çü gönlü hikmete sandûka olmuş    

Açıldıkça çıkar her türlü gevher

 

Anın ile muhabbet eyleyenler

Olur irşâd misâl-i "Pend-i Attâr"       

 

Rumûz-ı noktayı fehm eyleyenler    

Bilir her sözlerini bir mücevher

 

Duyaldan "küntü kenz" in sırrını biz

Olup nakşında Nakkâş'ın muhayyer               

Sözünü özünü fehm eyleyenler          

Olardır nûr-ı Ahmed'le münevver    

 

Egerçi sen seni bildinse Sâlih

Bilirsin ki muhayyersin muhayyer   

 

 

36

 

Tabîbler yarama sarman merhemi

İlâc kabûl etmez bu bir yaredir

Sardıkça merhemi artıyor gamım

Anladım ki bir sağalmaz yaredir       

 

Var mı bir ehl-i aşk murâda ermiş

Her biri bir hâle giriftâr olmuş           

Bu yara da bana yârimden gelmiş

Ben ağlarım bu onulmaz yaredir

 

Kendi görür kendi sorar hâlimi

Günbegün artırır âh u zârımı              

Kimden kime sunam arz-ı hâlimi

Yine benim arz-ı hâlim yâredir

 

Benim yârim şeyhim Muhammed Sâmî

Andan gayrı saran yoktur yaremi

Rahm eyle sultânım eyle keremi      

Vücûdumda sağ yerim yok yaredir

 

Sâlihem kimseye açmam râzımı        

Koluma kondurdum şâhin-bâzımı   

Yârdan gayrı çeken yoktur nâzımı

Yine bütün hasb-i hâlim yâredir       

 

 

37

 

Bizim bu âlem-i mülk içre bir devrânımız vardır       

Açılmış râh-ı Sıddık'dan büyük meydânımız vardır  

 

Ezelden âşıkız aşkın belâsın inkıyâd ettik    

Ki biz abdâl-ı aşkız derd gibi dermânımız vardır       

 

Acâib andelîbiz kim bizim hiç goncamız solmaz        

Hümâ-yı kuds-i lâhûtuz bekâ gülşanımız vardır        

 

Bizi isyân ile meşhûn sanar bu âlemin halkı

Ki biz ârif-i a'râfız bir özge şânımız vardır     

 

Şikâr almaklığa geldik şikâr olduk bu âlemde             

Anâsır bendine düşdük aceb seyrânımız  vardır        

 

Bu kesrette şühûd-ı vahdetiz gafletdeyiz sanma       

Hümâ-yı âsumânız ol kadar irfânımız vardır               

 

Cevâhir kenzini bulduk olup hâdim kapısında           

Ki elbette bizim ol hisseden ihsânımız vardır

 

Tutup destim kabûl etti beni Ol Hazret-i Şeyhim     

Bi-hamdillah Pîr-i Sâmî gibi sultânımız vardır

 

Tarîkat rütbesin giydir hevâmız Hû'ya tahvîl et         

Kılalım seyr-i lillah sen gibi Lokmân'ımız vardır       

 

İlâhî sâye-i Sâmî'de derdim ihtitâm eyle      

Bağışla Sâlihem pîrime çok noksânımız vardır

 

 

38

 

Bize vahdet sarâyından gelen nûr-ı safâdır pîr

Marîz olan kulûbâtın kamusuna şifâdır pîr   

 

Anın Cibrîl'dir aklı doğup burc-ı saâdetden

Delîl-i peyk-i Rahmân'dır halîl-i enbiyâdır pîr           

 

Bular rûh-ı musaffâdır ki "cemü'l-cem" e varmışlar  

Cemî'den farka gelmişler vekîl-i Mustafâ'dır pîr        

 

Yemîni arş makâmıdır ledünniyât kelâmıdır               

Bular vaktin imâmıdır delîl-i pîşvâdır pîr     

 

Bakarlar ahd-i mîsâka gönül vermezler âfâka             

Cemî-i kalb-i uşşâka veren nûr u ziyâdır pîr 

 

Okurlar mekteb-i dilden alırlar bûyu her gülden       

Bular gelmiştir iç ilden gürûh-ı asfiyâdır pîr

 

Bular bir özge cândırlar bular dârü'l-emândırlar       

Bular kutb-ı zamândırlar kamu vahdet-nümâdır pîr

 

Kapısında seni me'yus kılmak şânına düşmez            

Kabûl-i hazret eyler bir büyük sâhib-atâdır pîr          

 

Pîrimiz Hazret-i Rehber Muhammed Sâmî-yi Server

Kamu uşşâkı mest eyler yüzü şems ü duhâdır pîr     

 

Tutup destin seni makbûl-i dergâh  eyledi Sâlih

Sözü hak kavli mutlak zî-hayâ sâhib-vefâdır pîr         

 

 

39

 

Evvelâ bir pîre teslîm olmayan dervîş midir

Eşiğinde baş koyup cân vermeyen dervîş midir

 

Mekteb-i irfâna girip almayan ders-i sabak  

Hızr ile âb-ı hayâta varmayan dervîş midir

 

Harfi savtı olmayan bir şehre basmayıp kadem         

"Alleme'l-esmâ" rumûzun bilmeyen dervîş midir     

 

Günde yetmiş kez hitâb-ı "İrci'î" den bî-haber            

"Fedhulî" sırrından âgâh olmayan dervîş midir          

 

Mâsivânın illetinden soyunup abdâl olup    

Cân verip ölmezden evvel ölmeyen dervîş midir

 

Bu fenâ gülzârı içre fâili mef'ûlünü  

Her sıfâttan zât-ı Hakk'ı bilmeyen dervîş midir

 

Kabre girip haşre varıp hem sırâtı geçmeden              

Kevser-i Haydar'dan içip kanmayan dervîş midir     

 

 

Andelîb-râ her seher bâğ-ı behişte girmeyip               

Açılıp gül gibi handân olmayan dervîş midir               

 

Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi

Arayıp Hızr-ı zamânı bulmayan dervîş midir

 

Pîr-i Sâmî Hazretine sıdk ile bîat edip

Rûz u şeb bâbında hizmet kılmayan dervîş midir     

 

Şeyhü'l-ekberdir efendim bu asırda şübhesiz             

Böyle bir âlî-makâma gelmeyen dervîş midir             

 

Sâlihem sıdk ile bende olmuşam sultânıma

Ağlayarak bu kapıda gülmeyen dervîş midir

 

 

40

 

Yetiş ey keştibânım büsbütün deryâda yangın var   

Değil deryâ yalınız cümle hep sahrâda yangın var    

 

Açıldı bağ-ı vahdet gülleri mest oldu bülbüller

Zemîn ü âsumân dünyâ ve mâfîhâda  yangın var      

 

Erişti nev-bahâr vakti figâna başladı bülbül

Değil bülbül yalınız ol gül-i ranâda yangın var           

 

Kaşınla kirpigin zülfün beni mest etti ey dilber

Değil mestâne gözler kâmet-i zîbâda yangın var       

 

Muhabbetden yarattı Ol Habîb'i Hazret-i Mennân  

Değil kim Ol Muhammed Hazret-i Mevlâ'da yangın var

 

Hitab-ı "kün fekân" erdi zuhûra geldi akl-ı küll          

Felekler gulgule düştü kamu esmâda yangın var      

 

Zemîne indi me'vâdan nice yıllar döküp kan yaş       

Yalınız ağlayan Âdem değil Havvâ'da yangın var

 

Nice yıl hasret-i hicrân oduyla yaktı Kenân'ı               

Yanan Yakûb değil gör Yûsuf u Zelhâ'da yangın var

 

Cihân halk olalı göster bana âsûde ahvâlin  

Ki yok bir istirâhat esfel ü alâda yangın var  

 

Erişti Sâmî-yi Sultân berâber dilber-i rûhân

Değil yalınız Erzincân Yemen San'â'da yangın var

 

Bilinmez Sâlih'in rengi çalınır tablı gülbangı              

Kurulmuş Kerbelâ cengi yaman gavgâda yangın var

 

 

41

 

Pîrim Muhammed Sâmî'dir mir'ât-ı Rahmân bendedir     

Dergâhı vuslat-kâmıdır Ol nûr-ı sultân bendedir      

 

Hem Mantıku't-tayr olmuşam aynı iken gayr olmuşam  

Sırrı iken seyr olmuşam gizli nümâyân bendedir       

 

Hem nûrı hem nâr olmuşam hem güli hem hâr olmuşam     

Yağmur olup kar olmuşam hem âb-ı bârân bendedir              

 

Bu âlemin mesti benim dervîşlerin postu benim

Bir altı yok desti benim çok kenz-i hemyân bendedir              

 

Hem âsiyâb hem dâneyim ne uslu ne dîvâneyim      

Hem gevher-i dürdâneyim la'l  ile mercân bendedir

 

Gâhî tüvânger gâh gedâ gâhî semûm gâhî gıdâ          

Gâh karada gâhî suda berr ile ummân bendedir        

 

Gâh cânlara cânân benim gâh âfet-i devrân benim   

Gâh âşık-ı Yezdân benim Yûsuf-ı Kenân bendedir    

 

Gâhî gulam gâhî hoca gâhî yigit gâhî koca    

Gâh gündüzem gâhî gece hem mâh-ı tâbân bendedir             

 

Gâh ehl-i sanat oluram gâh ehl-i vahdet oluram

Gâh ehl-i himmet oluram her türlü elvân bendedir  

 

Şems-i Hudâ zerresiyem bu âlemin kübrâsıyem       

Bahrü'l-hayât katresiyem hem âb-ı hayât bendedir 

 

Gâh yanaram gâh tüterem gâh güle karşı öterem

Gâh âteşe cân ataram hem şem-i pervân bendedir   

 

Gâh dil hazînem gâhi şâd gâhî uyûnam gâh Fırad     

Gâhî oluram Keykûbad âlem-i devrân bendedir        

 

Sâlih bu himmet câmîdir maksûdu vuslat-kâmıdır  

Madem ki pîrim Sâmî'dir hem kebş-i kurbân bendedir          

 

 

42

 

"Küntü kenz" in mebdeinden aşk u sevdâ "Hû" çeker              

"Lâ"yı iskât eyleyenler dâim illâ "Hû" çeker 

 

Can kulağın tut basîret gözlerin aç müddeî  

Her bir eşyânın yüzünden her bir esmâ "Hû" çeker  

 

"Ahsen-i Takvîm" rumûzu "Alleme'l-esmâ" durur     

Kâinâtın zübdesi Mahbûb-ı Mevlâ "Hû" çeker            

 

Çık anâsır  gömleğinden gir hüviyyet şehrine             

Yek nefes kılmış ihâta zîr ü bâlâ "Hû" çeker 

 

Hâki bâdı âbı âteş sen  ne sandın zâhidâ      

İsm-i a'zamdır bular nakş-ı dilârâ "Hû" çeker             

 

Mekteb-i irfâna gir oku hakîkat dersini

"Kâf u nûn" un menşeinden kûh u sahrâ "Hû" çeker 

 

Kâbız ismin mazharıdır bil bu hâkin aslını   

Kabza-i kudrettedir leyl ü nehâr "Hû" çeker

 

 

Mazhar-ı Hayy  olduğiyçün âb u bâdın aslı bil            

Nefha-i Rahmânî'den dünyâ vü ukbâ "Hû" çeker      

 

"İsm-i Rabbim" mazharı şems-i cihandır şübhesiz   

Âleme oldur mürebbî seng-i hârâ "Hû" çeker              

 

Nakşibendî'ler kurunca halka-i illâ-yı Hû     

Keşf olur arz u semâvât arş-ı alâ "Hû" çeker 

 

Hey tahâretten habersiz râbıta bilmez hasîs               

Nefha-i âdem deminden cümle deryâ "Hû" çeker     

 

Râbıta oldukça Sâmî Hazretine sâlikân         

Ravza-i tevhîd misâli cismi hep yâ "Hû" çeker            

 

Mürşid-i kâmil güneş sâlikler anın zerresi

Râbıta oldukça pîre cümle a'zâ "Hû" çeker

 

Salihem bir benliğim var âriyettir ol dahi     

Anı da şeyhim alırsa ağ u kara "Hû" çeker     

 

 

43

 

Bu cihân bülbüllerinin gülleri tez hâr olur    

Balına aldanma kim arısı anın mâr olur         

 

Ârif isen olma ey dil zerre denli akla yâr

Şehveti dünyâ-peresttir taptığı dînâr olur    

 

"Semme vechullâhi" sırrından haberdâr olanın          

Kande baksa nâzırı manzûru hep dîdâr olur

 

Evvel Âhir Bâtın u Zâhir kamusu Ol durur

Vahdet ehli kande baksa gördüğü ol yâr olur

 

Sen sana gel işbu cânın hâb-ı gafletten uyar

Nice bin Mansûr'u gör kim zülfüne berdâr olur          

 

Pîr-i Sâmî Hazretine sıdk ile bîat eden           

Keşf olur sırr-ı hakîkat mazhar-ı esrâr olur   

 

Cân eğer cânâna vâsıl olmaz ise Sâlihâ

Çekdiği sevdâsı anın bir vefâsız kâr olur

 

 

 

44

 

Tecellî olsa bir kula hakîkat aşk-ı Sübhânî

Ne hikmettir atar taşlar bulara kavm-i süfyânî           

 

Dedim ey mihribânım geç bu miskînin günâhından

Dedi niçin günâh ettin utanmadın İlâhından

 

Dedim yandı bu Sâlih gör cihân tutuştu âhından

Dedi benden ne istersin dile püştüpenâhından         

 

Dedim hüsnüne mağrûr olma kim bir hûb-cemâlin var    

Benim de her seher ihrâk eder ism-i celâlim var        

 

Dedim "dersin benim derdimden ağlar çok zelîlim var"         

Benim mülk-i bekâya cezb eder pîrim delîlim var"   

 

Dedim "dersin benim lâ'l-i lebimde çok gülâbım var"             

Ki ben bir ayn-ı derdim kim yürek kanı şarâbım var

 

Eğer dersen "gıdâmız rûz u şeb şehd ile helvâdır"     

Huzûr-ı pîre vardıkta bizim de mennü selvâdır         

 

Eğer dersen "bizim sevdiğimiz la'l ü mücevherdir"

Bizim de Hazret-i şeyhim Muhammed Sâmî serverdir   

 

Meded şeyhim mülâkat eyle bu nefsim ile rûhum    

Bir ednâ Sâlihem sensin dilimde ism-i memdûhum

 

 

 

 

45

 

Gönülden bî-haberdir ekser-i halk-ı cihân gördüm   

Özün bilmez sözü sûret-perest olmuş ayân gördüm

Eriştim âhiri bir mürşide Hızr-ı zamân gördüm

Demi enfas-ı Îsâ'dır Muhammed'den nişân gördüm

Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır

Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır

 

Dilersen Hakk'ı bilmek terki tecrîd ol hemân durma               

Olup meddâh-ı âlem yok yere beyhûde lâf urma       

Eğer sîmurg-u ankâsan gurâbın  yanına varma          

Hakîkat andelîbi ol gözünü gülden ayırma   

Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır

Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır

 

Muhabbet râhına gir sohbet-i pîre devâm eyle          

Seni bil merd-i Hak'tır irgüren Hakk'a merâm eyle  

Gıdâsın kes bu nefsin nevmi şeb rûzi harâm eyle      

Dilersen Hakk'a ermek nefsini sen sana râm eyle     

Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır

Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır

 

Şerîat ilmiyle  âmil olan bir mürşidi ara

Fenâ gülzârına bakma saâdet hûrşîdin ara   

Pîr-i Sâmî'ye var kardaş hakîkat cemşîdin ara             

Bu asrın muktedâsıdır eriştirir seni yâra       

Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır

Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır

 

Umûrun Hakk'a tefvîz et n'ederse hoş eder Mevlâ    

Seher bülbülleri ol güle karşı eyle vâveylâ    

Eğer Mecnûn isen bak gör cihân halkı kamu Leylâ

Geçip "lâ"perdesinden Sâlihâ ol "mazhar-ı illâ"

Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır

Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır

 

 

 

46

 

Gizleme gel sen seni kimden kaçarsın ey gönül

"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır   

Gâhi yerde gâh semâlarda uçarsın ey gönül

"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır

Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır 

 

Bil şerîat emr ü nehyi bilmek imiş ey gönül 

Hem tarîkat râh-ı Hakk'a gelmek imiş ey gönül         

Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül

"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır

Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır

 

Bil tasavvuf Hak seni benlikten âzâd eyleye

"Alleme'l-esmâ" ya mazhar eyleyip şâd eyleye           

Keşf olup sırr-ı hakîkat gönlün âbâd eyleye 

"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şanındadır

Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır

 

Bil emânettir muhabbet sana Mevlâ'dan gelir

Doğru Mecnûn oldun ise bil  ki Leylâ'dan gelir

"Küntü kenz"in mebdeidir arş-ı a'lâdan gelir              

"Akl-ı küll"sensin gönül "levlâk" senin şânındadır

Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır

 

Doğru olursa muhabbet şart-edeb sâkıt olur

Zâyi etme senden ister belki bir vakit olur

Câhil ile sohbet etme işleri sakat olur

"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır

Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır

 

Cân-nisâr olunmayınca bu muhabbet râhına              

Her söz ile sanma kul vâsıl olur Allah'ına

Sikke hâlis olmayınca verilir mi şâhına

"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır

Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır

 

Pîr-i Sâmî Hazretidir serverimiz şâhımız       

Hamdulillah peyk-i hazrettir delîl-i râhımız

Nakşibendî'den açılmış âlidir dergâhımız    

"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır

Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır

 

Sâlihâ bir kimseye yol aldıran ihlâsıdır

Çektiğim bunca sitem bir dilberin sevdâsıdır

Hazret-i şeyhim efendim ehl-i hâsın hâsıdır               

"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır

Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır

 

 

 

 

47

 

Çekdiğim cevr ü sitem senden midir benden midir  

Nâr-ı hicrândan mıdır yâ âlî ihsândan mıdır

 

Bî-vefâ olmuş kamu işbu cihânın dilberi       

Tab'-ı tohmundan mıdır yâ hükm-i sultândan mıdır               

 

Sûre-i Seb'ul-Mesânî dilberin vechindedir   

Nakş-ı insandan mıdır yâ sun'-ı Rahmân'dan mıdır 

 

Mâh cemâlin arz edip âşıkların cânın alır      

Hüsnü me'vâdan mıdır yâ şâh-ı Ken'ân'dan mıdır    

 

Bir güzel tahtını kurmuş mülk-i hüsne hükm eder   

Taht-ı zîverden midir yâ  kuvvet-i kândan mıdır       

 

Ruhlerinin revnakı aklım perîşân eyledi       

Nûr-ı esvedden midir yâ küfr ü îmândan mıdır          

 

Pîr-i Sâmî'nin kelâmı bizlere verir hayât

Sohbeti candan mıdır yâ gizli cânândan mıdır

 

 

Kaşlarıyla kipriği zülfü beni mest eyledi

Verd-i ahmerden midir yâ dürr ü mercândan mıdır 

 

İlm ü hikmet sözlerinden dem urursun Sâlihâ

Bilmezem senden midir yâ bahr-i irfândan mıdır     

 

 

48

 

Ey gönül sabr et bu dehrin gamı gavgâsı geçer           

Bir gün âsûde olur bu demi da'vâsı geçer      

 

Seni bir fen ile bin derdi belâya düşürür       

Mey-i efsânesi hem bâde-i sahbâsı geçer      

 

Kanı ol yosma kıyâfet kanı ol sîm-beden       

Dokunur bâd-ı ecel hüsn-i temâşâsı geçer    

 

Bu cihân bülbüllerinin gülüne etme heves

Bozulur revnakı ol gonca-i hamrâsı geçer      

 

Nice bin cilve-i nâz ile hırâmân edenin          

Bozulur ruhleri mûyu gül-i ra'nâsı geçer       

 

Bu cihân hûblarının vuslatına can verenin   

Erişir vakt-i hazân aşk ile sevdâsı geçer         

 

Şeb-i zulmette yürü vuslat-ı cânânı dile        

Doğar ol şems-i hakîkat şeb-i yeldâsı geçer  

 

Cân kuşu pervâz urup bu ten yuvasından gider         

Bu gönüller âleminin cümle vesvâsı geçer    

 

Âlem-i vahdet yüzünden bir tecellî kılsa Hakk

Kesret içre nefs-i şu'mun cümle iğvâsı geçer               

 

Bir kişi ister ise olsun cihân mülküne şâh

Sarınır bir kefene devlet-i Dârâ'sı geçer         

 

 

Doğurur kendisi besler yine sonra seni yer

Sana bir zehr içirir sanma ki yarası geçer

 

Söylenir dillerde bir Mecnûn u Leylâ her zamân

Günde yüz bin nice Mecnûn ile Leylâ'sı geçer

 

Hüsn iline  şâh olan bir Yûsuf-ı Ken'ân mıdır              

Âlem-i hûbânda çok mahbûb-ı zîbâsı geçer                 

Gör bu çarhı nice bin âlemleri devrân eder   

Herbirinde nice bir zîr ile bâlâsı  geçer           

 

Şârihin şerh ettiği gör bir tecellî Tûrudur      

Kim bilir kim nice bin Tûr ile Mûsâ'sı geçer 

 

Mürdeler ihyâ eden âlemde bir Îsâ mıdır      

Devr eder âlemde çok nutk-ı Mesîhâ'sı geçer              

 

Pîr-i Sâmî açmaz ise ger basîret aynımız       

Sâlih'in beyhûde sözler ile enfâsı geçer          

 

 

49

 

Biz muhabbet erleriyiz sohbet-i cân bizdedir

Bâğ-ı vahdet gülleriyiz lâl ü mercân bizdedir

Gelmişiz mülk-i bekâdan aslımız Hû'dur bizim

Biz hakîkat erleriyiz kâmil insân bizdedir

 

Devr edip vahdet diyârından gelip işbu ile  

Biz bekâ bülbülleriyiz konmazız her bir güle

Bir kişinin kim  refîkı Hazret-i Cibrîl ola        

Bâb-ı Sıddık'tan açılmış âlî-meydân bizdedir

 

Yâr-ı gâr-ı Mustafâ'dır Çâr-ı Yârın ekremi     

Muktedâ-yı evliyâdır enbiyânın mahremi    

Mazhar-ı Nûr-ı  hidâyet ehl-i derdin merhemi           

Biz muhibb-i hânedânız şâh-ı merdân bizdedir         

 

Sevmişiz can ı gönülden Çâr-ı yârı serveri     

Ol Ebû Bekir Ömer Osman Aliyy-i Hayderi

Fâtıma bint-i Resûlün dîde-i enverleri          

Biz Şehîd-i Kerbelâ'yız cümle atşân bizdedir              

 

Evliyâlar ser-firâzı Nakşibendî Hazreti          

Pîrlerimiz giydiler tâcı abâyı hil'ati

Âlemi kılmış ihâta himmetiyle nisbeti

Biz gulâm-ı Nakşibendiz râh-ı erkân bizdedir             

 

Dâireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim          

Aşk u sevdâdır gıdâmız bağrımız meydir bizim          

Virdimiz İsm-i celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim       

Zikrimiz ihfâ-durur esrâr-ı Kur'ân bizdedir  

 

Hâlidî Kolundan açılmış bizim meydânımız

Sıbgatullah'tan alınmış rengimiz elvânımız 

Pîr-i Tâgî himmetidir cezbe-i Rahmânımız

Keşf olur sırr-ı hakîkat ilm ü irfân bizdedir

 

Sâlihâ bir özge cândır Pîr-i Sâmî Hazreti

Server-i kutb-ı cihândır Pîr-i Sâmî Hazreti

Ser-tabîb-i âşikândır Pîr-i Sâmî Hazreti         

Mazhar-ı vahdet-nümâdır beyt-i Rahmân bizdedir         

 

 

50

 

Muhabbetten murâd ancak Muhammed hâsıl olmaktır

Muhammed'den murâd şâhım visâle vâsıl olmaktır

 

Rızâya inkıyâd eyle otur sabrın otağında      

Sabırdan bil garaz her bir belâyı hâmil olmaktır        

 

Otur zulmet bucağında saâdet kevkebin gözle           

Saâdetten murâd şâhım şekâvet zâil olmaktır            

 

 

Özün bir pîre teslim et mudâvim ol kapısında            

Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır 

 

Hakîkat âlimi ol "men aref" sırrından ol âgâh

İlimden bil garaz her bir cihetle âmil olmaktır           

 

Olup kâim seherlerde çalış zikre devam eyle              

Zikirden bil garaz her bir murâda nâil olmaktır

 

Sakın ümmî olan şeyhin sözüne aldanıp kanma        

Pîr-i Sâmî gibi her bir ulûma şâmil olmaktır

 

Sülûk ehlinden ol Sâlih umûrûn şeyhe tefvîz et         

Mürid olan kamu müşküllerini sâil olmaktır

 

 

51

 

Ben gibi dilber senin hâlin yaman olsun da gör         

Bükülüp kaşın gibi kaddin kemân olsun da gör          

 

Kaşlarınla kirpiğin zülfün zamânın fitnesi

"Mîm" i "nun"dan "sin"e geç âhir zamân olsun da gör              

 

Gör nice Mansûr'u zülfün dârına bend eyledin           

Sen de bir kez dâra çık sırrın ayân olsun da gör

 

Herbirin bir sihr ile kendine meftun eyledin

Mülk-i hüsnün gülşeni geçsin hazân olsun da gör     

 

Tohm-ı Hû'dan haydarım var sabr evinde beslerim 

Dâhi şâbdır nev-civânım pehlivân olsun da gör         

 

Himmet-i pîrimle çeksin Zülfikâr-ı Haydar'ı               

Açılıp meydan-ı vahdet imtihân olsun da gör

 

Tîğımız İsm-i celâl'dir topumuz tevhîd-durur             

Gürz-i kahhârı çekip kanlar revân olsunda gör            

 

Âlem-i mülk-i bekâya azm eder kervânımız

Sâye-i Sâmî'de Sâlih âlîşân olsun da gör        

 

 

52

 

Bâğ-ı hüsnün revnakı gitsin harâb olsun da gör         

Cân bedenden ayrılıp cismin turâb olsun da gör        

 

Kıldığın cevr ü cefâlar yanına kalmaz senin 

Rûz-ı mahşer arz olup yevmü'l-hisâb olsun da gör    

 

İllet ile zillet ile ömrümü kıldın hebâ             

Okunup defterlerim hatmü'l-kitâb olsun da gör        

 

Hasret-i hicrân oduyla bağrımı hûn eyledin

Dur senin de ciğerin yansın kebâb olsun da gör

 

Şerha şerha sînemi deldin akıttın kanımı     

Yüreğimden dökülen kanlar şarâb olsun da gör         

 

Pîr-i Sâmî'nin kanadı altına gizlenmişem

Âlem-i mülk-i bekâya feth-i bâb olsun da gör             

 

Attığın taşlar başına dokunur bir bir senin

Himmet-i Pîr ile Sâlih kâm-yâb olsun da gör               

 

 

 

 

53

 

Bozuldu bâğımız el çekti bâğbân      

Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar

Dağıldı keştimiz gark etti tûfân         

Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar

Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar

 

 

Murg-ı câna haberciler erişdi             

Cân bülbülü yuvasından savuşdı

Bütün âzâlarım yandı tutuşdı

Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar

Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar

 

Beden gitti anasına sarıldı

Garîb bülbül gül dalından ayrıldı

Bozuldu perdeler teller kırıldı

Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar

Begler ağlar sultân ağlar  kul ağlar

 

Cân hevâda ten turâbda çürüdü

Dil sarayı temelinden kurudu

Felek ayak ayak çarha yürüdü            

Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar

Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar

 

Felek kırdı kanadımı kolumu

Hoyrat vurdu ayagımı elimi

Sonunda lal etti şîrin dilimi 

Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar

Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar

 

Pîr-i Sâmî himmetleri boldurur

Bir  gün olur Sâlih'i de güldürür

Tekbîr alır cenâzemi kıldırır

Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar

Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar

 

 

54

 

Felek hançer urdı sînemi yardı          

Cihan ağlar cânan ağlar can ağlar

Hançerinin ucu bağrıma erdi

Cihan ağlar cânan ağlar can ağlar

Eşim dostum yaş yerine kan ağlar

 

Terk eyledim vatanımı ilimi

Şâhin kırdı kanadımı kolumı

Bülbül oldum göremedim gülümi

Cihân ağlar cânan ağlar can ağlar

Eşim dostum yaş yerine kan ağlar

 

Cerrâh geldi yaralarım sarmadı         

Lokmân geldi çaresini bulmadı         

Dahi sağlığıma ümmîd kalmadı

Derman ağlar Lokman ağlar han ağlar

Eşim dostum yaş yerine kan ağlar

 

Meded Pîr-i Sâmî ey server-i pak      

Destgir ol beni eyleme ihlak               

Bir sayha eylersem tutuşur eflak      

İran ağlar Tûran ağlar Van ağlar

Eşim dostum yaş yerine kan ağlar

 

Sâlihem kalmışam nar-ı hicranda     

Kaldım Ferhâd gibi kûh-i hüsranda 

Tatlı cânım feryad eyler zindanda    

Zindan ağlar yâran ağlar can ağlar   

Eşim dostum yaş yerine kan ağlar

 

 

55

 

Çok derdli arar derdine dermân ele girmez

Çok sahte hekîm var velî Lokmân ele girmez

 

Dil hânesi pâk olmayıcak hâr ü hasından      

Aldanma sakın doğruca mihmân ele girmez

 

Nefsim hele bir çık aradan gör ki neler var

Bu sûret-i insândaki devrân ele girmez         

 

Hem ehl-i edeb ol ki mukarreb olasın            

Kâfileden ayrılma bu  kervân ele girmez

 

Bu sende olan cân kamu hayvânda da vardır

Terk itmeyicek Yûsuf-ı Ken'ân ele girmez

 

Âsûde olub geçmeyicek ağ u karadan             

Ol ilm-i  ledünnîdeki irfân ele girmez             

 

Gönlünde tulû' etmeyicek şems-i hakîkat     

Kalbindeki gencîne-i Rahmân ele girmez     

 

Kâl ehlini terk et bulagör ehl-i kemâli            

Anlar gibi her âşık-ı Yezdân ele girmez          

 

Bu âleme anlar bizi irşâda gelübdür

Anlarda olan nisbet-i vildân ele girmez         

 

Dil şehrine nakş olmayıcak hubb-ı cemâli    

Hem "Sûre-i İsrâ" daki seyrân ele girmez      

 

Sıdk ile teveccüh olalım Hazret-i Pîre             

Bu asrda Sâmî gibi sultân ele girmez

 

İhlâs ile Sâlih tutagör dâmen-i Hızrı               

Şeyhin gibi bir himmet-i merdân ele girmez               

 

 

56

 

Dîv sıfâtın zemmi vermez bize gam 

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz             

Eksik olmaz âşıka cevr ü sitem

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz

 

Biz behiştin bâğının sünbülüyüz      

Bâğ-ı vahdet gülünün bülbülüyüz   

Bu cihân bülbüllerinin gülüyüz

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz

        

 

Nûr-ı Ahmed'den alınmış zerremiz

Başımız üzre muhabbet erremiz       

Kerbelâ'dan eksik olmaz nâremiz     

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz

 

Bekleriz seddi adûlar yıkmasın         

Nâr-ı Nemrûd ehl-i derdi yakmasın 

Derk-i esfelden münâfık çıkmasın    

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz

 

Ehl-i derd bu yolda sararıp solub

Anladılar pîrsiz olmaz bir kulûb        

Harfi savtı olmayan mekteb bulub  

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz

 

Kîl ü kâl ile geçirme ömrüni

Şeyhini hak bil tutagör emrini

Yemek istersen nevâtın  temrini       

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı  olmuşuz

 

Bil bu kevni mâsivâmızdır bizim      

Bu anâsır bir yuvamızdır bizim         

Derd-i aşkı gör devâmızdır bizim

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz

 

İşbu nefsim merd-i şâbımdır benim

Bu nefis bir asiyâbımdır benim         

Hem tarîkat kâm-yâbımdır benim   

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz

 

 

 

 

Sâlihem şeyhim Muhammed Sâmîdir

İçtiğim destinden aşkın câmıdır       

Hem bu gönlüm tahtının sultânıdır

Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz

 

 

57

 

Biz misâfiriz velâkin biz de mihmân bekleriz              

Kâmil insân bulmuşuz bâbında ihsân bekleriz           

 

Biz dahi ol nûr-u çeşm-i Murtazâ'nın aşkına               

Şîr-vârî Kerbelâ cenginde atşân bekleriz       

 

Nefsimizle eyleriz dâim gazâ-yı ekberi           

Yıkmasın seddi adûlar diye  her an bekleriz 

 

Seb'a-i seyyâre-vârî cân u dil devrân eder    

Hâtemi zabt etmesin dîv ile şeytân bekleriz

 

Biz esîr-i nefs olunduk aslımız Ken'ânî'dir

Mısr-ı dilde habs  olunduk şimdi zindân bekleriz      

 

Biz bu derd meyhânesinde eyledik mahv-ı vücûd    

Olmuşuz baykuş misâli şimdi vîrân bekleriz

 

Bilmeyen sırr-ı lebin ilm-i ledünden bî-haber            

Ol sebebden mekteb-i aşk içre irfân bekleriz

 

Biz tarîkat rütbesin şeyhim Muhammed Sâmî'den

Giyeli mest olmuşuz abdâl-ı uryân bekleriz 

 

Medhe lâyık pîrimiz var zemme lâyık nefsimiz           

Bâb-ı Sâmî'de sezâ olmağa kurbân bekleriz 

 

"Lâ" ile "illâ" rumûzun fehm eden ârifleriz    

Biz şühûd-ı vahdetiz kesretde hayrân bekleriz           

 

Dosta lâyık nem var ise cümlesi yedi yedi

Der-semânîden Pîr-i Sâmî'de bir cân bekleriz             

 

Sırr-ı "Mâ evhâ" rumûzun ne bilir hayvân-sıfat          

Hazret-i Pîr nutk eder biz yine hayvân bekleriz         

 

İşbu vahdet meydanında  niceler at oynatır

Yok basîret aynımız biz yine meydân bekleriz            

 

"Kün-fekân"ın mestiyem bir Sâlih'i Mecnûn-sıfat     

Pîr-i Sâmî leblerinden dürr ü mercân bekleriz            

 

 

58

 

Vuslat-ı cânân için biz cümleden dûr olmuşuz           

Biz harâbât ehliyiz sanma ki ma'mûr olmuşuz           

 

Nefhamız Âdem demidir sun-ı Mevlâ bizdedir           

Dest-i kudret dört anâsır ile tahmîr olmuşuz              

 

Nûr-ı Ahmed'den açılmış zerre-i hâlisleriz   

Hem sıfât-ı Çâryârân ile tâmîr olmuşuz         

 

Sıdkımız Sıddîk'tan alıp âdili Fârûki'den       

Zî-hayâ Zinnûreyn'den hulkı tenvîr olmuşuz              

 

Zi-sehâ hilmi Aliyy-i Haydar-ı arslan-sıfat   

Nefs-i mârın bağrını yarmakta Mansûr olmuşuz        

 

Âşıka aşkın şarâbı yüreğinin kanıdır

Gece gündüz biz anı içmekte mahmûr olmuşuz         

 

Bir takım beyhûde sözler Hakk'ı bilmez kârıdır

Her sıfâttan zâtını görmekle mesrûr olmuşuz             

 

Pîr-i Sâmî'dir mürebbim sırr-ı Hakk'ın mahremi       

Mâsivânın illetinden cümle tathîr olmuşuz 

 

Hazret-i Pîrin yedinden mest edelden Sâlihâ             

"Mûtu kable en temûtû" ile tebşîr olmuşuz  

 

 

 

59

 

Her bir hizmetini icrâ edersin

Ne çok sevdin bu dünyâyı ey kardaş

Düşüp arkasına bile gidersin

Bağrın anın ile olmuştur bağdaş       

 

İsmiyle müsemmâ denî dünyâdır    

Su üzre kurulmuş taklîd binâdır

Bu bir mezraadır dâr-ı fenâdır           

Şarâbı kan olmuş gıdâsıdır baş

 

Hayâtı memâttır memâtı hayât        

Yüz bin renk gösterir aslı bir nevât   

Aslâ sözlerinde bulunmaz sebât       

Yoktur anın gibi bir rind-i kallâş       

 

Ezelden böyledir hükm-i kalemi

Elemdir her kime kılsa keremi

Dâim birbirine çarpar âlemi

Gece gündüz işi ceng ile savaş

 

Eşcârı  dikendir gülleri hârdır            

Aldanma balına arısı mârdır               

Yediğin giydiğin cümlesi nârdır        

Sana lezzet veren helvâ ile aş

 

Büyük düşmânımız nefs-i emmâre  

Takmış kemendini cezb eder nâre

Cehd et ki bulasın sen sana çâre       

Ellerin aybını gözleme kardaş

 

 

 

Ne çok yedin bu zehirli gıdâyı

Erenler elinden iç bir bâdeyi

Ta'mîr et öteyi yık bu odayı

Harâb et kalmasın taş üstünde taş

 

Hâşâ ki zemmedem mülk-i cihânı    

Sâni'in sun'udur hükm-i Yezdânî      

Uyandırmak için gâfil insânı

Söyledik bir mikdar dâne-i haşhaş   

 

Terk et seni doğru râha  var yürü      

Pîr-i Sâmî gibi şâha var yürü

Halâs ol zulmetten mâha var yürü   

Ara bul kendine bir sâdık yoldaş

 

Sakın Sâlih gibi kalma âvâre

Cân bedende iken kıl buna çâre

Sonra  ısırdırlar seni çok  mâre

Daha nef'i vermez döktüğün kan yaş              

 

 

60

 

Vuslat-ı cânâna eylersen heves         

Evvelâ belinde zünnârını kes             

 

Hubb-ı dünyâ seni sarhoş eylemiş   

Şöhret-i dünyâya olmuşsun peres    

 

Kîl ü kâl ile geçirme ömrünü               

Bir dahi eline geçmez bu kafes

 

Var yürü bir pîre teslîm et özün

Hâne-i dilde bırakma hâr ü hes         

 

Cân u dilden durmayıp kıl hizmeti   

Kâmetin kaşın gibi olsun kaves         

 

 

Ol müdâvim zikr-i Hakk'a dâimâ      

Boş bırakma kalbini hiç bir nefes

 

Kuvvetine mâlına güvenme hîç

Gör ki Nemrûd'a ne yaptı bir meges

 

Nefsine bin kıl gazâ-yı ekberi             

Yoktur anın gibi bir a'lâ feres              

 

Mâsivâ kirinden olursun halâs           

Pertev-i aşktan kaparsın bir kabes   

 

Gönlünü pîrinden ayırma sakın

Nefs-i mârın kılmasın kalbini mess 

 

Hiç adûdan havfı yoktur Salih'in       

Pîr-i Sâmî olmuş iken dâd-res            

 

 

61

 

Âşık-ı sâdıkları sen gayrıya kılma kıyâs

Bâğ-ı vahdet güllerine anlar olmuştur şinâs

 

Kesret içre bil şühûdu bunların vahdet-durur            

Nefha-i rahmânî'den almış kamusu iktibâs 

 

Zeyd ile Amr'ı bırakıp mekteb-i irfâna gel    

Şübheden kurtul sözüme eyler isen iltimâs 

 

"Ahsen-i takvîm" rumûzun anladınsa zâhidâ              

"Küntü kenz" in mebde'i bu aşka olmuştur esâs        

 

Pîr-i Sâmî Hazretine var yürü âşık isen

Zulmeti ref eyleyip kalbinde koymaz kir ü pas           

 

Sâlihâ ahvâl-i aşkı gel yeter fâş eyledin         

Ehl-i aşkın sözlerini çekemezler işbu nâs

 

 

 

62

 

Melûl mahzûn bu yerlerde  

Ne gezersin ili dervîş

Kangı kâmilden öğrendin

Bu erkânı yolu dervîş             

 

Şerîat râhına girip    

Marifet meyvesin derip

Hakîkat güllerin görüp

Lâl olubdur dili dervîş           

 

Bir meyden olmuştur mesti

Sırtına giymiştir postu

Arz eylemiş gider dostu

Doğru cânı dili dervîş

 

Olardır meşreb-i sâfî              

Gezerler herbir etrâfı

Gönülden "nûn ile kâf" ı        

Okur cânı dili dervîş

 

Dervîş olan kaynar taşar

Dalgalar geldikçe coşar

Bilmem kangı dağdan aşar  

O Leylânın yolu  dervîş

 

Kulak verme çok tedbîre

Boyun ver hükm-i takdîre

Gelip gir ravza-i pîre

Görem dersen gülü dervîş

 

Pîrimiz Sâmî Sultândır

Delîli peyk-i Rahmân'dır      

Mürebbî  kâmil insândır       

Ben olmuşam kulu dervîş

 

 

Sâlih bulmuştur Mevlâ'sın

Kazanmıştır çok ihlâsın

Râzıyam bir kerre desin

Bana pîrim "Deli Dervîş"

 

 

 

63

 

Kesret içre bir aceb sahrâya düştüm gel yetiş             

Âbı yok tûfânı çok deryâya düştüm gel yetiş

 

Bu adem oğlanları bağrım kebâb etti benim

Kerbelâ cengi gibi gavgâya düştüm gel yetiş               

 

Ey habîbim nûr-ı vechin arz edip güldür meni           

Dehr elinden bir kuru da'vâya düştüm gel yetiş        

 

Bilmezem kimden kime şekvâ edem bu gönlümü     

"Lâ"yı gördüm firkat-i Mevlâ'ya düştüm gel yetiş      

 

İşbu dehrin devletinin cümlesi nakş-ı hayâl

Nâkış'ın nakşındaki sevdâya düştüm gel yetiş           

 

Kangı güle andelîb oldumsa gördüm hâr olur             

Bir vefâsız sözleri hercâya düştüm gel yetiş 

 

Bu adem oğlanları bu âlemin hammâlıdır

İbret ile seyr edip hülyâya düştüm gel yetiş

 

Âdem olanlar bu âlem halkının sultânıdır

Merhamet kıl nice yüz bin pâye düştüm gel yetiş     

 

Kâmil insân Pîr-i Sâmî Hazretini bulmuşam

Sâlihem Mecnûn-sıfat Leylâ'ya düştüm gel yetiş      

 

 

 

64

 

İşbu kesret âleminden olmak istersen halâs

Ey birâder devlet-i dünyâya olmagıl hıras                   

 

Kudsî Lâhût'un hümâsısın düşün bir aslını 

Ehl-i irfânın kelâmın halka-gûş et câna as    

 

Ömrünü verdin hevâya nefse kul oldun yeter

Pîre kulluk et ayağın mekteb-i irfâna bas

 

Mâlik'in mülküne olmak ister isen müşterek              

Benliğin berzahları kılmış seni ehl-i me'âs   

 

Zülfikâr-ı Haydar'ı çek nefsine verme amân

Yok-durur âlemde anın gibi bir ehl-i kısâs    

 

Sıdk ile bir pîre teslîm et özün çık aradan

Bundan artık devlet olmaz sana bu cây-ı menâs        

 

Ârif-i billah dilersen Pîr-i Sâmî Hazret

Öyle bir kâmil meşâyih ile eyle ihtisâs           

 

Pûte-i aşka girip yandır bu cismin Sâlihâ      

Hazret-i Pîrin huzurunda olasın sende hâs

 

 

65

 

Hırs-ı dünyâyı bırak ol dür-i ulyâya harîs

Kuru davâyı bırak ol dem-i Îsâ'ya harîs          

 

Nice bir âlem-i süflâda tutulup kalasın          

Kıl terakkî olagör rif'at-ı bâlâya harîs              

 

Yürü bir pîrin eteğin tutagör âkil isen             

Sana yazık olasın kesret-i gavgâya harîs        

 

 

Ayağın kesme begim sohbet-i irfâna karış

Cân u dilden olasın rü'yet-i me'vâya harîs    

 

Pîr-i Sâmî Hazretinin kanadı altına gir

Seni bir anda eder hizmeti Mevlâ'ya harîs    

 

Hak gözüyle neye baksam kamu Leylâ görünür

Beni pîrim kılalı aşk ile sevdâya harîs

 

Gitti gam geldi ferah Sâlih'e şâd  oldu gönül

Bülbül-i cân olalı gonca-i hamrâya harîs       

 

66

 

Râbıtamda Hazret-i Pîre dedim "ey Sâmîyâ

Geldiğim bilmem ne içindir bu dünyâdan garaz"      

Hep zuhûrat pîrimindir yazdığım aklâmiyâ 

Dedi "ikmâl-i merâtibdir bu süflâdan garaz"               

 

Zikr ü fikr ile ibâdetle varılmaz bu yola

Hizmetinde dâim ol şeyhin rızâsını dile

Hubb-ı lillah  âşık ol gönlüne girmeklik ile   

Sen seni mahv eylemektir "lâ"yı "illâ"dan garaz

 

Başını top eyleyip gir vahdetin meydânına  

Kıl gazâ-yı Kerbelâ gir kendi nefsin kanına  

Seyr kıl uşşâk-ı Mevlâ nice kıyar cânına         

Terk-i cân etmektir ancak aşk u  sevdâdan garaz

 

Hubb-ı dünyâ şugl-ı süflâ ile varılmaz yola  

Andelîbi gör nice feryâd eder gonca güle       

Pîre kulluk eyleyüben nefsini bilmek dile

Mevlâ'yı fehm eylemektir bil ki nefsinden garaz        

 

Çık  aradan sen seni terk eyle gör var olanı

Benliğin imiş göresin hep sana nâr olanı

Kim-durur gör ol zamân da yâr ü ağyâr olanı               

Hem budur maksûdun ancak Hakkı dânâdan garaz  

 

 

"Utlubu'l-ilme mine'l-mehdi ile'l-lahd" durma sen  

Bir kaç esmâ bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen     

Sohbet-i Pîre devam et rûz u şeb usanma sen             

Zât-ı Hakk'ı anlamaktır binbir esmâdan garaz

 

Künh-i Zât'ı kimse bilmez bu yola etme heves           

Lâl olur dil bu arada bil ki katl olur nefes      

Sen mukayyed Zât-ı Mutlak'tan sakın eyleme bahs 

Fark'ı Cem'i anlamaktır bu muammâdan garaz          

 

Derdine dermân ara gezme cihânda serseri

Sıdk ile sâlik olup bul Pîr-i Sâmî serveri

Sâlihem bâbında Anın kemterinin kemteri  

Şeyhimin dergâhıdır bizlere me'vâdan garaz              

 

 

67

 

Hâl-i Hindû leşkerin çekmiş gider "illâ"ya hat            

Dâimâ kurmuş otağın dilber-i zîbâya hat      

 

Kirpiğin ok eylemiştir kaşları çifte keman

"Kâbe kavseyn"den gider İskender-i Dârâ'ya hat       

 

Kâbe-i hüsnün perîşân eyledi âşıkları            

Nice bin üftâdenin aklın verir yağmâya hat 

 

Aynı esved yanağı ahmer kemân-ebru siyâh               

Seb'a-i seyyâre-vârî seyr eder bedrâya hat   

 

Tîr-i cellâd gamzesi âşıkların bağrın deler    

Hâl-i Hindû leşkerin çekmiş gider gavgâya hat

 

Pîr-i Sâmî'nin cemâlin eyleyip bir kez tavâf

∂ki kaşı arasından azm eder me'vâya hat      

 

Hazret-i Pîrin cemâli gönlüme nakş olalı

Sâlih'i baştan başa düşürdü gör sevdâya hat

 

68

 

Bu kesret âlemin bir hoşça seyr et    

Neler nakş eylemiş gör sun'-ı Hattât               

Düşün bir iyice hâlini fikr et

Sözünü eyleme her yerde ifrât           

 

Acâib sun'ı hikmettir güzel bak

Akıl ermez ne sanattır güzel bak

Bu kesret ayn-ı vahdettir güzel bak 

Edersen "lâ"yı sen aradan iskât         

 

Hitâb-ı "kün" e hikmetle nazar kıl    

İyi bak "fâ"ya ibretle hazer kıl            

Bu kesret âlemin seyret güzer kıl      

Tutubdur yek nefes cân misl-i miknât            

 

Derûnun derdine dermânı bul sen

Pîr-i Sâmî gibi sultânı bul sen

Geçip bu benliğinden fânî ol sen

Yakındır bil birâder vakt-ı eşrât        

 

Sakın Sâlih gibi sen kalma câhil

Heman bir kâmili bul olma kâhil      

Bilesin kim-durur mef'ûl ü fâil           

Binip üstüne nefsin eylegil at

 

 

69

 

Gel ey cân eyle sen cânânı mahfuz   

Sadef batnındaki mercânı mahfuz    

 

Azîz eyle azîz olmak dilersen

İdegör şöhret ile şânı mahfuz

 

Bulup derd ehlin ol sen de mukârin

Bulunca eylegil dermânı mahfuz

 

Hased kibr ü riyâdan geç emîn ol

Kılam dersen eğer îmânı mahfuz

 

Ledünnî mektebine bir kadem bas  

Bilip ilmiyle kıl irfânı mahfuz

 

Olursun "men aref" sırrından âgâh   

Görüp eyle gül-i handânı mahfuz                     

Huzûr-ı Pîr-i Sâmî'de karâr et

Kılagör sohbet-i merdânı mahfuz     

 

Sözünü söyleme nâdâna Sâlih            

İdegör sohbet-i sultânı mahfuz

 

 

70

 

Muhabbetden eder davâyı elfâz        

İhâta eylemiş dünyâyı elfâz

 

Kimin Mecnûn edip sahrâya salmış

Kimine arz eder Leylâ'yı elfâz

 

Kimine nutk eder kahr-ı celâlden     

Kimine arz eder me'vâyı elfâz            

 

Şerîattan beyân eyler meânî               

Haber verir kamu esmâyı elfâz          

 

Gönüller şehrinin hem tercümânı

Beyân eyler kamu ahfâyı elfâz           

 

Otuz iki kapıdan gösterir baş              

Muallimdir kamu imlâyı elfâz            

 

Cihân halkın düşürmüş birbirine

Kurar her günde bin gavgâyı elfâz

 

 

Kimine mâr olur kimisine yâr             

Kimisinden eder şekvâyı elfâz           

 

Kimisinden eder izhâr-ı cehli             

Kimisinden verir fetvâyı elfâz            

 

Kimisinden tekellüm etmez aslâ      

Kimisinden olur deryâyı elfâz            

 

Muhammed Pîr-i Sâmî'nin lebinden               

Döker çok cevher-i yektâyı elfâz        

 

Bu Sâlih Pîr-i Sâmî sayesinde

Bulur çok maden-i kimyâyı elfâz       

 

 

71

 

Gel ey cân eyleme cânânı zâyi'           

Edersin gonca-i verdânı zâyi'             

 

Gül olmayan bâğa bülbül gelir mi

Edersin ol güzel gülşânı zâyi'             

 

Senin aslın-durur sırr-ı "nefahtü"     

Gel etme nefha-i Rahmân'ı zâyi'       

 

Geçip "lâ" perdesin "illâ"ya azm et

Gel etme cevher-i îmânı zâyi'             

 

Makâm-ı kudsi lâhûtun hümâsı        

Sen etme mürtefi' seyrânı zâyi'          

 

Ki sensin "Alleme'l-esmâ"ya mazhar

Gel etme bu kadar ihsânı zâyi'

 

Olup bir kâmil insâna mukârin          

Gel etme sohbet-i merdânı zâyi'       

 

Olup dergâh-ı Sâmî'de müdâvim      

Gel etme nokta-i irfânı zâyi'

 

Eğer Sâlih gibi battâl olursan             

Edersin himmet-i pîrânı zâyi'            

 

 

 

 

72

 

Gitti zulmet doğdu ol nûr u ziyâ        

Var mıdır gelsin alanlar irtifâ             

 

Mihribânım açtı hüsnünden nikâb  

Gösterir burc-ı saâdetden şi'â            

 

Zümre-i uşşâka düştü güft  ü gû        

Es-Salâ kuruldu bir bey' ü şirâ'          

 

Her taraftan cem olup âşıkları           

Döktüler meydâna çok türlü metâ    

 

Ol güzel  hüsnün bahâsı cân diler     

Var mıdır  câna kıyan sâhib-şucâ      

 

Cümle âlem hüsnünün meftûnudur

Herbiri bir türlü eylerler nizâ             

 

Hazret-i Pîrim Muhammed Sâmî'nin

Sohbetine tut kulağın ol simâ            

 

Sözleri hep hüccet ü bürhân-durur  

Çok marîzin derdine olur şifâ              

 

Sâlihem sâhib-reşâdet bendesi         

Cân u dilden eylemişem ittibâ           

 

 

 

73

 

Ey birâder sözlerime tut kulağ

Sanma anı söyleyen dil yâ dudağ

 

Bak güzeller yüzüne Allah için

Fâide vermez sana gerdân-buhağ    

 

Neye baksan Hak gözüyle kıl nazar

Böyle bakan gözlere olmaz yasağ

 

Ârif-i billah kapısına yürü

Sohbetine ol müdâvim olma zâğ       

 

Pîr-i Sâmî Hazretine ol gulâm            

Lezzet alsın bûy-ı nisbetle dimâğ     

 

Kakıyıp döğerse artır hubbunu          

Sevdiği deriyi çok çiğner debâğ         

 

Türlü türlü renklere boyar anı

Taşlara çalar ta olunca dibâğ              

 

Aşk ucundan gör ki Ferhâd neyledi

Vuslat-ı Şîrîn'e delmedi mi dağ         

 

Gör sefîl Mecnûn'u bir Leylâ için       

Kurdu kuşlar başı üstünde otağ        

 

Sâlihem Yâ Rabbi şeyhim hürmeti

Mahşer-i kübrâ'da yüzüm eyle ağ     

 

 

74

 

Gam günümdür sevdiğim gel olma yanımdan ırağ   

Hasretinden urmuşam bu sîneme dağ üzre dağ        

 

Yok ümîdim vuslat-ı dîdârına ey meh-likâ   

Bir muhabbet-nâmenize râzıyım etme firâğ

 

Mah-cemâlin gösterip yağmaya verdin aklımı            

Dişlerin dürr ü  mücevher gözlerindir şeb-çirâğ                         

Bizleri mesrûr edip bas dil sarâyına kadem 

Kalbim içre yapmışım sana mücevherden konağ

 

Âlem-i lâhût-ı kuds'ün bülbülü cân kandesin             

Haccü'l-ekber eylerim bassan efendim bir ayağ        

 

Bilmezem sîmurg-ı Kâf'ım âşiyânın kandedir             

N'ola kursan gönlümün şehrine şâhım bir otâğ

 

"Mûtu kable en temûtû" sırrı olsun âşikâr    

Bir hayât-ı bâki sun kim cümle derdim ola sağ

 

Hazret-i Şeyhim Muhammed Pîr-i Sâmî serverim      

Bî-nihâyet devlet ile bizleri kıldın çerâğ        

 

Sâlihâ ibret-nazarla bak cihânın halkına

Âlem-i mülk-i bekâya cân atıp eyle yerâğ     

 

 

75

 

Gel ey sûfî bu meyden iç olup sâf      

Döşür aklın Muhammed'le kıl insâf 

 

Sivâdan geç eriş kalb-i selîme            

Ola Hak'tan sana çok türlü eltâf        

 

Eser bilmez bu kesret âleminden     

Atar ucb ile vahdetten kuru lâf          

 

Sanır kim kendini bir âdem olmuş   

Kıyâfet düzmek ile olmuş eşrâf          

 

Asâ elde durur zünnârı belde             

Sözüne aldanır çok akl-ı haffâf           

 

Arayıp kâmil insânı bulunca

Ne derdler çektiler bu yolda esnâf    

 

Nuhâsa zer diye sikke urulmaz          

Süzülüp damgalamayınca sarrâf

 

Pîrimiz Şeyh-i Sâmî Hazretidir

Özü cevher kelâmı dürr-i şeffâf          

 

Kapısına gelenler olur irşâd

Dolubdur nisbetiyle her bir etrâf      

 

Bu Sâlih himmet-i pîr ile söyler

Beğenmez mi sözünü ehl-i arrâf        

 

 

76

 

Ey birâder sîret-i insâna oldun mu vukûf      

Cân içinde nefha-i Rahmân'a oldun mu vukûf            

 

Kuru lâf ile geçirip ömrü kıldın mı hebâ        

"Men aref" sırrındaki  irfâna oldun mu vukûf               

 

Bir hakîkat mürşidine eyledin mi bîati

Meclisinde sohbet-i cânâna oldun mu vukûf               

 

Hasret-i hicrân oduna yanuben Yakûb gibi  

Hüsn ilinde Yûsuf-ı Ken'ân'a oldun mu vukûf            

 

Derd evinde nice yıllar bekleyip Eyyûb-sıfat              

Ma'nâ-i Lokmân'daki dermâna oldun mu vukûf        

 

Nâr-ı Nemrûd âteşine ol Halîlullah gibi        

Atıluben andaki gülşane oldun mu vukûf     

 

Ol Zebîhullah gibi verip bıçağa inkıyâd         

Hazret-i Hak'tan gelen kurbâna oldun mu vukûf

 

Pîr-i Sâmî Hazretine sıdk ile teslîm olup

Gizli câna hükm eden sultâna oldun mu vukûf

 

Bî-nihâyet himmetin aldın mı sen Sâlih gibi               

Şehr-i dilde âbı yok ummâna oldun mu vukûf            

 

 

77

 

Tâ ezelden aklımı verdi benim yağmaya aşk

Bir nigâhla Mecnûn'u bend eyledi Leylâ'ya aşk         

 

Öyle bir sultân-ı hüsnün mübtelâsıdır bu gün

Hâl-i Hindû leşkerin çekmiş gider gavgâya aşk          

 

Öyle bir sîmurg-ı ankâ Kâf'a kurmuş tahtını

"Kâbe kavseyn" den geçip gitmek diler me'vâya aşk

 

Hûbları mihrâb edinmiş hüsnünü kılmış hatîb          

İki kaşı arasından azm eder Mevlâ'ya aşk

 

Görse bir mahbûb-ı ra'nâ mevc urur deryâ gibi          

Nice yüz bin ehl-i derdi düşürür sevdâya aşk

 

Şâh-ı hüsnün fenni çoktur teşne-dil olanlara              

Her birin bir hande ile düşürür davâya aşk  

 

Hüsnünü bir kez cemâl-i Yûsuf-ı Ken'âni'den             

Gösterip gör neyledi sultân(ı) Zelîhâ'ya aşk

 

Duhter-i tersâ yüzünden tâ Yemen'de berk urub      

Âhiri güttürdü hınzır Mürşid-i San'â'ya aşk  

 

Pîr-i  Tâgî Hazretinin açtı vechinden nikâb  

Pîr-i Sâmî Hazretin cezb eyledi "illâ"ya aşk

 

Dest-gîri Pîr-i Sâmî olmuş iken Sâlih'in         

Bir gün olur bizleri de ref eder bâlâya aşk     

 

78

 

Derdli dil gaflette kalma derdine dermâna bak          

Tutulup berzahda olma mevti yok gülşâne bak          

 

Enfüsü âfâkı seyr et mahşerin bir aynıdır     

Harfi savtı olmayan bir mekteb-i irfâna bak

 

Her beşer sûretli cinni cân mı sandın zâhidâ              

Cânın üzre tahtı kurup oturan cânâna bak    

 

Dil uzatma kâinâtın Hâlik'i hep bir durur

Kimseyi hor görme dâim sendeki noksâna bak

 

Sordular rûhdan Resulullah cevâbın vermedi

Ol Ebü'l-Ervâh iken setr ettiği hemyâna bak              

 

Bir takım dehrî oturmuş aklu rûhdan bahs eder        

Nâsı idlâl eyleyip söyleşdiği yalana bak        

 

Hak "Kuli'r-rûhu min emr-i Rabbî" buyurmuş iken  

Kendi kendiden çıkarıp söyleyen süfyâna bak            

 

Çok kulak verme bu kavmin ekseri deccâlîdir             

Hak Teâlâ'nın kelâmı Hazret-i Kur'ân'a bak

 

Hem müfessirden muhaddisden sahîh ahbâr ile       

Mustafâ'nın söylediği dürr ile mercâna bak 

 

Hâr ü hasdır ekserî sözler bırakma kalbine  

Dil sarâyın pâk edip Hak'tan gelen mihmâna bak     

 

Sen bu nefsin pençesinden kurtaramazsın özün

Arayıp bul bir hekîm-i hâzık-ı Lokmâna bak

 

Pîr-i Sâmî Hazretine var yürü ihlâs ile

Kul olup dur kapısında hizmet-i merdâna bak           

 

 

Zü'l-cenâheyndir bekâ-ender-bekâ olmuş-durur      

Gir kanadı altına fevka'l-ulâ seyrâna bak      

 

Sûre-i Seb'ul-Mesânî'dir yüzü hem şübhesiz               

Oku "Lâ havf" âyetini sûret-i insâna bak       

 

Haccü'l-ekber ister isen gel beri ey tâlibâ     

Sâlih'in bâbında hâdim olduğu sultâna bak 

 

 

79

 

Geç bu şöhret âleminden câna bak  

Cânın üzre seyr eden cânâna bak      

 

Ârif ol gönlüne gir bir kâmilin            

Gizli câna hükm eden sultâna bak    

 

"Fakrî fahrî" demedi mi enbiyâ          

"Fakrî zillî" söyleyen merdâna bak   

 

Âdem olmak ister isen der biyâ         

Sûreti koy sîret-i insâna bak

 

Burc-ı akrebden halâs  et ahteri        

Cân ilinde duhter-i hâkâna bak         

 

Olmak istersen hakîkat serveri          

Cân u dilden Hazret-i Kur'ân'a bak  

 

Pîr-i Sâmî Hazretine var yürü

Andadır cân derdine dermâna bak

 

Kapısında hâdimi ol sıdk ile

Gözle dâim sendeki noksâna bak

 

Kâsib ol Sâlih gibi olma kesel             

Ol müeddeb hizmet-i şâhâne bak    

 

80

 

Senin aşk-ı hayâlinden gece gündüz döner eflâk       

Senin sun-ı kemâlinden akıllar edemez idrâk             

 

Ki sen ol Nûr-ı Ekber'sin kerâmet tâcı başında

Ki sen ol Rûh-ı A'zam'sın senin şânındadır "levlâk"  

 

Ki sen ol Akl-ı Evvel'sin muhît-i Arş-ı A'zam'sın        

Kamu esmâyı câmi'sin senindir hem hayat-ihlâk      

 

Gözün aç bî-basar bir bak senin bildiklerin bırak      

İrâden aşk oduna yak kimindir gör bu mâl-emlâk     

 

Semâda ismi Ahmed'dir bu âlemde Muhammed'dir

Ahad'den vahidiyyettir bu sözde olmagıl şekkâk       

 

Zemîn ü âsumân nûru Anın nûru değil midir              

O'dur hem zübde-i âlem O'dur hem sadrı "erselnâk"               

 

Pîrimiz Şeyh-i Sâmî'den zuhûr etmiştir envârı           

Hem oldur vâris-i Ahmed hem oldur ahsen-i zî-pâk

 

Yalancı nefsini ıslâh eğer etmezse bu Sâlih

Halâs olmaz bu zulmetden bu âlemden gider gam-nâk         

 

 

81

 

Kuruldu halkalar açıldı güller

Geldi cân kuşları Pîr-i Tagî'nin

Görünce gülleri öttü bülbüller

Mest-i medhûşları Pîr-i Tagî'nin       

 

Tarîk-i Nakşî'den açmış meydânı

Beline bağlamış seyf-i Rahmân'ı      

İsmâîl mânendi çoktur kurbânı         

Gezer ser-keşleri Pîr-i Tagî'nin           

 

Çok sâlikler A'na olmuştur bende     

Kimi Hindistân'da kimi Yemen'de

Belh ü Buhârâ'da hem Semerkand'de

Gezer dervîşleri Pîr-i Tagî'nin

 

Mezûniyyet almış Sıbgatullah'dan

Bekâbillah olmuş fenâfillahdan

Hiçbir nefes hâlî değil Allah'dan

Herbir alkışları Pîr-i Tagî'nin              

 

Gavsü'l-a'zam Pîri Şâh Sıbgatullah

Çoktur kapısında Ârif-i billah

Kâim-makâmıdır hasbetenlillah       

Haktır her işleri Pîr-i Tagî'nin

 

Çok sâlikler seyrân eyler semâda

Kimi müsemmâda kimi esmâda       

Nisbetleri gezer fevka'l-ulâda            

Çok hulle-pûşları Pîr-i Tagî'nin          

 

Recâm budur senden Hazret-i Pîr'im

Bu kapıda ben bir âsî kemterim        

Sâlih'i de eyler Sâmî serverim

Makbûl  olmuşları Pîr-i Tagî'nin

 

 

82

 

Güzeller şâhısın hûblar sultânı          

Yandırır derûnum sevdâ-yı zülfün

Vechinde yazılmış Seb'ul-Mesânî     

Hıfz eylemiş okur şeydâ-yı zülfün    

 

Saâdet kişveri saçmış rahtını              

Mülk-i hüsnün zabt eylemiş tahtını

Bülbül tâ ki gözler gülün vaktini

Eder kaşlar ile gavgayı zülfün

 

 

Nûr-ı siyâh ile bürünmüş nikâb

Aceb bilmem kimden eyler ihticâb  

Seher yeli vurur eyler feth-i bâb

Arz eyler Mecnûn'a Leylâ'yı zülfün

 

Bir Yûsufî cemal server-i hûbân        

Hazret-i Sâmî'den gösterir nişân

Kâbil mi vasfını şerh etsin zebân      

Yandırır büsbütün dünyâyı zülfün

 

Sekiz sıfat üzre gördüm bir cemâl     

Her bir sıfâtında vardır bin kemâl

Hâl-i Hindû askeriyle mâl-â-mâl      

Kuşatmış cennetü'l-me'vâyı zülfün

 

Hûblar meydanında Yûsuf-ı Sânî

Harâca bağlamış hem Gürcistân'ı

Al yanak üstünde eyler seyrânı

Gözetir gonca-i hamrâyı zülfün          

 

Tîr-i müjgânların kaşların yaydır      

Gedâ değil Sâlih sâyende baydır       

Zîr-i ebrûlardan seyr eden aydır       

Ref' eyle seversen Mevlâ'yı zülfün

 

 

83

 

Bi-hamdillah kamu varım sen oldun

Her eşyâda taleb-kârım sen oldun   

Neye baksam seni anda görürem      

Bu manâdan meded-kârım sen oldun            

 

Garîb-i nâtüvânem yüzü kare             

Zelîl-i âcizem kalb-i âvâre    

Gene sensin kılan derdime çâre

Dilimde cümle güftârım sen oldun  

 

 

Recâm senden hemân ancak rızâdır

Bu abd-i âcize hem nâ-sezâdır           

Atâ-yı lutf u ihsânın gözedir

Zaîf abdem ki gaffârım sen oldun     

 

Saâdet burcunun sultânı Ahmed      

Kamu derdlilerin dermânı Ahmed   

Hakîkat ilminin ummânı Ahmed      

Gönül şehrinde envârım sen oldun  

 

Zuhûr-ı mebdein nûr-ı Ahad'den     

Sıfâtın menbaı ism-i Samed'den       

Müberrâsın yalan kibr ü hasedden  

Hakîkat gülü gülzârım sen oldun      

 

Senin şânında geldi "kün" hitâbı

Muallimsin beğim yüz dört kitâbı

Hakîkat illerinin âfitâbı        

Gönül şehrinde hünkârım sen oldun

 

Hakîkat mürşidimiz Pîr-i Sâmî

İhâta eylemiş nûrun tamâmı

Zamânın kutbudur vaktin imâmı     

Bu yüzden ahd ü ikrârım sen oldun 

 

Bu Sâlih ümmetinden bir gedâdır

Yoluna baş ile cânım fedâdır

Senin aşkın bana her dem gıdâdır

Yürekte âh ile zârım sen oldun

 

 

84

 

Safâsından doyulmaz zât-ı bahrin    

Belâsından usandım işbu dehrin      

 

Kimine içirir şehd ile şehd-âb            

Bana her dem sunar cevr ile zehrin

 

Adem berzahlarından oldum âdem 

Vefâsın görmedim hergiz bu şehrin 

 

Eder sevdiklerin dil şehrine şâh

Bize çekdirmede derd ile kahrın

 

Aradım bulmadım bir yâr-ı sâdık

Dolaştım bu kadar berr ile bahrin    

 

Kişi kendi Süleymân olmayınca

Süleymân kimseye verir mi mührin

 

Pîr-i Sâmî'ye sıdk ile gulâm ol            

Tulû etsin senin kalbinde nehrin      

 

Bu yer bir gün olur Sâlih seni yer

Açılmazsa eğer bend ile sihrin           

 

 

85

 

Yeter ey dil beni sen kûh ü sahrâları gezdirdin           

Belâ çevgânına karşı verip belimi ezdirdin   

Ki bir nîm- nigâh ile zühd ü takvâyı bozdurdun         

Çekip firkat hicâbını elimi yârdan üzdürdün               

Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın

 

Enîsim olmadın bir lahza her dem seng-i hâr oldun 

Bana kılıp adâvetler varıp ağyâra yâr oldun 

Vücûdum şehrini verdin harâba zehr-i mâr oldun    

Düşürdün nâr-ı hicrâna belâ bahrinde yüzdürdün   

Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın

 

Benim bu çekdiğim mihnet hayâl-i infisâlindir          

Ulüvv-i himmet-i devlet visâl-i ittisâlindir  

Kamu eşyadaki hikmet senin kudret kemâlindir

Ki bir nîm-nigâh ile zühdü takvâyı bozdurdun

Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın

 

Kiminden korkuben kaçtın kiminden pehlivân oldun

Kiminden köhne pîr olup kiminden nev-civân oldun              

Gelip vahdet diyârından aceb şâh-ı cihân oldun

Çekip firkat hicâbını elimi yârdan üzdürdün               

Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın

 

Muhammed Pîr-i Sâmî'den kemâlin eyledin izhâr    

Saâdet âfitâbından cemâlin eyledin izhâr     

Hakîkat ilminin her bir meâlin eyledin izhâr

Cevâhir kenzinin dürrün anın kalbine düzdürdün    

Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın

 

Ne kahrından halâs oldum ne bir arz-ı cemâl ettin

Düşürdün nâr-ı hicrâna bu ömrüm payımâl ettin     

Sonunda Sâlih'in bükdün elif kaddini dâl ettin          

Ezel levhinde kaydım defter-i hicrâna yazdırdın

Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın

 

 

86

 

Bir meyden mestim ki ayık olmazam

Sâni'in sun'una fâik olmazam             

Ne kadar medh etsem lâyık olmazam

Söylerem vasfını Pîr-i Sâmî'nin

Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin

 

İksîr-i a'zamdır Anın nefesi 

Vücûdu enfâs-ı kudsün kafesi            

Dest-i hayât ırmağının gurfesi           

Dağılır elinden Pîr-i Sâmî'nin

Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin

 

Almıştır pîrinden âlî-himmeti

İlm-i ledünnîdir her bir sohbeti

Günbegün artmakta şân u şöhreti

Bildim Mevlâsını Pîr-i Sâmî'nin

Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin

 

Anın dervîşleri kalmaz gaflette

Çoklarını irşâd eyler sohbette

Cemâlin görenler kalır hayrette

Mest olur yiğidi Pîr-i Sâmî'nin

Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin

 

Bir yüzü nûrudur biri nârıdır

Kâmillerin bu bir büyük kârıdır

Hâlidî kolunun ser-hünkârıdır           

Şeyhi Abdurrahmân Pîr-i Sâmî'nin

Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin

 

Sâlihem gâh yanar gâhî tüterem

Gâhî âteşlere cânım ataram

Gâhî de andelîb olup öterem              

Girip ravzasında Pîr-i Sâmî'nin          

Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin

 

87

 

Mestânesiyem          

Pîr-i Sâmî'nin

Pervânesiyem           

Pîr-i Sâmî'nin

 

Mesnûnu oldum       

Meftûnu oldum        

Mecnûnu oldum       

Pîr-i Sâmî'nin

 

Nefhası sûrdur          

Mâ-fi's-sudûrdur      

Hizmeti zordur

Pîr-i Sâmî'nin

 

Sözü safâdır

Ayn-ı vefâdır              

Câna şifâdır

Pîr-i Sâmî'nin

 

Fi'li şerîat    

Hâli hakîkat

Sırrı hüviyyet             

Pîr-i Sâmî'nin

 

Dergâhı Tûr'dur        

Girmeyen kördür

Himmeti nûrdur

Pîr-i Sâmî'nin

 

Âlî-nisbeti

Boldur himmeti

Haktır sohbeti

Pîr-i Sâmî'nin

 

Elde asâsı

Hüccet-i hâsı             

Yoktur hemtâsı         

Pîr-i Sâmî'nin

 

Herbir nefesi

Rûhun gıdâsı

Yok mâsivâsı

Pîr-i Sâmî'nin

 

Kalb-i selîmi              

Yoktur elemi

Kudret kalemi

Dili Sâmî'nin

 

Gün gibi yüzü

Mest etti bizi

Hikmettir sözü

Pîr-i Sâmî'nin

 

Mesleki bâlâ              

Kavlâ ve fi'lâ              

Mahbûb-ı Mevlâ      

Pîr-i Sâmî'nin

 

İlmiyle âmil

Mürşid-i kâmil

Vech-i delâil              

Pîr-i Sâmî'nin

 

Özü Hak ile

Sözü halk ile

Gözü fark ile

Pîr-i Sâmî'nin

 

Hazret-i Tagî

Kurmuş otagı

Elde sürâhi

Pîr-i Sâmî'nin

 

Al iç elinden

Kurtul ölümden

Kip tut kolundan      

Pîr-i Sâmî'nin

 

Bâbı açıktır 

Sâhib-konuktur        

Hâdimi çoktur           

Pîr-i Sâmî'nin

 

"Sin" i sevdâdır

"Mîm"i me'vâdır

"Yâ" sı Yahyâ'dır

Pîr-i Sâmî'nin

 

"Mîm"i Mevlâ'dır

"Hâ" sı hayâdır

"Dâl" ı devâdır

Pîr-i Sâmî'nin

 

Haktır kelâmı

"Hû"dur merâmı

Sâlih gulâmı               

Pîr-i Sâmî'nin

 

 

88

 

Gönül ilm-i ilâhîden deli ol  

Bu berzah âlemin geçmek dilersen  

Döşür aklın Muhammed'le celî ol     

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen       

 

Eriş kalb-i selîm içre huzûra               

Seni mahv et erem dersen sürûra     

Ölümden evvel öl gel gir kubûra       

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

 

Bu zulmet âlemin geç gör neler var

Eriş nûra ki sende kalmaya nâr         

Olasın âlem-i rûhdan haberdâr

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

 

Derûnun derdini her yerde açma      

Var ise gevherin meydâna saçma     

Ki her suyu hayâttır diye içme

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

 

Hayâtı içmeyen bilmez hayâtı

Hayât sanar görür sonra memâtı      

Bırakma bir nefes tevhîd-i Zât'ı         

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

 

Yakın olma hased kibre gurûra

Düşün ne götüreceksin kubûra

Ne yüz ile varacaksın huzûra

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

 

 

Bulam dersen eğer ayn-ı îmânı         

Çalış ki olasın şeyhinde fânî

Sana senden yakın olanı tanı

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına  göçmek dilersen

 

Aradan çık bırak bu adı sanı

Tutagör muîni elde kemânı 

Hakîkat şehrine dik bir nişânı

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

 

Tenezzülden halâs olmaklık iste       

Terakkîden fenâ bulmaklık iste

Hak ile âşinâ olmaklık iste

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşânına göçmek dilersen

 

Bırak bu mâsivâ ile hevâyı

Pîr-i Sâmî gibi bul reh-nümâyı          

Delîl eyle O zât-ı evliyâyı     

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

 

Eğer Sâlih varam dersen huzûra

Umûrun cümle teslîm eyle pîre         

Tenini nâra ver rûhunu nûra              

Bu berzah âlemin geçmek dilersen

Bekâ gülşanına göçmek dilersen

 

 

89

 

Kudûmunla müşerref eyledin bu belde-i fakri            

Delîlim rehberim şâhım penâhım sen safâ geldin     

 

Kusûrum çok velâkin eylerem afvın ile fahrin             

Senin şânındır afvetmek günâhım sen safâ geldin

 

Kulûbun ravza-i tevhîd musaffâ rûhunuz tecrîd        

Nüfûsun ahmer-i kibrît a şâhım sen safâ geldin         

 

Yalınız nâ-tüvân cismim değil masûm u kalb hasta 

Ki rûz u şeb budur zâr ile vâhım sen safâ geldin        

 

Nice mürd kalbleri enfâs-ı kudsin eyledi ihyâ             

Gönül şehrindeki hûrşîd ü mâhım sen safâ geldin    

 

Senin hasret firâkından efendim Hazret-i Sâmî         

Erişti göklere hem dûd-ı âhım sen safâ geldin            

 

Bilirem Sâlih'e ihsânı gör hadden tecâvüzdür             

Bir abd-i âcizem rûy-ı siyâhım sen safâ geldin           

 

90

 

Derdli yürek âh eyleme

Derdine dermân ara bul

Her yerde derdin söyleme

Derdine dermân ara bul

Bir kâmil insân ara bul

Ten âlemi esfel-durur            

Kavmi anın echel-durur        

Dîv-i recîm erzel-durur         

Derdine dermân ara bul

Bir kâmil insân ara bul

Çoğu bu halkın cinnîdir         

Mü'mîn olana kinnîdir           

Bazıları var sünnîdir

Cinni bırak cân ara bul

Bir kâmil insân ara bul

Nefsin-durur bunlar senin

Memlû-durur uzvun tenin   

Bend etmek isterler cânın

Derdine dermân ara bul

Bir kâmil insân ara bul

 

Habs etme tende cânı sen

Düşmâna verme anı sen

Cehd eyle bul cânânı sen      

Derdine dermân ara bul

Bir kâmil insân ara bul

Sâmî gibi  sultâna var

Cân derdine dermâna var

Ol Hazret-i Lokmân'a var

Derdine dermân ara bul

Bir kâmil insân ara bul

Sâlih sözün dinle peder

Tedbîrine verme keder

Tedbîri de takdîr eder

Derdine dermân ara bul

Bir kâmil insân ara bul

 

 

91

 

Meclis-i nâdânı terk et sohbet-i dânâya gel 

"Lâ"yı iskât eyle şâhım mazhar-ı "illâ"ya gel

 

Doğru dervîş olmayan dil şehrine şâh olamaz

Yâre kesret perdedir geç "vahdet-i kübrâ"ya gel        

 

Sor harâbât ehline âşıkların ahvâlini

Nefsi katl et "terk-i terk" et menzil-i bâlâya gel          

 

Kalbini eyle musaffâ Hâlik'in manzûru ol     

Yan muhabbet âteşine cevher-i yektâya gel

 

Giy melâmet hırkasını kimseden âr eyleme 

Keştîbânsız bin vücûdun fülküne deryâya gel            

 

Sil gönül put-hânesinden mâsivânın nakşını

Pâk edip beyt-i Celîl'i rü'yet-i Mevlâ'ya gel  

 

 

Hem ledünnî ilmini bilmek dilersen tâlibâ  

Pîr-i Sâmî Hazretinden okuyup imlâya gel   

 

Nokta-i vahdette haşr olmak dilersen Sâlihâ               

Cevher-i aslın düşün bir sen sana Me'vâya gel

 

 

92

 

Yeter ey murg-ı cân gülşane gel gel 

Gül açıldı bahâristâna gel gel             

 

Marîz isen belâ bahrinde kalma        

Tabîb-i hâzık-ı Lokmâna gel gel        

 

Açılmış mekteb-i aşkın kapısı

Okuyup ilm ile irfâna gel gel

 

Ola-gör "men aref" sırrından âgâh    

Memât olup yeniden câna gel gel     

 

Hümâ-veş terk edip bu âşiyânı         

Muhabbet illerin seyrâna gel gel

 

Erit cismin çıkar zubûrlarını               

Sadef ol lü'lü'-i mercâna gel gel         

 

Olam dersen eğer dil şehrine şâh     

Beğim Yûsuf gibi zindâna gel gel

 

Dil ile göz kulak kapılarını

Kapayıp sohbet-i cânâna gel gel       

 

Bu nefsin "raziye marziyye" eyle       

Alıp dost iline kurbâna gel gel

 

Bekâ semtine gönder kârbânı            

Hakîkat şehrine şâhâna gel gel          

 

 

Varıp bir pîre hizmet eyle evvel

Müeddeb ol yol u erkâna gel gel        

 

Pîr-i Sâmî kapusunda gulâm ol          

Bu yola hizmeti merdâna gel gel       

 

Yüzün hâk et meşâyih kapısında      

Yeter Sâlih yeter uslana gel gel

 

 

93

 

Pervâneden nâr isterem       

Hem goncadan hâr isterem 

Pîrim Muhammed Sâmî'den

Bir hârı yok yâr isterem

 

Ne âh-ı bîzâr isterem             

Gayrı ne bir kâr isterem

Pîrim Muhammed Sâmî'den

Bir perdesiz dâr isterem       

 

Ne gül ü gülzâr isterem         

Ne kimseden yâr isterem

Pîrim Muhammed Sâmî'den

Sermâyesiz kâr isterem

 

Ne şâfîden nar  isterem         

Ne sûfîden âr isterem            

Pîrim Muhammed Sâmî'den

Bir fânîsiz var isterem            

 

Ne câh-ı deyyâr isterem        

Ne seyr-i seyyâr isterem       

Pîrim Muhammed Sâmî'den

Beytini züvvâr isterem          

 

Ne gayre imrâr isterem         

Ne gayre esrâr isterem          

Pîrim Muhammed Sâmî'den

Kalbimi hûşyâr isterem        

 

Ne gayrı ebrâr isterem           

Ne gayrı sâlâr isterem            

Pîrim Muhammed Sâmî'den

Gönlümü mimâr isterem      

 

Ne sîm ü dînâr isterem          

Sâlihem ikrâr isterem            

Pîrim Muhammed Sâmî'den

Dil şehrin envâr isterem       

 

 

94

 

Gelir bûy-ı Muhammed gül yanağından senin şâhım                

Dem-i İsâ zuhûr eyler dudağından senin şâhım        

 

Harâmî gözlerin âşıkların bağrın kebâb eyler             

Atar gamzelerin tîri kabağından senin şâhım             

 

Hızır âb-ı hayât için nice zulmetleri geçti     

İçer sâliklerin âb-ı zülâlinden senin şâhım   

 

N'ola azm ettin ise Hazret-i Pîrin makâmına

Gelir nisbetlerin bûyu otağından senin şâhım            

 

Senin hasret firâkından bu gönlüm andelîb-âsâ        

Ebed ayrılmazam verdin budağından senin şâhım  

 

Garîbem hem-demim yoktur enîsim mûnisim sensin             

Dilerem sıbğa-i devlet boyağından senin şâhım        

 

Karardı kalbimiz şâhım ikilik mâcerâsından

Ziyâlandır saâdet şeb-çerâğından senin şâhım          

 

 

Hidâyet neyyiri şeyhim Muhammed Hazret-i Sâmî 

Ayırma başımı bir dem ayağından senin şâhım         

 

Menem Sâlih hulûs ile kapında durmağa geldim      

Hakîkat gülleri hüsn-i bâğından senin şâhım             

 

 

95

 

İltifât etmezsin hayli zamândır         

Şeyhim şeyhim sultânım şeyhim

Bir lahza sağlığım sensiz harâmdır  

Şeyhim şeyhim sultân şeyhim

Sensin derdlerime dermân şeyhim

 

Cemâlin gönlümde seyrânım olmuş

Nâr-ı aşkın benim gülşânım olmuş  

Dîdelerin ayn-ı îmânım olmuş           

Şeyhim şeyhim sultân şeyhim

Sensin derdlerime dermân şeyhim

 

Kusûrum afv etmek ise merâmın

Ya niçin bizlerden kestin selâmın

Mürüvvet bâbında çoktur keremin  

Şeyhim şeyhim sultân şeyhim

Sensin derdlerime dermân şeyhim

 

Lokmânım ol gel derdime dermân et

Cellâdım ol ya katlime fermân et

İsmâîl'in olam götür kurbân et

Şeyhim şeyhim sultân şeyhim

Sensin derdlerime dermân şeyhim

 

Hicrân âteşine yandırma beni

Her gün feryâd ile dönderme beni

Kerem eyle mahzûn gönderme beni

Şeyhim şeyhim sultân şeyhim

Sensin derdlerime dermân şeyhim

 

 

Gamzelerin bu sîneme ok atar           

Üç günlük ikrârın bir aya çatar           

Bu kadar cefâlar eyledin yeter           

Şeyhim şeyhim sultân şeyhim

Sensin derdlerime dermân şeyhim

 

Ne kadar gizlensen bilirem seni

Gönlümün tahtında buluram seni

Bin cân olsa verir alıram seni

Şeyhim şeyhim sultân şeyhim

Sensin derdlerime dermân şeyhim

 

Çoğaldı yâreler el çekti tabîb

Sâlih'i bu yerde bırakma garîb

Gülşanın bâğına eyle andelîb             

Şeyhim şeyhim sultân şeyhim

Sensin derdlerime dermân şeyhim

 

 

 

96

 

Baş açık dergâha geldim Pîr-i Sâmî el-emân

Menzilin bâlâ-yı rif'at olduğun bilmez miyem            

Doğrulup bu râha geldim şâh-ı Sâmî el-emân            

Mahrem-i esrâr-ı Hazret olduğun bilmez miyem      

 

Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb       

Akl- ı küll senden ibâret nefha-i âlî-cenâb    

Sendedir sırr-ı emânet ey kulûb-ı âfitâb        

"Alleme'l-esmâ" ya mazhar olduğun bilmez miyem       

Ey beşer sûretli insan ey melek-sîmâ habîb

Nûr-ı  vechinde görünür çok alâmetler acîb 

Bâğ-ı vahdet güllerine bir güzîde andelîb     

Nûr-ı Ahmed'den  zuhûra geldiğin bilmez miyem

 

 

Derdime dermân seni buldum eyâ hâzık tabîb          

Bu anâsır bendine mesdûd olup kaldım garîb            

Bu cihânda senden özge bulmadım sâdık muhîb      

Yek nazarda bendeyi kurtardığın bilmez miyem       

 

Destgîrim ol cemî-i pîr ü pîrân hürmeti         

"Küntü kenz" in pâdişahı rûh-ı sultân hürmeti           

Şeyh-i azam Pîr-i Tagî Abdurrahmân hürmeti

Dergâhın dârü'l-emânım olduğun bilmez miyem     

 

Sâlih'i hicrân oduna yaktı hep kahr-ı Celâl   

Nâ-tüvânım yok tahammül kalmadı sabra mecâl      

Bî-edeb hâlim sana arz eylemek sahib-kemâl            

Cümle ahvâlime vâkıf olduğun bilmez miyem

 

 

97

 

Ben himmet-i pîrimle bu ârâyı da bildim     

Kimden imiş ol bendeki yârâyı da bildim

 

Dil levhine seyr eyler iken ebcedi buldum   

Ebcedde olan devlet-i Dârâ'yı da bildim       

 

Firkat oduna yandırıcı cümle kalemdir          

Nakş eylediği âğ ile kârâyı da bildim              

 

Hayretde kalıp benliğimi şeyhime verdim

Cân bahş edici "alleme'l-esmâ" yı da bildim

 

Remz ile gönül fehm edeli cem ile farkı         

Çıktım aradan "lâ" ile "illâ"yı da bildim          

 

Gam çekme gönül bu da geçer devr-i beşerdir            

Hem seng-i mücevher ile hârâyı da bildim  

 

Bu akl-ı meâşım beni çok dâma düşürdü      

Hem âlem-i ulyâ ile süflâyı da bildim            

 

 

Aldanmazam elvân ile eşkâline zîrâ

Kahrına düşüp âhiri me'vâyı da bildim          

 

Dil şehrine bir sâye salıp şems-i hakîkat       

Âdem'de olan rûh-ı musaffâyı da bildim       

 

Cennette iken dâne için dâme tutuldum       

Âhir gezerek Kâbe-i Ulyâyı da bildim             

 

Rahm eyledi bu abd-i zelîline Muhammed  

Sâmî'deki enfâs-ı Mesîhâ'yı da bildim            

 

Hem ismi Muhammed dahi hem nûru Muhammed

Hem zât-ı Ahad işbu muammâyı da bildim

 

Sâlih ise gönlündeki hâr u hası bilmez           

Hem himmet-i pîrim ile Mevlâ'yı da bildim

 

 

 

98

 

Dertliyem derdinden Hazret-i Sâmî

Sen tabîb-i âşıkâne gelmişem            

Kabûl-i hazret kıl işbu gulâmı            

Zâtın gibi âlî-şâne gelmişem              

 

Hakîkat neyyiri kulle-i Kâf'dan          

Tevellüd eylemiş nûn ile kâf'dan      

Halâs et bizleri semt-i hilâfdan         

Sen delîl-i âsumâne gelmişem           

 

Bu ten kuşu hevâ ile heveste              

Murg-ı cânım feryâd eyler kafeste

Râbıtamız sensin her bir nefeste

Ben bu yola sâdıkâne gelmişem

 

 

Düşürdün bizleri aşkın nârına

Hîç sormazsın derdlilerin zârı ne      

Ber-dâr olmak için zülfün dârına      

Hâk-i pâye bu ihsâne gelmişem        

 

Cânım demem ben bu tendeki câna

Eğer vasıl eylemezse cânâna

Âhir bu derd beni eyler dîvâne

Dermân için sen Lokmâne gelmişem

 

Ebterim gönülden evlâdım yoktur   

Yuvasız bir kuşam bilâdım yoktur    

Senden gayrı sâhib-irşâdım yoktur  

Andelîbim bu gülşane gelmişem

 

Felek benim ile iddâya düştü

İftirâk deryâsı serimden aştı               

Erenler himmeti geldi erişti

Sâmî gibi bir sultâne gelmişem

 

Sâlihem usandım dâr-ı fenâdan        

Bir an kurtulmadım renc ü anâdan  

Bin iki yüz altmış üçte me'vâdan      

Bir beşer sûretli Hân'e gelmişem     

 

 

 

99

 

Nazar kıldım bu ekvâne bu esrârı nemî-dânem         

Boyandım her bir elvâne bu esrârı nemî-dânem       

 

Ne bir zevk ü halâvet var ne bir zikr ü ibâdet var       

Ne bir an istirâhat var bu esrârı nemî-dânem

 

Döner çarh-ı felek durmaz gelen gitmektedir kalmaz

İç ilden bir haber gelmez bu esrârı nemî-dânem       

 

 

Kimisi kîr ü pâs içre kimi zerrîn libâs içre      

Kimi köhne pâlâs içre bu esrârı nemî-dânem              

 

Kimisi cem'i mâl içre kimi fakr u melâl içre  

Kimi ceng ü cidâl içre bu esrârı nemî-dânem              

 

Kimi yapar kimi yıkar kimi hayrân olup bakar

Bu bir handır giren çıkar bu esrârı nemî-dânem

 

Kimi uçar havâlarda kimi bekler yuvalarda

Kimi gezer ovalarda bu esrârı nemî-dânem

 

Kiminin gönlü san'atta kiminin zevk u işrette            

Kiminin câh u devlette bu esrârı nemî-dânem           

 

Kimi Allah'ı zikr eyler kimi mâlını fikr eyler

Kimi hâline şükr eyler bu esrârı nemî-dânem

 

Bu Sâlih bir sefîl kuldur der-i Sâmî'de mes'uldür      

Meded pîrim bana bildir bu esrârı nemî-dânem

 

 

 

100

 

Ermişem bir kadri âlî hazrete             

Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam          

Hak eriştirdi beni bu devlete

Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam

 

Ârifin Hak iledir Hak'tır özü

Anların kıblesidir şeyhin yüzü

Kavm-i Nemrûdîler istemez bizi       

Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam

 

 

Hazret-i Pîrin derinde bekleriz          

Dâima  derd üstüne derd ekleriz

Kâm-yâb olmağa nevbet bekleriz     

Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı  olmuşam

 

"Ahsen-i takvim" durur devrânımız 

Kesret içre çokdurur elvânımız          

Âlem-i vahdettedir meydânımız

Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam

 

Ehl-i Hakk'ın dâimâ Hak'tır sözi

Gaflet ehli hor görür her dem bizi

Bizi zem edenlerin çıksın gözi

Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam

 

Sâlihem ben kurmuşam berdârımı  

Yandırıp aşk u muhabbet nârımı

Dosta vermişem ezelden varımı

Ben hafîd-i Pîr-i  Tagî olmuşam

Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam

 

 

101

 

Sensiz ey nûr-ı hakîkat râhat-ı cân istemem

Bu vücûdum şehri içre iki sultân istemem

 

Gönlümün tahtında sultânım gamındır sevdiğim

Müddeî gamdan halâs olmak diler ben istemem       

 

"Kün fekân"ın sırrına ermek ne hâcet bizlere              

Aşka ermektir murâdım nâm u nişân istemem          

 

Dilimi dil-dâra verdim cânımı cânânıma      

Hüsn-i ruhsârından özge ıyd-ı kurbân istemem        

 

Parmağın Şakku'l-kamer'dir çeşme-i  bahrü'l-hayât 

Hüsn-i Yûsuf'tur cemâlin özge seyrân istemem         

 

"Küntü kenz" in gevherisin mazhar-ı nûr-ı Hudâ       

Andelîbâ sohbetinden gayrı verdân istemem             

 

Bülbül-i aşkın gül-i gülzârı hüsnündür senin

Verd-i ahmer ruhlerinden özge gülşan istemem        

 

Öyle bir cân isterem Mansûr gibi berdâr ola

Verseler sensiz bana mühr-i Süleymân istemem

 

Keşf edip ağyâra zülfün bana eylersin hicâb

Zülf-i berdârın gibi bir âlî-ihsân istemem     

 

Mâh-cemâlin perdesiz görmek diler âşıkların

Kâbe-i hüsnün murâddır gayrı bir şân istemem

 

Nûr-ı vechin mazharı şeyhim Muhammed Sâmî'yâ  

Arı inci-yi sadefdir özge mercân istemem     

 

Sâlihâ âşıkların bâr-ı girânı derd-durur         

Râh-ı vuslat derd imiş bu derde  dermân istemem   

 

 

102

 

Bu kesret âlemin seyrân eyledim

Sabırdan bir büyük kâr bulamadım

Gezdim çâr-kûşeyi devrân eyledim  

Sabırdan bir büyük kâr bulamadım

Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

 

Sûret-i beşerde kaldım nikâbda        

Sebu'l-Mesânî'de ümmü'l-kitâbda   

Bend oldu sefînem kaldı girdâbda   

Sabırdan bir büyük kâr bulamadım

Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

 

Bir zamân bekledim gülşen bâğını

Göremedim andelîbin çağını

Cânân çekmiş gider yar otağını

Sabırdan bir büyük kâr bulamadım

Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

 

Ötmez cân bülbülü açılmaz güller

Bozuktur perdeler kırılmış teller

Gideceğim yâre bağlanmış yollar

Sabırdan bir büyük kâr bulamadım

Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

 

Kahramân olanlar hasmını basdı

Kemân-keş olanlar yayını asdı           

Bilmem nedir bende feleğin kasdı

Sabırdan bir büyük kâr bulamadım

Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

 

Beni taşlamayın cânım kardaşlar

Dokunur başıza attığız taşlar

Hazret-i Hak kendi bildiğin işler

Sabırdan bir büyük kâr bulamadım

Bir sözünde sâdık yâr bulamadım

 

Sâlih gibi vardır çok ehl-i diller          

Pîr-i Sâmî bahçesinde bülbüller

Solmaz şükûfeler dikensiz güller       

Hîç bir goncasında hâr bulamadım  

Sâmî gibi sâdık yâr bulamadım

 

 

103

 

Nefha-i Rahmânîden açıldı meydân-ı  adem               

Kâf u nûn emriyle giydi şekl-i elvânı adem  

 

Mebdei âlem-nümâdır mazhar-ı esrâr-ı Hakk            

Nefy ü isbât eylemekdir an-be-an şân-ı adem            

 

Nûr-ı Ekrem Rûh-ı A'zam Akl-ı Küllî hem Kalem      

Bunların emriyledir hükm ile fermân-ı adem

 

Ma'den-i kevn ü mekândır hem o bahrin mâdeni      

Sırr-ı mektûm-ı ezeldir sun'-ı Rahmânî adem             

 

Kimini eyler gedâ kimini dehre şâh eder       

Her birin bir fen ile eyler yine fânî adem       

 

Ceng eder gavgâ eder (ol) sonra yine sulh eder          

Akıtır bir lahzada deryâ gibi kanı adem         

 

Bir taraftan var eder ol bir taraftan yok eder

Doğurur besler kılar yer ile yeksânı adem     

 

Mihr ü mâh arz u semâvât  râm olunmuş emrine      

Zâhiri Settârı  ismin bahri ummânı adem     

 

İsm-i zâtın mazharı "Fevka'l-ulâ-tahte's-serâ"           

Zîr ü bâlâ hep ma'âdin bahrinin kânı adem 

 

Âlemi kılmış ihâtâ mecmaü'l-bahreyn odur 

Kâfirin küfrü kamu ebrârın îmânı adem        

 

Kabza-i kudrettedir bahs eylemek mümkün değil    

Bahr-ı zâtın katresidir sırr-ı Sübhânî adem  

 

Câmiü'l-bahr-ı sıfâttır nüsha-i kübrâdır ol    

Gösterir her bir sıfâttan türlü elvânı adem

 

Kesret ehlinin fenâsı vahdet ehline bekâ      

Perverîşi hem hayâtı nimeti nânı adem         

 

Hem ecel derdine dermân bulmadı Lokman Hekîm

Zâhir ü bâtın kamunun oldu dermânı adem

 

Ehl-i hikmet zerre denli bilmedi ahvâlini     

Kimseye bildirmedi sırrını pinhânî adem     

 

 

Sağı cennet solu duzah batnı haşrin aynıdır

Andadır yevmü'l-hisâbın vezni mîzânı adem              

 

Benliğin şehrin harâb et lâ-mekân şehrine gir            

Sırr-ı Hakk'ın mahremi ol eyle seyrânı adem              

 

Yok olacak benliğindir eylegil mahv-ı vücud               

Sırfa ergür kalbini ol ehl-i şübbân-ı adem     

 

Aç basîret gözlerin seyr et fenâ gülzârını       

Açılır bunca şükûfu gülü reyhân-ı adem        

 

Âlem-i gaybın vücûdun cümle eyler âşikâr  

Cennetü'l-Me'vâ misâli arz eder anı adem    

 

Durmaz işler kârbânı bir taraftan var olur     

Bir taraftan cezb eder aslına sultân-ı adem  

 

"Küllü şey'in hâlikun" fermânını icrâ eder    

İki yüzden celb eder aslına insânı adem        

 

Gir adem şehrine ey dil hikmet-i Yezdâna bak           

Âlem-i mülk-i bekâdır sanma kim fânî adem              

 

"Küllü şey'in yerciu" aslına ric'at ettirir          

Bir delîl-i pîşvâdır peyk-i Yezdân-ı adem      

 

Hâfız ismin mazharıdır hep hazâin andadır 

Câmiü'l-esmâ müsemmâ mârifet-kânı adem              

 

Her ne var arz u semâda halk olan eşyâların

Kıldı cümlesin ihâta hısnı derbânı adem      

 

Ol nazargâh-ı Hudâ'dır beyt-i kübrâ andadır              

Hem zuhûr (-ı) "küntü kenz"  den oldu a'yânı adem 

 

Bir muhît-i bahr-ı a'zam mevci deryâlar gibi               

Âleme verir hayâtı subhı mihrân-ı adem      

 

 

Ârif ölmekten kaçar mı cânını cânân alır

Kurtarır ağyâr elinden anı şîrân-ı adem         

 

Sırr-ı "mûtû" zümre-i âşıkların bayrâmıdır   

Devlet-i mülk-i bekâdır semti seyrânı adem               

 

Gaflet ehli yüz çevirir eyler andan nefreti

Bilmez arkasından alır bâr-ı gîrânı adem      

 

Her belâ-yı renci mihnetten anı eyler halâs 

Ehl-i derdin derdlerinin oldu Lokmânı adem

 

Rûz u şeb cehd et birâder sen seni yok idegör             

Mâsivânın zulmetinin mâh-ı tâbânı adem   

 

İşbu deryâlar adem şehrinde bil bir katredir               

Yokdurur hergiz nihâyet haddi pâyânı adem              

 

İşbu dehrin şöhretine şânına aldanma kim

Bî-hayât olur kamusu vermese cânı adem    

 

Varlığın sonu fenâdır yokluğun sonu bekâ

Her kemâle irgürür bil cümle noksânı adem

 

Varlığın cümle ademden almadın mı ey püser           

Gelmedin mi bu cihân mülküne üryân-ı adem           

 

Harfi savtı olmayan bir mekteb-i ulyâdır ol 

Bunca elfâzın kamu hubb-ı suhandânı adem              

 

Vâsıta oldu arada Hazret-i Rûhu'l-emîn        

"Kenz-i Mahfî"den zuhûru Kâf-ı Kur'ân'ı adem           

 

Zâhirâ derler adem şehrinde birşey yokdurur             

Nerden aldı bu kadar dürr-i Bedahşan'ı adem            

 

İns ü cin vahşî tuyûra hükm eden bir serveri              

Âhiri gör n'etti tahtıyla Süleymân'ı adem     

 

 

Kuvvetine mâlına mağrûr olanlar n'oldular

Koydu yerler altına birçok Nerimân'ı adem  

 

Bunca davâ-yı enâniyet edenler n'oldular    

N'etti Firavn ile bunca ehl-i tuğyânı adem   

 

Âlem-i kesrette çok elvân sûret gösterir        

Vahdet içre cân ilinin cümle cânânı adem

 

Ehl-i vahdet zümresinin yolları andan geçer

Herbirine giydirir esvâb-ı nûrânî adem         

 

Her sıfattan günde yüz bin türlü revnak gösterir       

Hem semânın hâveri dehrin gülistânı adem               

 

Irgalandıkça muattar zülfünün her mûyları 

Tenlere verir hayâtı bûy-ı rindânı adem        

 

Sahn u sahrâya hayâtı irgürüp bâd-ı sabâ     

Arz olur cennet misâli bâğ u bostânı adem

 

Bir zamânİsmâîl-âsâ bir Halîl'e ol püser       

İnkıyâd et nefs-i kebşi eyle kurbân-ı adem  

 

El çekip ağ u karadan farîg u âsûde ol             

Nefsi katl et terk-i terk et eyle Süleyman-ı  adem      

 

Tâlib-i dînâr olup aldanma dünyâ mâlına    

Berri  bahri (bî) nihâyet dürrü mercânı adem             

 

Ölmeseydi birbirin yerdi cihân halkı kamu

Hazret-i Hakk'ın bize bu âlî-ihsânı adem     

 

Bu cihân gülzârının bünyâdına oldur sebeb

İlm-i hikmet şehrinin şems-i şebistânı adem             

 

Derdine sabr eyle dehrin Hazret-i Eyyûb gibi            

Bir zamân Yûsuf oluben bekle zindân-ı adem

 

 

Tîğ-ı cellâd gamzesi bir anda yüz bin kan eder           

Âlem-i mülk-i fenânın şâh-ı merdânı adem 

 

Goncadan yüz gösterir bülbülleri feryâd eder

Doldurup bûy-ı Muhammed'le gülistânı adem          

 

Hüsnünü arz eyleyip âşıkların cânın alır       

Berk urup vahdet yüzünden nûr-ı lem'ânı adem       

 

Ref edip kesret hicâbın gir muhabbet şehrine            

Gir velîler gönlüne seyr eyle gülşan-ı adem 

 

Cennetü'l-Huld içre zevk eder iken Âdem Ata            

İftirâk iline saldı Anı şeytân-ı adem

 

Hazret-i Mûsâ elinde bir dıraht iken asâ       

Sâhirin sihrine karşı kıldı su'bân-ı adem       

 

Şübheden kurtarmak için ol zamânın halkını

Batn-ı Meryem'den kılıp nutk-ı Mesîhânı adem        

 

Âlem-i amâda  iken cümle esmâlar tamam  

Nûr-ı Ahmed'den zuhûra geldi ayân-ı adem

 

Bir elinde var hayâtı bir elinde zehr-i mâr    

Hiç elinden kurtuluşun var mı imkânı adem

 

Kalbini pâk eyle kim Hak'tan sanâ mihmân gele       

Bir gün olur olacaksın sen de mihmân-ı adem

 

Gelmeseydi âleme Ol kâinâtın mefhari          

Hızra içirmezdi katre âb-ı hayâtı adem          

 

Cümle âlem hüsnünün meftûnu olmuşken anın        

Kul olup sattırmadı mı Şâh-ı Ken'ân'ı adem

 

Öyle bir sultâna hâdim olmuşuz ne gam bize             

Pîr-i Sâmi olmuş iken şîr-i garrân-i adem      

 

 

Ol adem şehrinde kurmuştur velâyet tahtını              

Cezb eder mülk-i bekâya cümle yârânı adem              

 

Tende lahmi Sâlih'in eşyâda sehmi kalmadı

Murg-ı cânı per açıp kılmakta cevlân-ı adem              

 

 

104

 

Nedir bu çektiğim cevr ile sitem

Eyledin kaddimi dâl kara bahtım     

Hiçbir gün şâd edip kılmadın Rüstem            

Âhiri eyledin Zâl kara bahtım            

 

Felek ile çok oynadım utulmaz          

Ne taraftan el attımsa tutulmaz

Bu cân düşmüş pençesine kurtulmaz

Bir zamân da böyle kal kara bahtım

 

Ezelden yâr iken gonca güllere

Düşürdün sen beni gurbet illere

Yeşil ördek gibi gölden göllere

Karabatak gibi dal kara bahtım

 

Gökte uçar iken indirdin meni

Vâdî-i vîrâna kondurdun meni

Vahşî hayvânlara döndürdün meni

Eyledin dilimi lâl kara bahtım           

 

Nicesin geçirdin sadra mihrâba         

Nicesin kapladın sîm ü zer bâba       

Düşürdün sefînem kûh-i girdâba      

Enginden engine sal kara bahtım

 

Sâlihem ben bir sultânın hâdimi

Şâhıma arz edem bu feryâdımı

Pîr-i Sâmî senden alsın dâdımı          

Başını taşlara çal kara bahtım                           

 

 

105

 

Bana dervîş demişler

Ben dervîş olamadım

Yanlış haber vermişler

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîşler halîm olur

Giydiği kilim olur

Hulki mülâyim olur

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîşler post giyinür

Nâsa çirkin görünür

Herkes ana yerinür 

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîşler halîm olur

Hakk ile kelîm olur  

Hem kalb-i selîm olur            

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîşler mestûr olur             

Dil sarâyı nûr olur    

Hakk ile manzûr olur             

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîşler cennet gülü

İsm-i a'zam bülbülü

Hayât bahş eyler dili

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

 

 

Dervîş olan hâk olur

Sâhib-i idrâk olur

Mâsivâdan pâk olur

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîş olan âb olur  

Mazhar-ı Vehhâb olur            

Ciğeri kebâb olur

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîşler hem bâd olur         

Cânı dili şâd olur

Gussadan âzâd olur 

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîşler hem nâr olur

Şeş cihette var olur  

Yâdlar kamu yâr olur              

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîş olan nûr olur

Nâs içinde hôr olur

Her taraftan dûr olur              

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîş benzer bülbüle

Mürşidler benzer güle

Sev Hakkı seven ile

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

 

Dervîşler bülbül olur

Mürşidler hem gül olur

Sözleri makbûl olur

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîşlerin sultânı

Cân derdinin dermânı

Sâmî-yi Erzincânî

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Dervîşler şâhı Sâmî

Hakîkat mâhı Sâmî 

Aşkın misbâhı Sâmî

Ben dervîş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

Sâlih gibi dervîşler

Hayvân-sıfât kalmışlar

Himmet alan almışlar

Ben derviş olamadım

Hakkı da bulamadım

 

 

106

 

Zelîl-i âciz-i abd-i Hudâ'yem              

Tarîk-i Nakşibend'e cân fedâyem

Muhibb-i çâryâr-ı Mustafâ'yem         

Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem

Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem  

 

Ömür sermâyesin verdim hebâya

Mukârin olmadım Âl-i Abâ'ya            

Habîbullah'a geldim ilticâya              

Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem

Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem

 

Ki ben bir andelîb-i kudsiyânım       

Bilinmez kande kaldı âşiyânım         

Bu âlemde garîb-i nâtüvânım            

Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem

Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem

 

Kalemden şak olup seyrâne geldim 

Bulut yağmur olup ekvâne geldim

Nebât hayvân olup insâne geldim

Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem

Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem

 

Zuhûrâtım Muhammed'den Ehad'den

Bu kesret âlemi hubb-ı Samed'den

Halâs et bizleri şâhım kemendden  

Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem

Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem

 

Bekâ sultanlarının kullarıyız

Hakîkat bâğının bülbülleriyiz

Şahâdet âleminin erleriyiz

Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem

Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem

 

Tarîkat cümle haktır olma zâği          

Ki dört misbâhı var birdir çerâğı       

O misbâhın on ikidir budagı               

Tarîk-i Nakşiben'de cân-fedâyem

Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem

 

Dolaştım âhiri bu hâna geldim

Bir ednâ Sâlihem ihsâna geldim       

Pîrimin pâyine kurbâna geldim         

Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem

Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem

 

 

 

 

107

 

Beyân edem zuhûrâtı pîrimden size ey  ihvân            

Kılarsa Hak inâyeti ola hep hüccet ü bürhân               

 

Nice hikmet garâibler haberler verem uşşâka             

İşitsin anı sâlikler nicedir himmet-i sultân  

 

Füsûsun bahridir şâhım Muhammed Sâmî'nin kalbi               

Zuhûr etmiştir enhârı bu abdinden akar her an         

 

Anın hep vâridâtıdır bu nefsim tercümânıdır             

Dökülür kalbime bir bir misâl-i hikmet-i bârân         

 

Bu gönlüm öyle mesttir kim anın aşk-ı hayâlinden  

Dilerim işbu hayretten ebed ayılmayam bir an          

 

Dahi hem "küntü kenz" esrârının bir nebze iş'ârı       

Diyem bir katre mikdârı zuhûr-ı himmet-i pîrân       

 

Bu âlem çâr unsurla mürekkeb oldu fil-cümle            

Kuruldu dağ u  taş sahrâ yapıldı kasr ile eyvân          

 

Dahi bu dört anâsırdan müretteb cism ile rûhu         

İkisi mazhar-ı nârı ikisi mazhar-ı nûrân         

 

İkinin hizmeti her dem imâret eylemek kevni

İkinin hizmeti dâim yıkıp kılmaktadır vîrân

 

İkisi âb ile hâktir ikisi bâd u âteştir  

İkisi rûh ile cândır ikisi  cism ile ebdân          

 

İkisi cism ile tendir bulardır âlem-i esfel       

İkisi rûh ile cândır bulardır âlem-i a'yân       

 

Bular hep feridir aslın ne aynîdir ne gayrîdir               

Bularla cümle kâimdir gerek hayvân gerek insân      

 

 

Sorarsân bunların aslın hakîkat bir kalemdendir

Musavvirden zuhûr eyler bu denli şekl ile elvân        

 

Hitâb-ı "kün fekân" erdi Müdebbir ismine bir kez     

Zuhûra geldi Akl-ı Küll kılar âlemleri seyrân

 

Musavvir ismini câmi oluben bir kalem oldu              

Hitâb erişti şak oldu bi-emri kudret-i Yezdân             

 

Kalem çün iki şak oldu anın kahr-ı celâlinden            

Birisi mazhar-ı lutfu birisi mazhar-ı hicrân  

 

Biri yazdı semâvâtı bütün me'vâyı cennâtı

Biri yazdı küsûfâtı oluben mazhar-ı ekvân

 

İkinin maverâsında ki bir şehr-i muazzam var            

Hakîkat şehridir ismi odur hem menzil-i cânân

 

Bekâbillah olan canlar bu menzilde karâr eyler

Oturup kürsîler üzre iki yüzden eder seyrân

 

Küsûfi nice dört ise lutûfu dahi dört oldu

Kalemdir Akl-ı Külldür hem bi-külli sanat-ı Sübhân

 

Birisi rûh-ı a'zamdır o bir sırr-ı muazzamdır

Birisi nûr-ı zâtıdır odur hem sırr-ı "er-Rahmân"

 

Akıl da cüz'üdür rûhun anın çün edemez idrak

Ebü'l-Ervâh Muhammed'dir akıllar burda ser-gerdân     

"Nefahtü fîhî min rûhî" hitâbı mazhar-ı Âdem            

Hitâb-ı "kün fekân" emri Müdebbir'den olur a'yân

 

Müdebbir akl-ı küll oldu Musavvir ismi câmi'dir

Olup bir âlem-i kübrâ bilindi san'at-ı Rahmân

 

Bu âlem başı arş oldu dahi ayağı ferş oldu    

Merâtib üzre nakş  oldu müşekkel sûretâ insân         

 

 

Birinci Nûr-ı Ekrem'dir ikinci Rûh-ı A'zam'dır

Üçüncü Akl-ı Evvel'dir Kalem dördüncüdür ey cân

 

Bular deryâ-yı vahdettir Ahadden Vâhidiyyettir

Zuhûrâtı muhabbettir Muhammed'den olur a'yân

 

Kalemdir Nüsha-i Kübrâ kamu esmâyı câmi'dir        

İki yüzden zuhûr eyler nice bin kudret-i bürhân

 

Kalem bil infisâlîdir biri kahr-ı celâlidir         

Biri nûr-ı cemâlidir anı bir bir kılam tıbyân 

 

O kim kahrına mazhardır olubdur âlem-i süflâ           

O kim nûr-ı cemâlidir gören görmez ebed hüsrân     

 

Nebîlerde bir esrâr var velîlerde bir esrâr var

Oların tenleri cândır olubdur cânları cânân

 

Buların rûhları cânı bu âlemden değildir bil

Olar rûh-ı izâfîdir odur hem nefha-i Rahmân              

 

Bu bir devlet hümâsıdır eğer konmazsa başına          

Velî sûrette insânsın kalırsın sîretâ hayvân 

 

Bu mahlûkun kamu aslı muhabbetten yaratıldı

Muhabbet olmasa bil kim büyütmez yavrusun hayvân

 

Halâyık içre insânı kamudan eyledi ekrem     

Yarattı "Ahsen-i Takvîm" kıluben mazhar-ı Rahmân               

 

Hudâ'yâ  izzetin hakkı bana keşf et bu esrârı

Bu denli mahrem etmişken nedir bu gaflet-i insân

 

Ki bildin Fâil-i Mutlak kamusu hikmet-i Hallâk        

Kamuya yek nazarla bak deme bu yahşi bu yaman  

 

Bizim bu aklımız cüzdür mevâşîdir maâşîdir              

Furû-ı akl-ı evveldir sakın aldanma ey merdân          

 

 

Latîf-i âlemin ara duracak yer mi gör bura    

Kılagör derdine çâre misâfirsin geçer kervân

 

Seni sen kurtaramazsın ara bul kâmil insânı

Gider bu "Ahsen-i Takvîm" olursun sonra çok pişmân

 

Yeter bu nefse kul oldun bu berzahda düşüp kaldın

Yürü bir pîre kul ol kim bulasın derdine dermân

 

Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kâmilden

Adüvler yıktılar seddi ne yatarsın garîb insân            

 

Yakındır bil değil ırak basîret gözleriyle bak

Yüzünde nûr eder berrâk Pîr-i Sâmî-yi Erzincân

 

Tarîki Nakşibendîdir gürûhu dil-pesendîdir

Tabîb-i ser-bülendîdir O'dur hem Hazret-i Lokmân

 

Düşüp pâyına kıl âhı tutagör müstakim râhı               

Kılagör hubb-ı lillâhı geçirme fırsatı bir ân   

 

Münâcâtım budur yâ Rab Muhammed Mustafâ hakkı            

Pîrimiz Şeyh-i Sâmî'ye nihâyetsiz kılıp ihsân

 

Senin vuslat şarâbını anın dest-i kemâlinden             

İçip mest olsun âşıklar Odur hem sâkî-i devrân

 

Bi-hamdillah tutup destim beni ol eyledi mesrûr     

Gönül şehrin kılıp pür-nûr dağıldı leşker-i şeytân     

 

Menem Sâlih yüzü kara düşürme çarh-ı devvâra       

Bağışla ism-i Settâr'a ki Sensin sâhib-i gufrân            

 

 

 

 

 

 

108

 

Ey gönül senden şikâyet eylerem Mevlâ'ya ben

Düşeli çengâline düştüm aceb gavgâya ben

 

Geçti bunca mâh u sâl bir an beni şâd etmedin          

Bir hayâl-i sihr ile düştüm yalan da'vâya ben

 

Görmedim lutfunu bir gün çekdiğim kahr-ı celâl       

Yoksa mahrûm-ı ebed mi olmuşam me'vâya ben      

 

Âh u zârım âheni deldi sana kâr etmedi        

Şerha şerha cismimi deldin çü döndüm nâye ben     

 

Açmadın bir gün cemâlinden bana bir kutlu bâb      

Bilmezem ki yoksa ümmî olmuşam süflâya ben        

 

Çokları arz-ı cemâlinle müşerref eyledin       

"Lâ" da kaldım düşmedim mi mazhar-ı "illâ"ya ben 

 

Bu kadar elvân sûret hep senin nakşın-durur             

Hayret-ender-hayret içre düşmüşem hulyâya ben   

 

Bir mey ile cümle mest ettin bu  âlem halkını            

Bilmezem ki ne için geldim aceb dünyâya ben

 

Akl-ı cüz etmez ihâta akl-ı küll sensin gönül

Kîl ü kâl ile bu ömrüm cümle verdim zâya  ben          

 

Her ne var hâdis kamusu hep furûâtın-durur             

Benliğim cümle senindir düşmüşem bir sâye ben    

 

Vuslatıma berzah oldun arada nedir garaz

Pîr-i Sâmî Hazretine giderem şekvâya ben   

 

Sâye-i pîrimde hergiz sana minnet eylemem              

Sâlihem sıdk ile girmişem der-i ulyâya ben 

 

 

 

109

 

Yetiş ey keştibânım bir derin deryâya düştüm ben  

Meded gavvâsım ol kim bî-amân dalgaya düştüm ben  

 

Ne bir sâhib-vekâr oldum ne bir kimseye yâr oldum

Kocaldım ihtiyâr oldum ne bir hemtâya düştüm ben              

 

Bilen yok hasb-ı hâlimden usandım tatlı cânımdan

Cüdâyım âşiyânımdan şeb-i gayyâya düştüm ben    

 

Şikâr almaklığa cânân ilinden azm-ı râh ettim           

Hemân kendim şikâr oldum kemend ü yâya düştüm ben     

Ezelden âşinâ-yı yâr iken vahdet sarâyında 

Anâsır bendine mağlûb olundum pâye düştüm ben

 

Bu nefs uykudan uyandı gelip emmâre dayandı        

Anın rengine boyandı yedi süflâya düştüm ben         

 

Belâ-keş olmağı menden gelip öğrensin âşıklar

Yürek kanı şarâbımdır çetin sevdâya düştüm ben

 

Nazar kıldım ki bu ekvân kamusu âlet-i Rahmân      

Oturmuş tahta bir sultân "mîm" ü "dâl" "hâ" ya düştüm ben

 

Melâik ins ü cin yeksân kamu hizmettedir her an     

Eder seyyâreler devrân aceb hulyâya düştüm ben   

 

Gelüben âlem-i a'mâdan esmâlar olur a'yân

Muhammed'den zuhûr eyler gül-i hamrâya düştüm ben       

 

Kamu esmâya mazhardır o mir'ât-ı  müsemmâdır    

Bu bir özge muammâdır katî ahfâya düştüm ben      

 

Ebü'l-Ervâh Odur Aklu Kalem cümle Muhammed'dir            

Ahadden vâhidiyyettir "elif"den "bâ"ya düştüm ben               

 

Şükûfelerdeki bûylar Anın ıtrı değil midir    

Beni mest eyledi medhûş olup rü'yâya düştüm ben

 

Mukayyed anladım "lâ"yı çü bildim mutlak "illâ"yı  

Bıraktım kuru da'vâyı dem-i Yahyâ'ya düştüm ben  

Yüzü nakş-ı hayâl imiş özü bir başka hâl imiş

Bilen ehl-i kemâl imiş söz-i  hercâya düştüm ben     

 

Bu halkın çoğu kâl ehli  kimi olmuş  vebâl ehli           

Katî azdır kemâl ehli yalan da'vâya düştüm ben

 

Arayıp derdime dermân kıluben nâle-i hicrân            

Gezerken zâr u ser-gerdân mey-i sahbâya düştüm ben          

 

Cemî-i ilme şâmildir dahi ilmiyle âmildir     

Pîrim mürşid-i kâmildir yüzü bedrâya düştüm ben  

 

Zamânın Oldur imâmı Muhammed Pîrimin nâmı

Olubdur mahlâsı Sâmî Yed-i beyzâ'ya düştüm ben  

 

Yüzüm yoktur huzûrunda varıp arz etmeğe hâlim

Adûler aldı dil şehrin yaman gavgâya düştüm ben   

 

Pîrimin vâridâtıdır zuhûr eden dehânımdan               

Hakîkat şemsine karşı hemân bir sâye düştüm ben 

 

Muînim dest-gîrim ol katî dar hâldedir Sâlih              

Senin bir zerre nûrundan bu cisme mâye düştüm ben            

 

 

110

 

Niçin nerm olmadın ey dil ki kalbin katıdır taştan    

Özün fehm et ferâgat eyle gel bu ceng ü savaştan     

Otur meydân-ı vahdette geçip bu cân ile baştan

Halîlullah gibi pervâne ol dönme bu âteşten

Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten        

 

Hebâya verme gel ömrün ara bul kâmil insânı           

Halâs olup tenezzülden geçegör işbu meydânı          

Bekâ semtine azm eyle terakkîden olup fânî               

Halîlullah gibi pervâne ol dönme bu âteşten

Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten

 

Otur meyhâne-i gamda yürek kanın şarâb olsun

Dü çeşmin çeşme-i hûnâbı kıl bağrın kebâb olsun    

Gıdâyı rûha ver kût-ı kulûbun feth-i bâb olsun          

Halîlullah gibi pervâne ol dönme bu âteşten

Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten

 

Ayırma sem'ini Hak'tan gözün mir'ât-ı Ahmed kıl    

Eriş kalb-i selîm içre refîkın peyk-i hazret kıl              

Kelâmın hüccetü bürhân şühûdun ayn-ı vahdet kıl

Halîlullah gibi pervâne ol dönme bu âteşten

Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten

 

Girip vahdet sarâyında kubâb-ı Hak'da mestûr ol     

Kelâmın sem'in olsun Hak dahi Hak ile manzûr ol   

Pîr-i Sâmî'ye kul ol Sâlihâ izzetle mesrûr ol  

Halîlullah  gibi pervâne ol dönme bu âteşten

Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten

 

 

 

 

 

 

 

111

 

Akıldan şakk olunmuş bir kılam ben               

Kesâfet âleminde ne kılam ben         

 

Bu âlemde garîbim hem-demim yok              

Latîf-i âlemim kande bulam ben      

 

Enîsim mûnisim yok bu arada           

Mugaylanlıkta bitmiş bir gülem ben               

 

Ki bir zencîrsiz arslan idim evvel

Bu kesret içre hâli müşkilem ben     

 

Bu âlem halkı hep benden kaçarlar

Sanarlar ki buları âkilem ben             

 

Eriştim âhiri bir reh-nümâya

Meded eyle dedim derdli dilem ben               

 

Dedim kıl merhamet ey Hazret-i Pîr

Bu berzahda dahi nice kalam ben    

 

Tutup destim bana oldu musâhib    

Der-i Sâmî'de bir kemter kulam ben               

 

Cemî-i sohbetinden oldum irşâd      

Ki kırk yerden yarılmış bir kılam ben

 

Bu halk içre eğer lâl ise dilim

Pîrimin bâgçesinde bülbülem ben

 

İçirdi Sâlih'e aşkın meyinden

Ki bir solmaz şükûf-ı sünbülem ben

 

 

112

 

Nemî dânem çünân Mecnûn menem ahrâr-ı dervîşân 1-2-3-4

Değil Mansûr yek-tâ şod hemân berdâr-ı dervîşân   

 

Yekî efrûşu haz  dem râ sun ey sâkî mey-i hamrâ      

Ayân olsun şeb-i İsrâ seved  izhâr-ı dervîşân              

 

Suhan-dânî safâ-gûyed şebî hâme sîm-i  zerîd           

Murâdın gül ise şâyed biyâ gülzâr-ı dervîşân              

 

Ne şehrîyem ne kendîyem gürûh-ı dil-pesendîyem 16-17-18

Tarîk-i Nakşibendîyem men ez-seyyâr-ı dervîşân     

 

Dilersin dilberi dilber kılarsın dilberi dilber

Sana da keşf olur dilber mühim esrâr-ı dervîşân        

 

Mekânım batn-ı hût oldu memâtım lâ-yemût oldu  

Muhâfız ankebût oldu ben oldum gâr-ı dervîşân       

 

Ebû Bekr ü Ömer Osmân Aliyy-i zî-sehâ merdân      

Hilâfet tahtına sultân olan hünkâr-ı dervîşân             

 

Nebî Sıddîkı Selmânî Bahâeddîn ü Geylânî

Şarâb-ı aşk-ı Sübhânî içer huşyâr-ı dervîşân

 

Ki Hâlidi Seyyid Tâhâ fedâ cân Sıbgatullâh'a

Pîri Tâgî gibi şâha kemer-bes vârî dervîşân  

 

Elâ ey Hazret-i Sâmî keselim kebşi sun câmı              

Soyunsun cümle ihrâmı kamu züvvâr-ı dervîşân       

 

Şeb-i isrâ'ya mahrem râ dem-i İsâ'ya hem-dem râ    

Cemî'-i derde merhem râ Pîr-i Sâmî'yi dervîşân         

 

Pîrimdir Hazret-i Sâmî derinde kem-ter ağlâmı         

Menem hem "hâ"yı "sad" "lâm"ı veren ikrâr-ı dervîşân           

 

 

113

 

Nefs elinden kıl benim âzâdımı Allah için    

Defter-i uşşâka kayd et âdımı Allah için        

 

Put-perest olmuş bu dil imlâya gelmez çâre ne

Pîr-i Sâmî al bu dîvden dâdımı Allah için      

 

Öyle bir Şeddâd-i zâlim pençesine düşmüşem           

Eyle mesrûr bu dil-i nâ-şâdımı Allah için     

 

Nâr ile âb ile hâkden bendimi eyle halâs

Pûte-i aşkında yandır bâdımı Allah için        

 

Mâsivânın illetinden pâk edip bu gönlümü 

Kıl tarîk-ı Nakşibend'in hâdimi Allah için     

 

Kur otağı bu gönül şehrinde yak bir şeb-çerâğ

Bana bildir mebde-i mîâdımı Allah için        

 

Sâye-i Sâmî'de şâhım ıyd-ı ekber edelim      

Bahş edersen Yûsuf-ı şehzâdemi Allah için

 

Bu vücûdum şehri yandı büsbütün oldu harâb

Hâlime rahm eyle gör feryâdımı Allah için   

 

Tevbe kıldım sıdk ile sen şâha bîat eyledim

Olmuşum her bir kusûrun nâdimi Allah için               

 

İşbu benlik berzahında kalmışım hayvân-sıfât

Sırfa irgür bu gönül Bağdâdımı Allah için     

 

Cismimi nakşına verdim resmimi Nakkâş'ına             

Pîre verdim "hâ"yı "lâm"ı "sâd"ımı Allah için

 

 

114

 

Gel ey derd ehli maşûkun  sakın kaçma cefâsından

Bu bir gülzâr-ı fânîdir ne tutmuşsun yakasından

 

Gülistânı gülü hârdır dolu akreb ile mârdır  

Yediğin giydiğin nârdır usanmazsın belâsından

 

Unuttun  ahd-i mîsâkı cemâli nûr-ı müştâkı

Ne çok sevdin bu âfâkı geçemezsin hevâsından         

 

Ne için âleme geldin ne için nefse kul oldun

Ne öğrendin neler bildin ne kesb ettin sivâsından    

 

Bu derdin çâresine bak derûnun aşk oduna yak

Seni eylemesin ihrâk soyun gaflet libâsından             

 

Dünyadan el çek ol fânî ara bul kâmil insânı

Kılagör derde dermânı meded iste atâsından             

 

Olardır vâris-i Ahmed olardır sâhib-i himmet

Olardır âleme rahmet alan feyzi Hudâ'sından

 

Karışma hikmete ey cân deme bu yahşi bu yaman

Muhabbet âteşine yan doyulmaz hiç safâsından

 

Sana şeyhin yeter bürhân içip vahdet meyinden kan

Haber al sırr-ı "er-Rahmân ale'l-arşıstevâ" sından    

 

Kemâl-i kudretin izhâr kılıp ol Hazret-i Cebbâr

Kimini kıldı ehl-i nâr celâli iktizâsından        

 

Kimini eyledi mesûd  kimini eyledi mesdûd               

"Ene'l-Hak" söyledi Nemrûd olub merdûd hatâsından           

 

Kimini eyledi makhûr  kimini eyledi ma'mûr              

"Ene'l-Hak" söyledi Mansûr olup mesrûr atâsından 

 

Görün şehzâdeler n'oldu birisi sararıp soldu

Biri susuz şehîd oldu bu aşkın mâcerâsından

 

Bilinmez âlemin fendi bozulmuştur cihân şimdi

Velîler gözlerin yumdu bu asrın dil-rübâsından        

 

Eger himmet erişmezse pîrimiz Şeyh-i Sâmî'den

Halâs olmaz gönül şehri cehâlet kîr ü pâsından

 

Bu Sâlih sâye-i Sâmî'de yâ Rab kâmyâb olsun            

Diler kim aynına çeksin basîret tûtîyâsından              

 

 

 

 

 

115

 

Gel ey cân bülbülü gaflette kalma

Muhabbet güllerin görmek dilersen

Bekâ mülküne azm et fânî olma        

Muhabbet güllerin görmek dilersen

Hakîkat meyvesin dermek dilersen

 

Alır hep sâhibi senden bu mâlı

Yeter oldun bu dünyânın hamâlı

Heman sa'y eyleyip artır kemâli       

Muhabbet güllerin görmek dilersen

Hakîkat meyvesin dermek dilersen

 

Nef' vermez sana evlâd ıyâlin             

Senindir hep kazandığın vebâlin

Boyansın reng-i dildâre cemâlin       

Muhabbet güllerin görmek dilersen

Hakîkat meyvesin dermek dilersen

 

Cemâli var Celâl kahrında ara

Hayâtı var semûm bahrinde ara       

Dilârâyı gönül şehrinde ara 

Muhabbet güllerin görmek dilersen

Hakîkat meyvesin dermek dilersen

 

Firâk-ı yâr ile âh u enîn ol    

Ayaklar altına zîr ü zemîn ol

Sözünde sâdıku'l-va'du'l-emîn ol      

Muhabbet güllerin görmek dilersen

Hakîkat meyvesin dermek dilersen

 

Varıp dergâh-ı Sâmî'de karâr et

Ne söylerse sözüne i'tibâr et

Bu  yolda  vücûdunu ihtiyâr et

Muhabbet güllerin görmek dilersen

Hakîkat meyvesin dermek dilersen

 

Sakın Sâlih uyuma ayık ol sen

Çalış her bir ulûma fâik ol sen            

Hak'ın sevdiklerine âşık ol sen

Muhabbet güllerin görmek dilersen

Hakîkat meyvesin dermek dilersen

 

 

116

 

Şarâb-ı vahdetin hamrın içir dilber dudağından        

Gelir bûy-ı muhabbetler senin ahmer yanağından   

 

Yüzün Seb'ul-Mesânî'dir dehânın maden-i hikmet  

Lisânın nutk-ı Hak söyler bilen yoktur zebânından  

 

Muhammed nûrudur nûrun demin rûh-ı Mesîhâ'dır               

Döner çarh-ı felek durmaz senin aşk-ı hayâlinden    

 

Ledünnî mektebin açtı Hızır gör zulmeti geçti           

Hayât-ı câvidân içti senin âb-ı zülâlinden    

 

Senin nûr-ı siyâhındır kaşınla  kirpiğin  zülfün           

Ki durmaz gözlerin sihri atar tîri kabağından              

 

Ki sensin "Ahsen-i takvîm" kanı bir ahsen-i tefhîm  

Melâikler alır talîm senin hikmet kitâbından

 

Senin âşıkların ancak bilirler mebdein şâhım             

Zuhûrâtın mukaddemdir hitâb-ı "kün-fekân"ından 

 

Cemî-i âlemin ilmin bilen hem bildiren Allah            

Ebu'l-Ervâh bilir ancak seni taksîm hisâbından        

 

Muhammed Sâmî'dir ismin ki yoktur nokta sultânım

Şehâdet mazharı "Nûrun alâ nûr" un çerâğından       

 

Yakıp bu benliğim şehrin yalancı nefsimi katl et

Halâs et Sâlih'i şâhım içir vahdet şarâbından

 

 

 

117

 

Bize deryâ-yı vahdetten haberler söyleyen gelsin     

Hakîkat güllerin görüp bizi mest eyleyen gelsin        

 

Ne bilsin hâl-i aşkı mekteb-i irfâna girmezse              

Bu meydân-ı muhabbettir başın top eyleyen gelsin

 

Sarardı gül yanaklar semm-i mârın şerbetinden gör

Şarâb-ı aşk budur şâhım bugün nûş eyleyen gelsin  

 

Boyandı kana dil şehri kuruldu Kerbelâ cengi         

O yâre karşı cânın teşne-kurbân eyleyen gelsin         

 

Kelâm-ı ehl-i taklîdi neder ehl-i muhakkıklar             

Maârifle özün deryâ-yı irfân eyleyen gelsin  

 

Pîr-i Sâmî gibi şâhın eşiğine koyup başın

Velîler gönlüne gir kulu sultân eyleyen gelsin

 

Göz ile dil kulak kapıların bend eylegil Sâlih               

Eriş kalb-i selîme kuş dilini söyleyen gelsin

 

 

118

 

Deccâl nefsini  zem etti Kur'ânda  Allah        

Zem olmuş iken  sen kimi zem edebilirsin

Kibr ile hasedle geçirip ömrünü eyvâh

Zem olmuş iken  sen kimi zem edebilirsin

Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin

 

Tedbîr ile takdîri düşün sen seni yorma

Gel Âdem'e secde idegör sıdk ile durma

Sâmî gibi sultâna yürü gayrıyı sorma

Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin

Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin

 

Sorsam ana irâde nedir hâlini bilmez

Ucb ile atar lâfı kaderden geri durmaz           

Bir sırr-ı Hudâ'dır bu dahi aklımız ermez

Zem olmuş iken  sen kimi zem edebilirsin

Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin

 

Hep bizleri zem eyleyen ahlâk-ı zemîme      

Gönül mü verir dervîş olan dîv-i recîme         

Mahrûm-ı ebed kaldı olar rü'yet-i Rahîme   

Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin

Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin

 

Bil ki dem-i İsâ'durur enfâs-ı Muhammed    

Hem Sâmî-durur mazhar-ı esmâsı Muhammed

Hem şehr-i hakîkat ilinin hâsı Muhammed

Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin     

Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin

 

Ey nefs-i mârım sanma ki sen insân olacaksın            

Ettiklerini Sâlih'e bir bir bulacaksın

Sâlih gider âhir gine hayvân kalacaksın

Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin

Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin

 

 

 

119

 

Pîrime râbıta oldum bir eşref vaktü saâtte   

Sanasın kim ayân oldu doğup burc-ı saâdetten          

 

Bu gönlüm öyle mest oldu memât iken hayât buldu      

Gene irfân ile doldu acâib bahr-i hikmetten

 

Hakîkat Hızr'ı Mûsâ'yı efendimden suâl ettim

Dedi Mûsâ hidâyettir doğar burc-ı saâdetten

 

O bir hûbân-ı zîbâdır iki yüzden eder seyrân              

Biri dünyâyı seyr eyler eder hükmü imâretten           

 

Bu yüz zâhir şerîattır bu yüz sırr-ı nübüvvettir           

Delîl-i peyk-i hazrettir beyân eyler risâletten             

 

Bu yüzdür mazhar-ı Rahmân bu yüzdür sırr-ı "er-Rahmân"

Bu yüzdür maksad-ı ekvân değil hâlî kerâmetten     

 

Hızır bir gizli Leylâdır Hızır bir özge me'vâdır            

Hızır tevfîk-ı Mevlâ'dır bilir her bir işâretten              

 

Varıp Hızr ile zulmete o cevher taşları kimdir             

Hayât-ı câvidân içmek nedir söyle bu hâletten          

 

Hızır mürşid-i kâmildir o zulmet kalb-i câhildir

Cevâhirler şerîattır özün kurtar cehâletten   

 

Kelâmı Hazret-i Kur'ân odur hem derdlere dermân

Hem oldur hüccet ü bürhân açar râhı hidâyetten      

 

Ledünnî ilmi deryâdır balık nefsindir ey kardaş        

Bekâbillah bu menzildir hayât buldu nihâyetten      

 

Şerîat ilmini icrâ kılan bir mürşidi ara

Eriştirsin seni yâra ebed kurtul nedâmetten

 

Zamânın Hızrını iste semânın bedrini iste   

Gecenin Kadrini iste özün kurtar dalâletten

 

Delîlim rehberim pîrim Muhammed Hazret-i Sâmî

Şarâb-ı vahdeti sun kim yürek yandı harâretten

 

Nice bir içeyim semden halâs et bizleri gamdan        

Diler Sâlih efendimden işâretler beşâretten

 

 

120

 

Pîrimden gönlüme doğdu muhabbet

Hakîkat hâlin izhâr eylerem ben

Zuhûra geldi bir esrâr-ı hikmet

Dilimden bunu iş'âr eylerem ben     

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Ahad'den hem zuhûra geldi Ahmed

Muhabbetten yaratıldı Muhammed

Terinden cümle âlem giydi hil'ât      

Kimi süflâ kimisi ehl-i iffet  

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Ki "er-Rahmân ale'l-arşistevâ"dır     

O ismin mazharı hem Mustafâ'dır    

Bunu bilen kamu ehl-i safâdır           

Bu remzim ehl-i nâdâna hafâdır       

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Sıfât-ı Çâr-yârı kıldı mahrem

Birinci Hazret-i Sıddîk-ı A'zam

İkinci Âdil-i Fârûk-ı Ekrem

ºçüncü zî-hayâ Zin-nûreyn efham    

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Dahi dördüncüsü sâhib-sehâdır        

Velâyet Haydarı Şîr-i Hudâ'dır          

Ki dâmâd-ı Muhammed Mustafâ'dır

Dahi Âl-i şehîd-i Kerbelâ'dır

Zuhûratı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Tarîkımız Tarîk-ı Nakşibendî

Kamu ehl-i tarîkin ser-bülendi          

Kolumuz Hâlidî'dir dil-pesendi         

Girenler hâb-ı gafletten uyandı         

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Erişti Şeyh-i Abdullâh'a nûru

Seyid Tâhâ'da ol kıldı zuhûru

Ana bîat eden buldu huzûru

Terakkî eyleyip buldu sürûru

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Emânet Sıbgatullâh'a dayandı

Cemâli Hak boyasıyla boyandı

Kabâil cümle gafletten uyandı           

Füyûzâtı Semerkand'e dayandı

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Erişti Şeyh-i A'zam Pîr-i Tagî

Velâyet şehrine kurdı otağı

Müzeyyen eyledi sahrâyı bâğı            

Gönül şehrinde yandırdı çerâğı

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Erişti Sâmî-yi devr-i zamâne

Safâ-bahş etti kalb-i ârifâne

Nice bin mürde kalbler geldi câne

Kılan bîat girer dârü'l-emâne             

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

Muhammed Şeyh-i Sâmî'dir Pîrimiz

Bilâdı şehr-i Erzincân yerimiz            

Bir ednâ Sâlihem Oldur şîrimiz         

Derinde kemterinin kemteriyiz         

Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben

Bu yolda cânı kurbân eylerem ben

 

 

 

 

 

121

 

Gel cânını terk eyle ki cânân doğa senden

Hem kalbini pâk eyle ki irfân doğa senden

 

Aldanma sakın sözlerine dîv-i recîmin           

Ver kuvvetini rûha ki vildân doğa senden     

 

Tevhîd topunu destine al "Hû"ya devâm et 

Bir gün ola Haydar-sıfât arslân doğa senden

 

Süfyânîlerin sözlerine eyle tahammül            

Sabr eyle gönül derdine dermân doğa senden            

 

Ey murg-ı gönül âlem-i süflîde dolaşma        

Ulvîde olan ravza-i gülşân doğa senden        

 

Kibr ile hased eyleyüben olma muannid       

Ol asl-ı sehâ lutf ile ihsân doğa senden          

 

Dil şehrine gir mekteb-i irfâna kadem bas    

Bul hâtemini hükm-i Süleymân doğa senden             

 

Cân vermede Cercis gibi ol derd ile Eyyûb    

Katl eylegör nefsini kurbân doğa senden

 

Ya'kûb oluben kûşe-i ihsânda karâr et           

Bir gün ola ki Yûsuf-ı Ken'ân doğa senden

 

Tut dâmenini Hazret-i Sâmî gibi pîrin           

Ol rûh-ı Muhammed'deki seyrân doğa senden

 

Sâlih seni terk eyleyip öz nefsini fehm et      

Zulmette yürü şems ile tâbân doğa senden 

 

 

 

122

 

Bedensiz bir güzel gördüm efendim

İlikten damardan kandan içeru

Cânân illerinden sordum efendim

Bir cân vardır gizli cândan içeru

 

Niceleri vardır hicrân gölünde

Çok Mansurlar vardır zülfün telinde

Hakîkat şehrinde cânân ilinde

Bülbüller var o gülşandan içeru

 

"Kün fekân" emriyle döner bir dolâb

Öğüdür âlemi misl-i âsiyâb 

İnceden incedir olunmaz hisâb

Çok hikmet var "Kün fekân" dan içeru

 

Geçmeyenler bilmez çarh-ı çenberi

İçmeyenler bilmez âb-ı Kevseri

Bir gece Pîrimden aldım haberi

Mekân vardır lâ-mekândan içeru

 

Gül bülbülü gördü çıktı kabından

Bülbüller uyandı kalktı hâbından    

Pervâneler geçti âteş bâbından         

Azm eyledi gülistândan içeru

 

Bu ne ayrılıktır bu ne iftirâk

Benlik irâdesin elinden bırak

Her neye bakarsan Hak gözüyle bak

Gör neler var bu ekvândan içeru       

 

Pîr-i Sâmî gibi bâtın sultânı

Ârif-i billahtır yoktur akrânı

Reşâdet bâbından açmış meydânı   

Çok merdân var o meydândan içeru

 

Sâlih  ne yatarsın uyan dediler

Sıdk ile Allah'a dayan dediler

Hak gizli değildir ayân dediler           

Çok ihsân var bu ihsândan içeru

 

 

123

 

Umûrun Hakk'a tefvîz et n'ederse ol eder yâ Hû        

Aradan benliğin mahv et gözet neyler kader yâ Hû

 

Bu gaflet uykusundan kalk kamu bildiklerin bırak

Cihâna bir güzelce bak gelen durmaz gider yâ Hû

 

Düşün bir geldiğin ili ne taraftan gider yolu

Kişi kazandığı mâlı çobân olur güder yâhu

 

Ne için âleme geldin ne için tutulup kaldın

Yalancı nefse kul oldun seni tutmuş yeder yâ Hû      

 

Pîr-i Sâmî'ye var kardaş akıtsın gözlerin kan-yaş

Sana olmazsa Ol yoldaş olursun derbeder yâ Hû

 

Görün Sâlih bî-hemtâyı gezerken kûh u sahrâyı         

Gönül buldu dilârâyı bu gavgâyı n'eder yâ Hû            

 

 

124

 

Mecnûn'u görün n'etti Leylâ'daki âh ile

Ferhâd da Şîrîn için gör neyledi dağ ile

Her birisi bağlandı bir âhenîn bağ ile             

Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile

Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

 

Sûretlere aldanma bu nefse alâmettir

Benliğine dayanma bil sonu nedâmettir       

Herbir yola inanma sanma ki selâmettir

Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile

Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

 

Gör neyledi pervâne bir şem'-i çerâğ ile

Bülbül düşüp efgâna  bir gonca-i zâğ ile        

Her birisi bend oldu bir türlü duzâğ  ile         

Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile

Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

 

Her kim ki tenezzülden kurtarmadı kendini

Ayılmadı gafletten çözemedi bendini

Teslîm oluben pîre dinlemedi pendini           

Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile

Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

 

Gör âşıkı ol mâhı şakk eyledi parmağı            

Teşneleri kandırdı parmakları ırmağı             

Âşıkları yandırdı gül vechiyle yanağı

Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile

Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

 

Bul Sâmî gibi şâhı seyr et ulu dergâhı

Sâlih gibi yok yere eyleme kuru âhı

Sohbette müdâvim ol nefsinden ol âgâhı      

Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile

Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile

 

 

125

 

Saâdet burcunun sultânı sensin yâ Resûlallah

Kamu derdlilerin dermânı sensin yâ Resûlallah

 

Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmâlar             

Zuhûrı âlem-i a'yânı sensin yâ Resûlallah    

 

Dahi hem "küntü kenz" esrârının bil mahremi sensin

Makâmındır senin hem "Kâbe kavseyn" yâ Resûlallah

 

Çü doğdun Mekke'de kıldın Medîne şehrine hicret

Kamu ebrârın îmânı çü sensin yâ Resûlallah              

 

Zuhûrâtın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem  

Dü âlemde Ebü'l-Ervâh ki sensin yâ Resûlallah        

 

Murâdın  teşrîf-i mi'râcdan vücûd-u âlemin gezdin  

Zemîn ü âsumânın nûru sensin yâ Resûlallah

 

Cemî-i enbiyâ cümle sana hep ümmet oldular

Hüviyyet bâbının miftâhı sensin yâ Resûlallah         

 

Pirîmiz Hazret-i Sâmî senin vârislerindendir

Ulüvv-i himmeti hem şânı sensin yâ Resûlallah        

 

Bu Sâlih himmet-i pîri ile bildi seni şâhım

Kelâmın hücceti bürhânı sensin yâ Resûlallah

 

 

126

 

Hakîkat şehrinde bir güzel gördüm

Bir göreni göremedim ne çâre

Sevdâ-yı aşkından yanıp kül oldum

Bir bilen yok soramadım ne çâre

 

Bir zamân bekledim Leylâ dağını

Bir zâman bekledim gül budağını

Bir zamân bekledim yâr otağını

Vâsıl-ı yâr olamadım ne çâre              

 

Andelîbin işi âh u zâr olur    

O nasıl güldür ki tezce hâr olur          

Bir gönül kul olur gâh hünkâr olur    

Ben bu sırra eremedim ne çâre

 

Bir gülün ki hârı vardır yâr demem

Kansız dîdelere âh u zâr demem       

Yüzünü görmeden yârim var demem

Ben bu yâri bulamadım ne çâre

 

Niceleri yâr der gönlü binâda

Niceleri yâr der gönlü zinâda

Nicesinin gönlü  bey' ü şirâ'da           

Bu yâr kimdir bilemedim ne çâre

 

Duydum ki yârimin yeri Kâf imiş      

Dillerde söylenen kuru  lâf imiş

Aslını sorarsan "nûn" u "kâf" imiş     

Pâyine yüz süremedim ne çâre          

 

Meded Pîr-i Sâmî bir gör hâlimi

Bu Sâlih'e çok ettiler zulümi

Aç  vuslat perdesin göster gülümi

Çok ağladım gülemedim ne çâre

 

 

127

 

"Hû" deyip devrâna geldim bu cihâne çâre ne

Çok zamândır hâdim oldum ben bu hâne çâre ne

 

Dört anâsırla mürekkeb mâyemiz derttir bizim

Hicr ile döndü elif kaddim kemâne çâre ne  

 

Arayıp "yüz elli" de "yüz üç" makâmın bulmuşam

Anın için düşmüşem âh u figâne çâre ne

 

"Otuz iki"nin "otuz iki" kapısı vardurur

Otuz iki hâdimi var hâricâne çâre ne

 

Hem otuz iki hükümdâr her tarafta hükm eder

Hizmeti zordur buların sâdıkâne çâre ne

 

Olmadı dil şehri aslâ mekr-i tûfândan halâs

Girmedi asla sefînem bahr-i âne çâre ne       

 

Bu cihan halkını gördüm cümlesi hizmettedir

Her birini gezdiribdir âb u dâne çâre ne        

 

Gel hakîkatle nazar kıl bu cihânın halkına

Cümlesinin dirliği ceng ü cidâldir çâre ne     

 

"fakrî fahrî" ihtiyâr et sen sana gel ey gönül

Gel Hak'ı sen sende bul gitme yabane çâre ne

 

Gir muhabbet âlemine giy melâmet hırkasın              

Halkı koy desin sana olmuş dîvâne çâre ne

 

Her kazâ çevgânına karşı duran bir ben miyim          

İşte geldim âhiri dârü'l-emâne çâre ne

 

Ma'şûkun cevri tükenmez hem belâsı âşıkın

Dûd-ı âhım erdi heft-âsumâne çâre ne          

 

Halk-ı âlem cümlesi mir'âtım olmuştur benim          

Seyr ederim her taraftan yane yane çâre ne

 

Her ne var a'lâ vü esfel hep sıfâtımdır benim

Ger akıllı ger dîvâne câhilâne çâre ne

Bir acâib bahre düştüm âbı yok tûfânı çok

Gelmişim ihlâs ile sen keştibâne çâre ne       

 

Pîr-i Sâmi gibi şâha eylemişem bîati

Girmişem dergâh-ı pîre âşıkâne çâre ne

 

Gel yeter ağlatma şâhım bu zaîf bî-çâreni

Ağlamaktan eşk-i çeşmim döndü kane çâre ne           

 

Darb-ı bahrân târih-i tevellüdüm olmuş benim         

Müddet-i ömrüm erişti şimdi câne çâre ne

 

Sâlihem senden murâdım "fakrî fahrî" dir benim      

Yok huzûr ile yüzüm varam dîvâne çâre ne

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

128

 

Mâlikimin mülküne mihmân oluram kime ne

Sâni'in  sun'un görüp hayrân oluram kime ne

 

Gâh oturup derd evinde beklerem Eyyûb gibi

Dost yolunda cân verip kurbân oluram kime ne

 

Gâh olur perrende-vârî seyr ederem âlemi   

Gâh durup bir  kûşede pinhân oluram kime ne          

 

Gâh firâk-ı hasret-i yâr ile mahzûn oluram   

Gâh açılıp gül gibi handân oluram kime ne

 

Gâh oluram çok muhannet bir megesten korkaram       

Gâh olur ki bir kagan arslan oluram kime ne               

 

Gâh olur eğnime şâldan giyerem atlas harîr 

Gâh olur ki soyunup uryân oluram kime ne

 

Gâh Nesîmî-veş bu cismim cildini üzdürürem            

Her belâ çevgânına kalkan oluram kime ne 

 

Ümmîyem ben zerre denli ilme yoktur tâkatim         

Gâh olur ilm ile bî-pâyân oluram kime ne     

 

Gâh giderem halk içinde lâübâlî söylerem

Gâh huzûr-ı pîre varıp fân'oluram kime ne   

 

Gâh girip bâzâr-ı aşk içre oluram muhtesib13

Hakkı bâtıldan seçip irfân oluram kime ne

 

Gâh olur ehl-i cehennem yakaram bu âlemi

Gâh behişte hûrî vü gılmân oluram kime ne

 

Gâh girip zindân içinde beklerem Yûsuf gibi

Mısr-ı dilde gâhi de sultân oluram kime ne  

 

Gâh gönül bahri coşup ağzım döker dürdâneler         

Gâh olur bildiklerim nisyân oluram kime ne

 

Pîr-i Sâmî şeyhimizdir ben bir ednâ Sâlihem              

Sâyesinde vâsıl-ı cânân oluram kime ne

 

129

Bir kimseye kim yâr ola tevfîk-i hidâyet        

İrfân ile deryâ oluben kalbi coşar da

Gönlünde tulû' eyler anın aşk u muhabbet  

Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde 

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

 

Bir yerde ki gül yoktur o gülşâneye varmam

Hem sohbet-i pîr olmadığı hâneye varmam

Aşk ehlinin ahvâlini pervâneye sormam

Âşık olanın ciğeri yanar da pişer de

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

 

Bu girye-i nâlânıma kıl merhamet ey şâh     

Pek güç bulunur sen gibi bir  ârif-i billah      

Öğmüş de yaratmış seni Ol Hazret-i Allah

Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

 

Ey zühd ile veren bana tebşîre-i cennet        

Biz münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet  

Âşık olanın maksûdu matlûbesi rü'yet

Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde 

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

 

Göster bana sensiz yeri ey Hazret-i Mevlâ

Bir yerde ki sen varsın o yer hep bana me'vâ               

Aşkını vezîr eyledi gör hüsnünü Leylâ

Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

 

Kim şeyhini Hak bilmedi Hakk'ı dahi bilmez

Yok eylemeyen varını maksûduna ermez      

Sâmî gibi bir âşık-ı Yezdân ele girmez            

Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde

Sevdim seni  seydâ-yı cihân hayır ve şerde

 

Sâlih tutagör sıdk ile sen dâmen-i Pîri            

Bu asrın Odur kâmili hem kutbu emîri

Hem şehr-i hakîkat ilinin mâh-ı münîri         

Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde

Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde

 

 

130

 

Bahr-ı aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile      

Katreler deryâ olur cem'iyyet-i kübrâ ile       

Mekteb-i aşka girip oku hakîkat dersini         

Müddeî lâf eyleme gel bir kuru da'vâ ile

 

Ehl-i aşkın derdinin dermânı vuslattır begim             

Sen benim derdime dermân olamazsın ey hekîm

Öyle bir sultâna hâdim olmuşam âlemde kim

Bir nefesi ayrı değildir Hazret-i Mevlâ ile

 

Hazret-i Pîrim delîlimdir Halîlimdir benim 

Dil sarâyı ravza-i beyt-i celîlimdir benim      

Ana teslîm ettiğim nefs-i zelîlimdir benim   

İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmâîl'e       

 

Okuruz ders-i "aref"ten Hızr'ın olduk mahremi

Bülbülü bâğ-ı hakîkat güllerinin şebnemi    

Nûrumuz nûr-ı Muhammed nefhamız Âdem demi   

Hem-demiyiz Sûr'a hâcet kalmadı İsrâfîl'e   

 

Ten ile âbım turâba nâr ile bâdım hevâ         

Cânımı cânâna verdim aradan çıktı sivâ        

Nokta-i sırrım semâ " Rahmân ale'l-arşistivâ"            

Kabz için bir ihtiyâcım kalmadı Azrâil'e        

 

Gönlümün şehrinde şeyhim oldu seyrânım benim

Pîr-i Sâmî Hazreti feth etti meydânım benim

Eşk-i çeşmim rûz u şeb seylâb-ı bârânım benim       

Teşnelikte ihtiyâcım  kalmadı Mikâîl'e          

 

Hamdulillah ermişim bir server-i hünkâra ben

Fâriğ-ı âzâde oldum düşmezem efkâra ben  

Sâlihem sıdk ile verdim dilimi dildârâ ben

Mekteb-i aşk içre hâcet kalmadı Cebrâîl'e

 

 

131

 

Dermân idegör derdime ey Hazret-i Sâmî    

Çekmeğe tâbım dahi  yok işbu elemi              

 

Dil şehrini baştan başa hep aldı harâmî        

Ey şîr-i Hudâ eyle kabûl işbu recâmı              

 

Bir bende-i nâçîze  gedâyem bu arada           

Hem lâl ü lebin teşnesiyiz sun bize câmı      

 

Âlemde bu cân derdine dermân seni buldum

Sen sarmayıcak kim saracak işbu yaremi

 

Sen bizlere mir'ât-ı Hudâ'sın bu arada           

Dil-teşnelerin sende durur vuslatı kâmı        

 

"İllâ"ya geçir koyma bizi menzil-i "lâ" da

Hicrân oduna yakma şâhım eyle keremi

 

Benlik bizi bend eyledi bir saht-ı kemende  

Ko erreyi başıma dağıt işbu yuvamı

 

Ol Yûsuf-ı cânânımı zindânda bırakma

Ten Ya'kûb'unun ref' et gözünden bu gamâmı            

 

Gasbetti sefînem benim emmâre-i nefsim   

Ol gamzelerin tîriyle katl et bu gulâmı

 

Tahtındaki gencîne-i dîvârımı doğrult           

Ey Hızr-ı zamânım bu işe eyle devâmı

 

Gel eyle rehâ şirk-i hafîden ve celîden            

Ref' eyle gönülden çıkarıp hubb-ı sivâmı      

 

Derd ile belâ çekmede Eyyûb'u da geçtim

Dermân idegör derdime ey Hazret-i Sâmî

 

Ten hasta bu cân hasta yürek yaralı Sâlih

Bilmem ki nedir sevdiğimin bende merâmı

 

 

132

 

Dehre gelenin her biri bir kâr ile gitti

Mü'min olanın cümlesi ebrâr ile gitti              

 

Ol kimseye kim ermedi eltâf-ı inâyet              

Zulmette kalıp zümre-i füccâr ile gitti            

 

Anlar ki özün kurtaramaz nefsin elinden

Girdâba düşüp âlem-i devvâr ile gitti             

 

Kâl ehli dahi kâlini irgürmedi hâlâ   

Kesrette kalıp âlem-i ağyâr ile gitti  

 

Mecnûn'u görün oldu kamu dillere destân

Leylâ diyerek âhiri ol zâr ile gitti

 

Ferhâd dahi Şîrîn için dağları deldi

Verdi serini O da o ikrâr ile gitti        

 

Bülbül dahi feryâd ederek gül budağında

Lâl oldu dili görmedi ol hâr ile gitti

 

Pervâneyi gör şem'i görüp cânını attı

Mahvetti özün ol dahi ol nâr ile gitti

 

İzhâr idüben eyledi dâ'vâ-yı "Ene'l-Hakk"    

Mansûr'u görün ol dahi ber-dâr ile gitti

 

Ol serverimiz Ahmed ü Mahmûd u Muhammed

Ol "sûre-i İsrâ"daki esrâr ile gitti       

 

Hem âlim ü kâmiller ile bunca velîler

Bunlar dahi her biri bir âsâr ile gitti

 

Teblîğ ederek bizlere ahkâmını Hakk'ın

Bu zümre kamu rü'yet-i dîdâr ile gitti            

 

Sâmî gibi sultâna kılan sıdk ile bîat

Ol rûy-ı Muhammed'deki envâr ile gitti        

 

Sâlih ise hep benliğini pîrine verdi

Çıktı aradan vuslat-ı dîdâr ile gitti   

 

 

 

133

 

Yandırdın derûnum nâr-ı Nemrûd'a

Gülşanımın vakti yetişmedi mi         

Bütün cism ü cânım eyledin hurda

Azâlarım yanıp tutuşmadı mı

 

Rûz u şeb eylerim âh ile vâhı              

Âhıma bir sebeb kaldı mı dahi

Yâ kabz et rûhumu ya aç bu râhı       

Figânım dergâha yetişmedi mi

 

Ömrüm "nûn" u geçti "câna" dayandı

Arz-ı hâlim âlî-şâne dayandı              

Eşk-i çeşmim bahriâne dayandı        

Bilmezem ki varıp karışmadı mı

 

Sâlihem düşmüşem âh u feryâda

Çok ağladım gelen yoktur imdâda

Ümîdim var Pîr-i Sâmî  Mevlâda

O da bizden küsmüş barışmadı mı

 

 

134

 

Cân bülbülü ne ağlarsın kafeste

Azm-ı râh et bir gülşane var yüri       

Yandırdın derûnum her bir nefeste

Ben bir yane sen bir yane var yüri

 

Hicrân göllerine atılamadım

Kul olup hanlara satılamadım

Feleğin kahrından kurtulamadım    

Bir zamân da kûhistâne var yüri       

 

Karşına almışken gonca gülünü

N'oldu sana terk eyledin ilini

Hele bir zamân da lâl et dilini

Bir hekîm-i hâzıkâne var yüri             

 

Ben çekemez iken kendi belâmı

Sen açtın yürekte türlü yaramı

Beni de ağlatma eyle keremi              

Himmet ehli bir merdâne var yüri   

 

Bu garîb illerde kalma âvâre

Isırdırlar seni çok semmî mâre          

Bulmak ister isen bu derde çâre

Kemâl ehli bir sultâna var yüri

 

Gönülden bây olup dilenci olma       

Sıdk ile teslîm ol yalancı olma

Nezâfet ehli ol külhâncı olma             

Edîbâne ol dîvâne var yüri   

 

Dergâh-ı Sâmî'de var kıl fizâhı           

Odur âşıkların püştü penâhı               

Zemînin kutbudur semânın mâhı    

Sâmî gibi âlî-şâne var yüri

 

Sâlihem derdime dermânım Oldur

Gönlümün şehrinde sultânım Oldur

Hakîkatte şâh-ı merdânım Oldur

Murg-ı cânım âsümâne var yüri        

 

 

135

 

Ey erenler arslanı

Geldin imdâda sâkî 

Doldurdun Erzincân'ı

Nûr u ziyâda sâkî     

 

Nisbet-i Pîr-i Tagî

Sende kurmuş otağı

Sînen cevahir dağı   

Dağıtma yâde sâkî   

 

"Allah'u nûrun" nûru

Sende kılmış zuhûru

Cismin tecellî Tûru  

Gönlün me'vâde sâkî              

 

Dîdâra karşı cânın   

Aynıdır hem îmânın

Solmaz gonca dehânın           

Gül-i şinâde sâkî      

 

Ey andelîb-i Hudâ   

Sohbetin rûha  gıdâ

Sendedir râh-ı Hudâ              

Zât u Esmâda  sâkî  

 

Nefha-i Âdem demi

Seninledir hem-demi             

Hasta diller merhemi

Sende ziyâde sâkî    

 

Ey sûret-i insânî

Asrın şâh-ı merdânı

Kıl bizlere ihsânı

Bâb-ı sehâda sâkî    

 

Sensin Hakk'ın halîli

Âşıkların delîli

Saykal eyle bu dili   

Nûr-ı cilâda sâkî

 

Himmetü'r-ricâl sende          

Taklîü'l-cibâl sende

Her türlü  kemâl sende

İşbu arada  sâkî        

 

Sensin Yûsuf-ı Ken'ân

Hüsnüne cümle hayrân

Sen beni eyle kurbân

Verme cellâda sâkî

 

Kul eyle bu dergâha

Ey enfâs-ı Mesîhâ    

Ümmet oluben şâha

Geldim irşâda sâkî

 

Mebde ile meâdım  

Bilmekliğe mu'tâdım

Şâd et dil-i nâşâdım

İrgür âbâda sâkî       

 

"Men aref" in sırrını

Sende buldum dürrini           

Hakîkatin bahrini

Eyle küşâde sâkî      

 

Dârü'l-emân sendedir           

Ayn-ı îmân sendedir              

Hak nümâyân sendedir        

Vakt-i evhâda sâkî   

 

Varlık dağın delmeyen

Ağlar iken gülmeyen

Şeyhini Hak bilmeyen

Düşer hüsrâna  sâkî

 

Ledünnî vâridâtın   

İsm-i zâttır evrâdın 

Şefîisin usâtın           

Haşr-ı kübrâda sâkî

 

Esrâr-ı rûh-ı âlem    

Gönlündür levh ü kalem       

Bir miskîn kem-ter kulam    

Bâb-ı rızâda sâkî      

Rûh-ı musavver sensin         

Nûr-ı münevver sensin         

Encüm-i enver sensin            

Şehr-i sabâda sâkî   

 

"Küntü kenz"in esrârı             

Seninledir iş'ârı        

Nutkun Mesîhâ-vârî               

Kalbi ihyâda sâkî     

 

Destin  kudret kabzası           

Ehl-i aşkın cezbesi

Gönlün tevhîd ravzası            

Hubbun Mevlâ'da sâkî          

 

Halîl'in gülistânı      

İsmâîl'in kurbânı

Hem mürşid-i Rabbânî

Feyz-i şümâda sâkî 

 

Ahadden hem Ahmed'i

Bilirsin Muhammed'i

Koyma bu mukayyedi            

Bend-i gulâda sâkî  

 

Sil mâsivâyı tenden

Ref' et hicâbı cândan

Al benliğimi benden

Gitsin irâde sâkî

 

Vâridâtın nûr dağı

Derûnun cennet bâğı

Ağzın hayât ırmağı

Kelâmın bâde sâkî

 

Vechinde yedi âyet

Fâtiha'ya işâret

Ey neyyir-i hidâyet 

Seb'a semâda sâkî   

 

Sensin Hakk'ın habîbi

Derdlilerin tabîbi

Bırakma bu garîbi

Dâr-ı fenâda sâkî      

Günü tuttu himmetin

İlhâm-ı Hak sohbetin

Cevlân eder nisbetin              

Fevka'l-ulâda sâkî   

 

Şehr-i hakîkat gülü

Sensin yine bülbülü

Koymagıl ehl-i dili   

Menzil-i  "lâ"da sâkî

 

Rûh-ı akdes sultânı 

Cân derdinin dermânı

Sâmî-yi Erzincânî

Şeyhü's-saâde sâkî  

 

Sâdık kuldur Sâlih'in

Düşmüş kaldır Sâlih'in

Şâhım güldür Sâlih'in

İrgür murâda  sâkî

 

 

 

 

 

 

 

 

136

 

Kılalım zârılık Hakk'a edelim çok münâcâtı 

Delîlimiz Muhammed'dir kabûl etmez mi hâcâtı      

Gönül şehrin müzeyyen kıl gözet dâim kulûbâtı        

Gelir sana Hudâ'dan çok büyük mihmân seher vakti   

 

Bizim bu benliğimizdir düşürmüş bizi girdâba          

Bu bir sihr-i muazzamdır bizi bend etmiş etnâba     

Teşebbüs edelim sıdkı hulûs ile bir esbâba 

Duâmız müstecâb eyler  bizim gufrân seher vakti     

 

Açıldı ravza-i tevhîd ne durursuz uyanıklar

Gülün şeb-nem zamânıdır erişin bağrı yanıklar         

Salâdır cem olunsun reng-i dildâre boyanıklar           

Cemâlin arz eder âşıklara cânân seher vakti

 

Erişti nefha-i Rahmân açıldı lâle sünbüller

Okurlar ism-i a'zam cümle kudsîler ve bülbüller       

Bu esrâr-ı ilâhîden haberdâr olmayan diller

Ne yatarsın behey  gâfil uyan bir an  seher  vakti

 

Bütün uşşâkı mest etti çıkuben Ravza'dan bûyı        

Zemîni âsumânı hep münevver eyledi rûyı  

Kanı berdâr olan gelsin göründü ebrudan mûyı         

Bu bir ıyd-ı muazzamdır olun kurbân seher vakti     

 

"Nefahtü fîhi min rûhî" unutma ey garîb insân

Düşün bir mebde-i aslın nice bir gezersin hayvân

Duhûl et kalb-i irfâna bu derde bulasın dermân        

Hitâb-ı "ircıî" Hak'tan gelir her an seher vakti

 

Tarîk-i Nakşibendî'den alanlar vuslat-ı kâmı

Figânı andelîb-âsâ ederler subh ile şâmı      

Kulûb-ı sâliki ihyâ kılar hep nisbet-i Sâmî

Dolar bûy-ı Muhammed'le bu Erzincân seher vakti

 

Pîrimiz Şeyh-i Sâmî'dir Muhammed'dir Anın ismi

Bekâbillâh olup zâtı tecellî Tûrudur cismi

Boyanıp reng-i dildâre bilinmez anların resmi

Okurlar mekteb-i dilde bular Kur'ân seher vakti       

Beni benlik harâb etti bu yüzden olmadım ma'mûr

Dökülür gözlerim yaşı sanasın mislidir yağmur

Tecellî eylese dilber gönül şehri olur mesrûr               

Urur mevci gelir cûşa kamu ummân seher vakti        

 

Beni benlik harâb etti dilimde kuru da'vâdır

Kulûb-ı mutmainnem var pîrim uşşâk-ı Mevlâ'dır    

Cefâkeş Sâlihem bilmem serimde bu ne gavgâdır

Ulüvv-i himmetin muhtâcıyam sultân seher vakti

 

 

 

137

 

Derdim yeni baştan beni da'vâya düşürdü

Dil şehrini gam leşkeri gavgâya düşürdü      

 

Bildim buların kasdı hemân cümle banadır

Nefsim beni fenniyle bu ârâya düşürdü         

 

Gördüm ki durur ortada bir âfet-i devrân      

Bir hande ile aklımı yağmaya düşürdü          

 

Verdim serimi gamzelerin tîrine karşı            

Vuslat diledim anı da ferdâya düşürdü          

 

Gönlüm evine doldu bir ummân-ı muhabbet             

Keştîm dağılıp âhiri deryâya düşürdü            

 

Ol arada bir Hızr-ı zamân tuttu elimden       

Aldı beni bir menzil-i sahrâya düşürdü         

 

Saldı bu gönül şehrine bir âteş-i aşkı

Bu aşk beni bir gizlice sevdâya düşürdü

 

İzhâr edemem izmarı dahi bağrımı deldi      

Âhir beni bir kâmil-i kübrâya düşürdü           

 

Rahm eyledi bu abdine Feyyâz-ı hakîkat      

Sâmî gibi bir pîr-i hemtâya düşürdü               

 

Berzahdan alıp Sâlihini kattı sürüye

Bir anda bu dil şehrini me'vâya düşürdü      

 

 

138

 

Gece gündüz kılaram zârı leylî           

Meni kıl mahrem-i esrârı leylî            

 

Menem Mecnûn senin hüsnüne hayrân

Dilemem senden özge yârı leylî

 

Ne noksân erişir hüsnüne bilmem

Cemâlin eylesen izhârı leylî

 

Ulü'l-ebsâr olup hüsnün görenler     

Dilemez başka bir dildârı leylî           

 

Cemâlin şem'ine müştâk olanlar       

N'eder cennetteki ebrârı leylî             

 

Nice Mansûr'a söylettin "ene'l-Hakk"             

Kuruben karşısına dârı leylî

 

Tecelli eyleyip zülfün telinden

Sonunda eyledin berdârı leylî            

 

Pîr-i Sâmî gibi sultânı buldum

Gerekmez başka bir dildârı leylî

 

Bu Sâlih mest olup mestâne söyler  

Edeli aşk ile bâzârı leylî

 

 

 

 

 

 

139

 

Sebeb-i necâtım Hazret-i Sâmî          

Esîr-i nefs etme dünyâya bizi             

Hercâi nefsimin çoktur sitemi            

Salar günden güne gavgâya bizi

 

Hubb-ı Rüstem'imi bend et pâyine 

Fırsat verme bu emmâre hâine

Bu günkü  ihsânı koyma yarıne

Düşürme sultânım ferdâya bizi         

 

Teveccüh olunca herbir ihvâna

Mürde kalblerimiz gelirler câna        

Murg-ı cânlar başlar âh u figâna        

Çıkar bu berzahdan bâlâya bizi         

 

Senin himmetlerin bize yâr iken

Vâridâtın cümle gül-izâr iken             

Şâhım gibi Mevlânamız var iken

Bend etme bir gayrı Leylâ'ya bizi

 

Mâsivâdan ref' eyleyip gönlimi

Cemâline müştâk ettin aynimi          

Evlâd u ıyâlden kesip meylimi

Düşürdün bir aceb sevdâya bizi

 

Âriflerin kıyâmeti dâimdir

Kulûbu  hep mâsivâdan sâimdir       

Biz gaflette isek pîrim kâimdir           

Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi           

 

Kalmadı gönlümün sabrı ârâmı         

Mürüvvet bâbından eyle keremi

Burda temîz eyle her bir davâmı

Bırakma mahşer-i kübrâya bizi

 

Aşkına Hazret-i Pîr-i Tagî'nin

Reîs-i evliyâ dîn çerâğının

Hakîkat bahrinin çâr ırmagının         

Keştibân eyle o deryâya bizi               

Al benligimizi gitsin irâde

Arz eyle cemâlin irgür murâde

Vasıtamız sensin işbu arâde               

Eriştir menzil-i a'lâya bizi    

 

Kibrît-i ahmerdir şeyhin nefesi         

Yakar dil şehrinde bırakmaz pası      

Berâberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı

Dâim cezb ederler me'vâya bizi         

 

Cânım fedâ olsun Resûlullâh'a

Bizi kabûl etti âlî dergâha

Emr eyledi şeyhim Muhammed Şâh'a

Çıkardı zulmetten bedrâya bizi         

 

Pîr-i Tagî ile hem Seyyid Tâhâ

Kabûle sebebdir anlar bu râha          

İlticâ edelim Sıbgatullâh'a   

Kendi boyasıyla boyaya bizi

 

Bâis-i hayâtım Pîr-i Sâmî'dir              

Şefî'-i usâtım Pîr-i Sâmî'dir  

Dilimde evrâdım Pîr-i Sâmî'dir          

O'dur cezb eyleyen buraya bizi

 

Sâlihem sıdk ile girmişem yola

Andelîb olmuşam bir gonca güle      

Hâlim arz edemem Allah'a bile

Belki kılmış derde sermâye bizi

 

 

140

 

Azrulayıp seni deyu gelmişem

İster öldür ister âzâd et meni

Bu dergâhda ben muhalled kalmışam           

İster kurtar ister bîdâr et meni          

 

Ne hâcet arz etmek hasb-i hâlimi

Efendim bilirken her ahvâlimi

Gizleme görmüşem sende gülümi

İster güldür ister gam-zâd et meni   

 

Nakşî cemâlinden kesmem gözümü

Sende buldum mâdenimi özümü

İster ver Şîrîn'im güldür yüzümü

İster kûhistânda Ferhâd et meni      

 

Hurûc et ihrâmdan ey dîn sirâcı        

Keselim kurbânı olalım hâcı

Hallolsun uşşâkın hep ihtiyâcı

Vuslatın indinde dilşâd et meni        

 

"Ve'd-duhâ" güneşi yüzündür dilber               

Nûr-ı Muhammedî özündür dilber

Mantık-ı Mesîhâ sözündür dilber     

Ka'be-i hüsnünde âbâd et meni        

 

Şerîat bahrinin ummânı Sâmî

Hakîkat şehrinin sultânı Sâmî

Derdli âşıkların dermânı Sâmî

Sevdâ-yı aşkınla mu'tâd et meni       

 

Hakîkatsiz andelîbin zârına

Goncasını seven bakmaz hârına        

Yandır bu Sâlih'i aşkın nârına

O nârın nûrundan âbâd et meni        

 

 

 

141

 

Hurûc et ebrûdan mâhım görem bir kez dilârâyı       

Nice bir çekeyim şâhım yürekte ben bu yarayı

 

Yürek kanı şarâb oldu ciğer yandı kebâb oldu

Gönül şehri harâb oldu seni arayı arayı

 

Karârım kalmadı hergiz senin aşk-ı hayâlinden         

"Visâl-ender-visâl" eyle alıp benden bu sevdâyı        

 

Senin vuslat firâkından eğer bir sayha eylersem        

Yıkar hep ber ile bahri eritir seng-i hârâyı    

 

Götür yüzden hicâbını kılıp âşıkların bayram

Görüp rûyunda hem mâhı yesinler menni selvâyı     

 

Dahi sen ibn-i Âdem'sin dem-i Îsâ'ya hem-demsin  

Cemî-i derde merhemsin bilirsin her muammâyı     

 

Ki sen ol nûr-ı Ahmed'sin doğup burc-ı saâdetten

İhâta eylemiş nûrun bütün dünyâyı ukbâyı 

 

Seni bilmek kat'î güçtür seni bulmak kat'î güçtür

Seni görmek kat'î güçtür sen açmayınca arayı

 

Bu hüsnün âriyet şâhım senin bir özge hüsnün var  

Esîr-i zülfüne bend et görek biz de o bedrâyı

 

Seni ben bilirim ey cân ne cevher ma'denindensin

Anâsır sâye-bânındır gezersin zîr ü bâlâyı    

 

Hemân bir lahza sağ olmak bana sensiz harâm olsun             

Dilemem ser-te-ser versen kamu hep mülk-i Dârâ'yı              

 

Revâ mıdır eyâ mahbûb bu unsur hânesinde men   

Senin müştâkın olmuşken çekem bu denli belâyı

 

Bu denli arz-ı hâl etmek sana ben bî-edebdendir

Bilirken her bir ahvâlim ederim yine şekvâyı              

 

Zaîf abdem bu arada düşüp âh ile feryâda    

Gelip sen sâhib-irşâda dilerim çok atâyâyı   

 

Muhammed Sâmî-i server var iken sen gibi rehber

Düşer mi şânına dilber aratmak bana Leylâyı

 

Ki gelmekten garaz bilmem nedir bu âlem-i kevne  

Bize esbâbını bildir bırakıp dâr-ı me'vâyı     

 

Murâdın bizleri kurtarmak ise bend-i ejderden         

Eşeddi yokdurur bundan çekem bu kahr-ı süflâyı     

 

Recâsı budurur senden bu Sâlih abd-i miskînin        

Eriştir vuslat-ı yâra sevindir bu bî-hemtâyı 

 

 

 

 

142

 

Cihân bir noktada pinhân değil mi   

Anı fehm eyleyen irfân değil mi

 

Kamu esmâ ile tezyîn olunmuş         

Acâib san'at-ı Yezdân değil mi

 

Kamuya zübde olmuştur Muhammed            

Hakîkat gevheri ol cân değil mi

 

Vücûdu cümle mevcûdatı câmi'        

Dahi ilmiyle bî-pâyân değil mi          

 

Dahi hem "küntü kenz" in ma'denidir

Kemâl-i zâtına bürhân değil mi         

 

Terinden halk edip ervâhı Mevlâ      

Dahi âyîne-i Sübhân değil mi             

 

Kamu eşyâya hikmetle nazar kıl

Gören hem görünen ol an değil mi

 

Ki "Beyne'l-mai ve't-tiyn" iken Âdem             

Saâdet kişveri hâkân değil mi            

 

"Kün" emriyle vücûda geldi âlem

Hitâb-ı "nûr" ana lem'an değil mi     

 

Hüdâ'nın cümle esmâ'ı sıfâtı

Muhammed'den kamu tibyân değil mi          

 

"Nefahtü fîhi min rûhî" hitâbı            

Olunan sûret-i Rahmân değil mi

 

Yüzünde hem sözünde gözlerinde

Konulan nûru Ol sultân değil mi

 

Bu sırdan bilmeyip kılan inâdı

Sücûd eylemeyen şeytân değil mi    

 

Celâli kahrına mazhar düşüben

Kamuyu ağlatan ol kân değil mi

 

Nice âşıkları bâb-ı rızâdan   

Ki hüsrâna salan derbân değil mi     

 

Olup kahr âleti bâr-ı girânı  

Boyun verip çeken hayvân değil mi

 

Ki semm-i mârı "bâl" deyip içiren     

Kamu ol fitne-i devrân değil mi         

 

Hudâ mahfûz edip âşıklarını

Bular "Lâ havf" ile şâdân değil mi     

 

Dürer-bâr-ı Muhammed Mustafâ'dan            

Haber veren bunu Kur'ân değil mi

 

Sıfât-ı Çâr-yârla bürünenler

Bularla muttasıl el-ân değil mi          

 

Hilâfet tahtına sultân olanlar

Ebû Bekr ü Ömer Osmân değil mi

 

Birisi mazhar-ı Haydar-sıfât hem

Aliyyü'l-Murtazâ arslan değil mi

 

Olanlar "Men aref" sırrına âgâh         

Kamu bir noktada yeksân değil mi

 

Halâs eden bugün nefsin sivâdan

Kamusu zümre-i îmân değil mi

 

Hakîkat bahrine gavvâs olanlar         

Şikârı dür ile mercân değil mi            

 

Olanlar müşteri işbu metâa

Bahâsı terk-i cism ü cân değil mi      

 

Olanlar devlet-i dünyâya mağrûr     

Buların kısmeti noksân değil mi

 

Buları ehline taksîm edenler

Cihânda Mürşid-i Rabbân değil mi

 

Vilâyet şehrinin hem pâdişâhı

Hakîkat sûretâ insân değil mi

Bu asr üzre cihânın kutbu şâhı

Pîr-i Sâmî-yi Erzincân değil mi

 

Pîrimiz serverimiz rehberimiz

Bizim ol server-i hûbân değil mi       

 

Gulâm olmak bunun gibi velîye        

Bize Hak'tan büyük ihsân değil mi

 

Haberdâr olmayan kendi özünden

Kamu bildikleri yalan değil mi

 

Senin aşk-ı hayâlinden Hudâyâ

Gözümden dökülen bârân değil mi  

 

Derûnumda yanan nâr-ı muhabbet 

Bana ol tuhfe-i cânân değil mi           

 

Ararım Yûsuf'um kande bulamam

Ki Yûsuf'suz bu ten zindân değil mi

 

Benim nem var bu âlem içre bilmem

Hemân bir kuru ad u san değil mi

 

Alıp benliğimi benden İlâhî

Bu Sâlih'e büyük ihsân değil mi

 

 

143

 

Bir seherde murg-ı cânım uyandı     

Vahdet illerini seyrân eyledi

Pîrimin renginden renge boyandı     

Âlem-i ekvânı cevlân eyledi

 

Gönülden perde-i hicâb açıldı            

İlm-i ledünnîden bezmi  içildi           

Cümle esmâ birbirinden seçildi

Herbiri bir gûnâ elvân eyledi             

 

Meğer hâb-ı gafletteydim uyandım 

Cümle esmâlardan renge boyandım

Bâb-ı müsemmâda kaldım dayandım            

A'zâlarım âh u figân eyledi

 

Nice tabîblere dedim el-emân

Gördüm ki anlar da muhtâcdır hemân

Mürüvvet sâhibi ol Ganî Yezdân

Bâb-ı hidâyetten ihsân eyledi

 

Zümre-i uşşâkın şâh-ı merdânı         

Âlem-i ekvânın kutb-ı zamânı           

Buldum Pîr-i Sâmî gibi sultânı

Cümle derdlerime derman eyledi

 

A'lâda ednâda yoktur matlabı            

Deryâ-yı zât olmuş cümle meşrebi

Vücûdu Hak olmuş "kün"dür maksadı

Her sıfattan zâtın ilân eyledi

 

Dest-i kudretiyle tuttu elimden        

Mâsivâlar ref' olundu dilimden         

Halâs oldum ayrılıktan ölümden

Katre iken bahr u ummân eyledi      

 

Kuvve-i kudsîden edip imdadı                                        

Bize haber verdi zatı sıfatı

Ol zaman anladık sırr-ı Ahmed'i

"Küntü kenz" esrârın beyan eyledi                                 

 

Bir anda eyledi irşad Sâlih'i

Edip benliğindin azad Sâlih'i

Kılıp rabıtayla mu'tad Sâlih'i                                          

Dil şehrin ravza-i cinan eyledi                                    

 

 

 

144

 

Pîr-i Sâmî tuttu destim sâki-i sahbâ gibi       

Yek nazarda aklım aldı dilber-i ra'nâ gibi      

 

Varlığım dağını deldi açtı vuslat râhını          

Bir nefeste cûşa geldi şehr-i dil deryâ gibi    

 

Gönlümün put-hânesinden hubb-ı dünyâ nakşını    

Pûte-i aşkında yaktı nârına pervâ gibi

 

Vahdetin sırrın duyup yağmaya verdim gönlümü

Dost göründü her taraftan aynıma Leylâ gibi

 

Bu anâsır fülkesini  Hızrıma deldireli             

Nefret-i dünyâ kazandım cennet-i me'vâ gibi

 

"Semme vechullâhi" sırrın nûr-ı Ahmed'den görüp  

Seyr edip vahdet yüzünden kesret-i binâ gibi             

 

Teşne diller âhiri vahdet şarâbından içer      

Nûr-ı ezherden giyer bir hil'at-ı zîbâ gibi      

 

"Lî meallah" dersini aşkın kitabından oku    

Gir tecerrüd âlemine Hazret-i Îsâ gibi            

 

Âdemin ilmin dilersen mekteb-i irfâna gel

Hızr ile hem-dem olagör Hazret-i Mûsâ gibi

 

Kuhl-ı "Mâzâğa'l-basar"dan çek gözüne tûtîya           

Nice bir a'mâ gezersin ol pût-ı tersâ gibi       

 

Hâtemin dîv-i recîmden almak istersen eğer              

Kıl celîsin şehr-i dilde sadra Belkîsâ gibi       

 

Gir velîler gönlüne oku ledünnî ilmini

Zâhidin yoktur murâdı zühdü tedrîsâ gibi    

 

Vâridâtın âb-ı zemzem eyle cismin kûh-i Tûr             

Kalbin olsun beytü'l-ervâh Mescid-i Aksâ gibi           

 

Şöhret-i dünyâyı terk et marifet kenzini bul

Sür çıkar hubbu gönülden ekl ü melbûsâ gibi             

 

Pîrim İskender olup Yecûc seddin bağladı    

Görmedim böyle cihân-gîr Sâmî-i Mevlâ gibi

 

Bâğ-ı vahdet güllerine andelîb ol Salihâ        

Bundan artık devlet olmaz aşk ile sevdâ gibi

 

Pîrim İskender olup Yecûc seddin bağladı    

Görmedim böyle cihân-gîr Sâmî-i Mevlâ gibi

 

Bâğ-ı vahdet güllerine andelîb ol Sâlihâ        

Bundan artık devlet olmaz aşk ile sevdâ gibi

 

 

 

 

145

 

Oldum vatanımdan cüdâ     

Görün beni aşk n'eyledi

Yaktı bizi aşk-ı Hüdâ              

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi   

 

Bıraktı hicrân nârına              

Bend etti zülfün dârına         

Bilemedim efkârı ne

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

 

Ya'kûb'u geçti  hasretim

Eyyûb'u geçti mihnetim       

Mahv oldu şân u şöhretim

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

 

Gözyaşım ırmaklar gibi

Coşkun sular çağlar gibi

Derdim büyük dağlar gibi

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

 

Bir sevdâya dûş olmuşam    

Ben mest ü medhûş olmuşam           

Bir yuvasız kuş olmuşam

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

 

Yandı ciğer oldu kebâb

Yüreğimin kanı şarâb

Oldu bu ten şehr-i harâb

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

 

Sâmî gibi bir hazrete

Gönderdi beni vuslate

Eriştirip bu devlete

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

 

Çok çektim ise iftirâk              

Kalmadı gönlümde merâk

Aşkım bana oldu burâk         

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

 

Şeyhim benim sultân imiş

Hak'tan bize ihsân imiş

Cân derdine dermân imiş

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

 

Bir Sâlih-i mestâneyem

Ne uslu ne dîvâneyem

Bilmem beni ben yâ neyem

Görün beni aşk n'eyledi

Âhiri dervîş eyledi

 

 

146

 

Hüsnün diyârından eyledin cüdâ     

Bize harâm ettin illerimizi

Kangı şükûfeye oldumsa şeydâ         

Koymadın sunmağa ellerimizi

 

Meydân-ı hüsnünde oynatırsın at    

Ne diyârdan geldin ey hûrî-sıfât       

Cihânın şâhların hep eyledin mât

Kırdın kanat ile kollarımızı

 

Kaşların mihrâbdır gözlerin hatîb

Demlerin hayâttır leblerin tabîb       

Yanağında feryâd eyler andelîb

Rakîbler dermesin güllerimizi

 

Vechinde yazılmış Seb'ul-Mesânî     

"İnnâ fetahnâ" dan verir nişânı          

Âfitâb-ı hüsnün yandırır cânı             

Zülfün sed eylemiş yollarımızı           

 

Hazret-i Sâmî'den giymişem tâcı

"Ve'd-Duhâ" yüzüdür "ve'l-Leyli" saçı            

Olmak isteyenler fırka-i nâcî              

Ziyâret eylesin pîrlerimizi

 

Yeter ettin bu Sâlih'e itâbı   

Bir zamân gösterdin yevmü'l-hisâbı

Şimdi arz eylersin ümmül-kitâbı      

Büsbütün lâl ettin dillerimizi

 

 

147

 

Mansûr "ene'l-Hak" söyledi

Gördü hakîkat dârını              

Çıktı aradan kend'özü

Hep aşka verdi varını

 

Mansûr değil cân söyledi

Cân içre cânân söyledi

Ol rûh-ı sultân söyledi

Keşf eyleyip esrârını               

 

Görün Nesîmî Hazretin

Nûrunu gördü Ahmed'in

Yüzünde şâb-ı emredin         

Yaktı muhabbet nârını

 

Soyup akıttılar demi               

Vuslat bulup gitti gamı         

Ne "sîn"i kaldı ne "mîm" i     

Gör âşıkın bâzârını  

 

Gör n'eyledi Muhyiddîn'i

Boğazlanıp aktı kanı

Dosta fedâ kıldı cânı

Hiç bozmadı ikrârını              

 

Erdi ana hükm-i kazâ             

Dedi budur bâb-ı rızâ            

Esrâr-ı feth-i Murtazâ            

Bıraktı çok âsârını    

 

Nûr-ı zemîn ü âsumân           

Keşf oluben oldu ayân

Gördü bu nûru âşıkân

Arttırdı âh u zârını

 

Açmak dilersen yolu sen

Ol vahdetin bülbülü sen

Bul bir dikensiz gülü sen

Hiç görmeyesin hârını

 

Her kim bu meyden içmedi

Ağ u karayı seçmedi

Hem "kün fekân" dan geçmedi

Bulmadı dil envârını              

 

Aşkın meyinden içegör

Ağı karadan seçegör

Cân gözlerini açagör

Tâ göresin dildârını

 

Bir pîre teslîm et özün

Bilmek dilersen kend'özün

Yüzünden ayırma gözün

Terk et bu günün kârını

 

Pîrden haberdâr olmayan

Önünde berdâr olmayan      

Doğru vefâdâr olmayan

Ol kande bulur yârini

 

Sâmî gibi cânı görün

Ol dürr ü mercânı görün

Vechinde îmânı görün           

Mülk-i bekâ mimârını            

 

Pîrden murâd irşâd imiş

Sanma hemân evrâd imiş

Maksûd "le-bi'l-mirsâd" imiş              

Göstere doğru yârini

 

Tez yol alan sohbet-durur

Derdlilere devlet-durur

Âriflere hikmet-durur

Açar gül-i gülzârını  

 

Sâmî gibi var serverim

Pîrim delîlim rehberim

Bir âsî Sâlih kem-terim         

Vasf eylerim güftârını            

 

 

 

 

 

 

 

148

 

Fâtih-i esrâr-ı sırr-ı kün fekândır Mesnevî    

"Alleme'l-esmâ" yı hem bir bir beyândır Mesnevî

 

Cümle âyâtı ehâdis ile isbât eyleyip

İki yüzden şerh eder kutb-ı cihândır Mesnevî

 

Ehl-i irfânın kelâmı cümlesi kevkeb gibi       

Anların yanında ayn-ı âsumândır Mesnevî

 

Hâne-i dilde bırakmaz hâr ü has deryâbî ol 

Bil hakîkat râhıdır dârü'l-emândır Mesnevî 

 

Dinledikçe ehl-i derdin gönlüne hikmet dolar

Bâğ-ı vahdet andelîbi kudsiyândır Mesnevî

 

Gaflet ehline hikâye ârife ilm-i ledün

Akl-ı küllün mazharı rûhü'l-beyândır Mesnevî           

 

Hem Zebûr İncîl ü Tevrât ile Furkân Suhuf  

Cümlesinin müşkülâtın tercümândır Mesnevî

 

Pîr-i Sâmî eylese takrîr leb-i mercân ile         

Anı kâmiller bilir bir özge cândır Mesnevî

 

Leblerin açtıkça şâhım mest olur mestâneler

Cânlara verir hayâtı câvidândır Mesnevî       

 

Çok mühimmi Sâlihâ şeyhin gibi irşâd eder

Hep ulûm-ı evliyâyı fâikandır Mesnevî          

 

 

149

 

Kulûb-ı mutmain olmak dilersen cânımın cânı

Sözüne kanma her cânın ara  bul kâmil insânı

 

Kemâle ermek istersen çü "fakrî fahrî" yâd eyle         

Müeddeb ol mukarreb ol şaşırma yolu erkânı             

 

Nefi' vermez ıyâl evlâd bulun kalb-i selîm içre           

Aradan kend'özün mahv et bırak şöhret ile şânı

 

Sen kimseye dil uzatma yalancı nefsi bezetme

Elin aybını gözetme ara bul sende noksânı

 

Senin gördüklerin aybı velîler setr eder cümle           

Düşün bir ism-i Settâr'ı olagör cümleden fânî             

 

Türâba ver tenini cânını cânâna teslîm et     

Muhammed Pîr-i Sâmî'den dile  derdine dermânı

 

Ne zühdüm var ne irfânım hemân bir benliğim vardır

Pîrimin Sâlihiyem gözlerem bâbında ihsânı

 

 

150

 

Bu şeb bana  arz-ı cemâl eyledi dilber            

Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti

Hem dişleri dür ruhleri gül çeşmi mücevher               

Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti

Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti

 

Bir rûy-ı münevver gül-i nevreste-i tâze        

Çekmiş gidiyor hâllerini doğru Hicâz'e

Cân mı dayanır eylediği  cilveye nâze

Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti

Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti

 

Rahm eylemedi hâlime  şûh-ı cihânım          

Kanım kurudu çıkmağa az kaldı  cânım

Sanma ki kalır ana da bu âh u figânım

Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti

Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti

 

Bed-çehre rakîb ile eder zevk u muhabbet   

Âşıklarına kılmadadır cevr ile mihnet            

Ağyara eder arz-ı cemâl bizlere nisbet           

Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti

Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti

 

Ben Hazret-i Sâmî gibi mir'âtımı buldum     

Mir'ât-ı musaffâyı görüp zâtımı buldum        

Hem sûre-i İhlâs ile isbâtımı buldum

Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti

Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti

 

Sanma ki kaçar âşık olan cevr ü cefâdan        

El çekti cihân dilberi hep ahd-i vefâdan        

Bir nîm-nigâh Sâlih'i ayırdı safâdan

Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti

Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti

 

 

151

 

Te'âlallah ne hûb zîbâ yaratmış kâmil insânı              

"Nefahtü fîhi min rûhî" deminde kılmış ihsânı           

 

Cihân-ı bî-vefâ içre esîr-i nefs olup kaldın    

Ne cevher ma'denindensin düşün ey cânımın cânı

 

Beşer dilberlerinden bir güzel saydına gelmiştin      

Seni sayd eyledi dünyâ unuttun ahd-i mîsâkı             

 

Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak

Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insânı

 

Bu mâl sende emânettir işin cümle hıyânettir

Kamu nefse sıyânettir ne çok sevdin bu boş hanı      

 

Bulup bir mürşid-i kâmil özün ol şeyhe teslîm et

Gulâm olup kapısında bırak bu şöhreti şânı 

 

Hakîkat erleri çoktur bu gülzâr-ı cihân içre  

Muhammed Pîr-i Sâmî'dir kamunun şâh-ı merdânı 

 

Kusûrun çok diye Sâlih ayağın kesme bâbından

Ulüvv-i himmeti çoktur tamâm eyler O noksânı        

 

 

152

 

Bilmem neden terk eylemiş

Cânân ilini ilini

Gülün görmüş lâl eylemiş    

Şîrîn dilini dilini

 

Doyulmaz şîrîn sözüne

Bakılmaz mahmûr  gözüne

Perde çekmiş gül yüzüne

Zülfün telini telini

 

Muhabbet bâğına girdim

Hakîkat bülbülü oldum

Al yanak üstünde derdim

Gonca gülünü gülünü

 

Rakîblerin sözün tutma

Sakın ahdini unutma

Şâhım kapından redd etme

Kem-ter kulunu kulunu        

 

Sâlih kapında bir kuldur

Gedâ şâhından mes'ûldür    

Şâhım Sâmî bana bildir

Vuslat yolunu yolunu            

 

 

 

153

 

Eyleyen da'vâ-yı Mansûr kande göster dârını

Sen seni yok eyledin yâ kimden aldın varını

 

Kuru da'vâ eylemez ey müddeî ârif olan

Şehr-i dilde yandırır dâim muhabbet nârını

 

Bülbülün ol nefha-i feryâdına âşık demem  

Yüz çevirir goncadan gül gösterince hârını   

 

Ehl-i aşkın sözlerin alıp satan âşık mıdır

İçini görmez sarâyın vasf eder dîvârını

 

İftihâr-ı ucb ile ismine bir mahlas takar        

Bir ferîd-i dehri  derler seyr eden etvârını     

 

Tâ elest bezminde ikrâr eylemişler âşıkân    

Rü'yet-i dîdâra teslîm eylemişler varını        

 

Nakşını Nakkâş'ta görüp zevk ederler subh u şâm    

Nâr-ı Nemrûd'dan yakarlar şem'a-i envârını               

 

Bu anâsır çarşısında yok metâı anların          

Çarşı-yı vahdette kurmuşlar bu cân bâzârını

 

Aşka ermek ister isen ey birâder gel beri

Sıdk ile bir pîre teslîm ol bırak efkârını          

 

Pîr-i Sâmî Hazret'ine hâdim ol ihlâs ile

Cân u dilden eyle  hizmet bozmayıp ikrârını

 

Andelîb ol güle karşı rûz u şeb feryâdı kıl      

Görmek istersen hakîkat gülünü gülzârını    

 

Sen dahi kalb-i selîme ermedin ey Sâlihâ

Arz edersin ol cânânın rü'yet-i dîdârını

 

 

 

154

 

Her kime kim arz eyledi mahbûb-ı cemâli    

Giydirdi anın arkasına post-ı melâli

 

Rahm eylemedi hâlime ol afet-i şûhum         

Dil şehrine kayd eyleyeli Nakş-ı Hayâli

 

Mir'ât-ı musaffâ olup açılmadı rûhum            

Elbette olur işbu hayâlin de zevâli   

 

Ağyâra kılar lutfunu âşıklara kahrın

Hem girye-i eşkime tutar tîğ-ı celâli

 

Bilmem dahi çok kaldı mı cevr ile cefâsı

Kaşım gibi kaddim büküben kıldı hilâli         

 

Âşıklara dostun sitemi şehd ile şehd-âb        

Dönmem yüzümü eylese bin ceng ü cidâli   

 

Hem hânesi hem ni'meti mihmânîdir anın  

Bilmem neden ister bu hisâb ile suâli

 

Hem fâ'ili mef'ûlü O'dur gayrıyı bilmem       

Bu halk-ı cihânın ya nedir kîl ile kâli               

 

Halk eyleyüben arada bir cüz'î muhabbet

Hep fitne demiş sevdiğin evlâd u ıyâli           

 

Yandı bu yürek hasret-i hicrân âteşinden

Gayrı dahi sabr etmeğe kalmadı mecâli

 

Vuslat diledikçe beni ferdâya düşürdü          

Maksûdu nedir anlamadım ben bu meâli

 

Hem serverimiz olmuş iken Hazret-i Sâmî

Elbet içirir bizlere de âb-ı zülâli        

 

Kayd eylemiş akrebde benim kevkeb-i bahtım          

Sâlih çalıyor boş yere bir kuru kavalı

 

 

155

 

Sûretin vechindedir ümmü'l-kitâbın defteri

Defter-i hüsnün esîridir behiştin duhteri      

 

Duhter-i zîbâların hüsnün gülü gülzârıdır    

Ey hidâyet âfitâbı "küntü kenz" in gevheri   

 

Gevher-i ilm-i kerâmet zât-ı ilmin mahremi

Ümmü'l-ervâh akl-ı küll ü kâinâtın mefharı 

 

Mefhar-ı arz u semâvât encüm ü şems ü kamer         

Nüsha-i kübrâ vücûdun ism-i a'zam mazharı              

 

Mazhar-ı zât-ı Ahad'den vâhidiyyet noktası

Bülbül-i bâğ-ı hakîkat güllerinin dilberi

 

Dilberi ile gönül gel gir hüviyyet şehrine

Sâkî-i devrân elinden nûş idegör kevseri       

 

Kevser-i Haydar'dan içip aşka eyle iktidâ     

Kalbin olsun beyt-i Rahmân zât-ı ilmin masdarı       

 

Masdarıdır bir sıfâtın bunca elvân u şekil     

İbret ile kıl nazar görmek dilersen mahşeri

 

Mahşer-i âriflerin her bir nefes dâim-durur

Vâkıf-ı esrâr için bul Pîr-i Sâmî Serveri           

 

Serveridir hem Tarîk-ı Nakşıbendî pîridir

Sâlihem bâbında Anın kemterînin kemteri  

 

 

156

 

Sun ey sâkî hayât bahrinden âbı       

Dağılsın gönlümün zulmet sehâbı   

 

Helâk olsun bu ahlâk-ı zemîme         

Tulû etsin hakîkat âfitâbı     

 

Aradan mahv olup kalksın irâde

Mukadderden zuhûr etsin cevâbı     

 

Yürek yandı bu hicrân âteşinden

Akıtır gözlerimden gör hûn-âbı         

 

Şarâb-ı vahdetin hamrın dilersen     

Yürek kanıdır âşıkın şarâbı  

 

Şerîat ilmiyle ol âmil evvel  

Güzelce ver suâl ile hisâbı

 

Ledünnî ilmini pîrinden öğren

Budur âşıkların şâhım kitâbı

 

Akılsız teşneler bilmez giderler         

Su sanıp çölde gördüğü serâbı           

 

Sanarlar kâmil insân bî-fehimler

Ki her gördükleri şeh ile şâbı              

 

Söz ile mürşid-i kâmil bulunmaz

Şahan zan eyleme her bir gurâbı       

 

Fenâdan çek elin iste bekâyı

Bir el dönderemez iki dolâbı

 

Tegannîyle namâzı kıldıranın            

Cemâ'atten eşed olur azâbı 

 

Def ile dünbelekle zikr edenler

Hudâ'dan eylemezler mi hicâbı

 

Müeddeb ol eriş kalb-i selîme            

Mukarreb ehli ol terk et bu hâbı        

Muhammed Şeyh-i Sâmî'dir pîrimiz

Hakîkat şehrinin miftâh-ı bâbı          

 

Hayâlin gönlüne nakş etti Sâlih

Dağıldı nefs ü şeytânın hizâbı            

 

 

 

157

 

Öttü cân bülbülü açıldı güller

Hicrân gitti şâd gelmeğe az kaldı      

Bağlandı perdeler kuruldu teller

Kudûm ile saz gelmeğe az kaldı

 

Cânân çatmış kaşlarını gözünü

Bizden kesmiş selâmını sözünü

Bir gün olur ben de çekmem nâzını

Şitâ gitti yaz gelmeğe az kaldı            

 

Kaldır gül yüzünden nikâbı dilber    

İçir leblerinden şarâbı dilber              

Yandı ciğerimin kebâbı dilber

Cân bedenden vaz gelmeğe az kaldı

 

Bizlere çektirir aşkın zârını

Hoyrat vurmuş hayvasını nârını       

Al yanak üstünde gördüm hârını      

Hazân ermiş güz gelmeğe az kaldı   

 

Pîr-i Sâmî geldi açtı yolları

Göründü Sâlih'e cânân illeri

Tûtî kumru zabt eylemiş gölleri        

Ördek ile kaz gelmeğe az kaldı

 

 

 

158

 

Vücûdum şehrine hazân  erişti          

Murg-ı cânım uyumağa başladı         

Bütün azâlarım yandı tutuştu

Yürek yağım erimeğe başladı

 

Tamîr kabûl etmez bu ten kafesi

Lâl olmuş cân kuşu çıkmaz nefesi     

Aslına azm eylemektir hevesi

Cân bedende solumağa başladı

 

Gülleri hârlamış gitmiş andelîb         

İlâc kabul etmez el çekmiş tabîb

Gitti cân bülbülü ben kaldım garîb

İlik damar kurumağa başladı

 

Ben feleğin çok çekmişem kahrını

Bal yerine çok yemişem zehrini

Gam leşkeri sardı gönül şehrini         

Taraf taraf yürümeğe başladı

 

Bilmem o yâr bizden çevirmiş yüzün

Kanlı yaş dökerim gece gündüzün

Hicrân bulutları geldi ansızın

Herbir yanım bürümeğe başladı

 

Sâmî gibi şâhım var diye diye

Rahm eyle yâremi sar diye diye        

Sâlihem cihânda yâr diye diye

Ömrüm günüm çürümeğe başladı

 

 

 

159

 

Sen mey-i engûriden mestâne sanma bizleri              

Bir mukallid şâir-i destâne sanma bizleri     

 

İllet ile zillet ile nâsa menfûr olmuşuz           

Biz harâbât ehliyiz efsâne sanma bizleri       

 

Ten yuvasında oturup dil sarâyın gözleriz

Biz hakîkat ehliyiz bîgâne sanma bizleri       

 

Dört anâsırdan müşekkel bir sarâya konmuşuz          

Mülk-i hüsnün kuluyuz şâhâne sanma bizleri            

 

Sâni'in sun'un görüp bir bir temâşâ eyleriz  

Olmuşuz abdâl-ı Hak dîvâne sanma bizleri 

 

Vâris-i hatmü'n-nübüvvet Pîr-i Sâmî Hazreti             

Sâyesinde Sâlihem nâdâne sanma bizleri     

 

 

 

160

 

Yeter Sâlih gulâm oldun bu hana      

Yüzün dönder gürûh-ı âşıkâna           

 

Seni sayd eylemiş nefsin çerisi          

Yeter oldun bu dünyânın harîsi         

 

Cihânın devletine yok nihâyet

Döner Hak'tan kime kılsa sirâyet      

 

Seni bend eylemiştir işbu dünyâ

Ki sen yok yere ha oyna ha oyna

 

Arada benliğin olmuştur ağyâr          

Anı mahvet nikâbın açsın ol yâr        

 

Bu rumzu  anlayıp iyice fehm et

Düşün bir aslını sen sana rahm et

 

Seni sen kurtaramazsın iyi bil

Bu derdin çâresine bir devâ kıl

 

Gider bu "Ahsen-i takvîm" bozulur

Varıp hep yerli yerine dizilir

 

Buların cümlesi sende emânet

Gider bunlar çekersin sen nedâmet 

 

Ne hâller başına geldi ne oldun

Sonunda "Ahsen-i takvîm" i buldun

 

Tefekkür eylegil hâlini insân

Ki sen bir "Alleme'l-esmâ"sın ey cân               

 

"Nefahtü fîhi min rûhî" hitâbı            

Kime geldi sözüme ver cevâbı

 

Bu denli ilme mâlik iken iblîs

Senin ilmini bilmedi o telbîs              

 

Sen olmuşken kamu halkın emîri

Gelip oldun bu dünyânın esîri

 

Nice yıllar gezip devri cihânı

Nihâyet buldun işbu âşiyânı

 

Eğer cân gözlerin bunda açarsın

Bekâ gülşânına bundan göçersin

 

Uyan gaflet hâbından olasın şâd       

Seni bend etmesin bir dahi sayyâd  

 

Gelip kayd ol meşâyih defterine

Erişesin saâdet ahterine       

 

Şerîat ilmiyle eyle amel sen

Derûnun şehrine kur bir temel sen

 

Cihânda çok velî vardır birâder

Ulûm-ı enbiyâyı kılmış ezber

 

Olara var bu derdin çâresine

Olar merhem olur cân yâresine

 

Sakın hîç kimseye kılma hıyânet

Bu mahlûkun kamusu hep emânet

 

Senin işbu vücûdun âriyettir              

Bu eşyâ cümlesi hep devriyettir        

 

Bu âlem dört anâsırdan değil mi

Anâsır hubb-ı Nâsır'dan değil mi      

 

Hazînedârıdır bu âlemin hâk             

İyi fehm et bu rumzum eyle idrâk

 

Muhâfız isminin hem mazharıdır

Tevâzu ehlinin ser-defteridir              

 

Bu âlemde  zuhûr eden necâset        

Kamusu hâke kıldıkda sirâyet

 

Anı kendi gibi tathîr eder ol

Ki her bir rengile tenvîr eder ol          

 

Dahi su cânıdır işbu cihânın

Hayât rüzgârıdır bilgil anın

 

Güneştir cümlesinin pâdişâhı

Anın hem mazharıdır aks-i mâhı      

 

Çü mazhardır Cemâl ile Celâl'e

Zevâle irgürür kimin kemâle              

 

Bular bahr-ı hakîkatten değil mi

Bular şâh-ı nübüvvetten değil mi

 

Bular hep sun'-ı Rahmânî değil mi

Bular hep hükm-i sultânî değil mi

 

Buların cümlesi Hakk'ındır ey cân

Deme kimseye bu yahşi bu yaman  

 

Buların sırrına ermek dilersen

Buların aslını bilmek dilersen

 

Arayıp bul hakîkat erlerini

Saâdet burcunun dilberlerini

 

Sana bildire nefsin ile Rabbin

Bu yolda gün-be-gün artıra hubbin

 

Zuhûr etsin senin kalbinde irfân

Otursun şehr-i dil tahtında sultân   

 

Senin bu benliğin çıksın aradan

Fenâfillâh olup gitsin irâden

 

Pîrimiz serverimiz Şeyh-i Sâmî

Bu Sâlih Hazretin kem-ter gulâmı    

 

 

 

161

 

Zuhûr etti hidâyet âfitâbı

Dağıldı gönlümün zulmet sehâbı

 

Bize vahdet meyinden sundu sâkî

Atâlar eyledi ol hubb-ı Bâkî

 

Zamânın Hızrına kıldı mukârin         

Akıttı gönlüme hikmet pınarın

 

Pîrimi anladım bir şâh imiş Ol

Hakîkat sırrına âgâh imiş Ol

 

Zelîl abdim kapısında yüzüm yok     

Hâlim arz etmeğe bile sözüm yok

 

Hudâ'ya zerre denli tâatim yok

Bu nefs-i şûm elinden râhatım yok  

 

İki âlemde bir tenbel gulâm ben

Bu derdin çâresi yok ne kılam ben

 

Zebûn etti beni bu nefs-i hayvân      

Bu gönlüm şehrini eyledi vîrân

 

Hakîkat şeyhinin hâli bilinmez

Rumûzdur her kelâmı anlaşılmaz

 

Kubâb-ı Hak'tadır anlar bil ey cân   

Olar bir kimseye demez ki yaman

 

Kapısına geleni hoş görürler

Ki her biri ile bir iş görürler

 

Kapıdan eksik etmezler kilâbı            

Kilâbsız kalbin olmaz inkılâbı            

 

Meşâyıha gerektir tabi erler

Sülûke giriben tevbe ederler

 

Bunu sâbık gelenler söylemişler       

Buları tecrübe çok eylemişler

 

Eğer Mecnûn'da olmasaydı meyli

Anın çanağını kırmazdı Leyli

 

Şîrîn'in var iken köşkü konağı

Niçin Ferhâd'a deldirdi (o) dağı

 

Bu aşkın bahrine yoktur nihâyet

Bu  nefsin zehrine yoktur nihâyet

 

Esîr-i nefs olmuşum n'edem ben

Bu âlemden ne yüz ile gidem ben

 

Bilirim bende yâ Rab çoktur isyân

Gece gündüz işim zâr ile efgân

 

Ağardı lihyemiz kalbim karardı         

Nahîf cismim hazân oldu sarardı      

 

 

 

162

 

Sevdim seni terk eylemenin çâresi yoktur

Hem fâili Hak'tır

Ma'şûk olanın âşıkına cilvesi çoktur

Gamzeleri oktur

Âşıklığıma gözlerimin yaşı tanıktır

Kana boyanıktır

Üftâdelerin dîdesi hûn bağrı yanıktır             

Her dem uyanıktır

 

Dil şehrine kayd olalı sevdâ-yı dilârâ              

Yaktı beni nâra

Bend eyledi zülfün beni Mansûr gibi dâra    

Düşürdü bu zâra

Takdîr-i ezel böyle imiş gayrı ne çâre

Yalvarmalı yâre

Sabr eyle gönül hüsn ilinin bâbı açıktır          

İhsânı da çoktur

 

Âşufte dili hasret-i hicrâna bırakma

Dil şehrini yakma    

Bir nîm nigâhın ile âteşlere yakma  

Hem hışm ile bakma

Var Hazret-i Sâmî'ye kul ol gayrıya bakma

Her bir yana akma

Seyr-i sülûk ehline de dergâhı duraktır

Aşkın da burâktır     

 

Bir hande ile arz-ı cemâl eyle hûbânım         

Aşkınla yanayım

Yoluna  fedâ kılmağa  kalmadı gümânım      

İstersen al cânım

Bâri beni cellâda ver al boynuna kanım

Mahv eyle nişânım

Bilmem nesi var âlemde Sâlih de kulundur

Mevlâsı tanıktır

 

 

 

163

 

Hakkıyla güzel sevdiğimin var mı vebâli

Sevdim seni terk eyleyemem rûz u leyâli      

 

Ref' eyle gönülden a şâhım kîyl ile  kâli         

Şânına düşen âsîye arz eyle cemâli

 

Hem ism-i latîf şud mazhar-ı Sâlih bî-mecâli              

Bir sâat-ı meymûnede hatm oldu meâli        

 

Târîh idüben Râbıta-i Nakş-ı Hayâli

İsmiyle müsemmâ oluben buldu kemâli       

 

 

 

164

 

Beyân edem zuhûrâtı pîrimden

Alın bûy-ı muhabbetler gülümden  

 

Hayâli gönlümün nakşı değil mi

Hakîkat tuhfe-i nakşı değil mi           

 

Anın nûru Muhammed'den değil mi

Zuhûrâtı muhabbetten değil mi

 

Cemâlin göreni hayrân eder ol

Gönüller şehrini seyrân eder ol

 

Kapısına gelenler olur irşâd

Bilir nefs ile Rabbini olur şâd

 

Dehânı nefha-i feyz-i Hudâ'ya           

Nice bin mürde kalbler olur ihyâ      

 

Uyanır bülbül-i cânlar kafeste

Okurlar ism-i a'zam her nefeste

 

Şerîat bâbının miftâhı OIdur              

Hakîkat ilminin fettâhı Oldur            

 

Bekâ  gülzârının solmaz gülüdür

Hakîkat cân ilinin bülbülüdür

 

Kamu ef'âli ahlâk-ı hamîde 

Bular güç bulunur her âdemîde

 

Ganî ile fakîri bir tutar Ol     

Fakîre dahi çok hürmet eder Ol

 

Demi enfâs-ı Îsâ nûru Ahmed

Pîr-i Sâmî'durur ismi Muhammed

 

Tarîk-ı Nakşibendî'nin pîridir

Nüfûzu seng-i hârâyı eridir  

 

Sa'âdet burcunun hem kevkebidir   

Ulûm-u enbiyânın akrebidir               

Ne söylerse ledünnîdir kelâmı

Bu vaktin hem Odur kutbu imâmı

 

Velâyet şehrinin şâhı bulardır

Hakîkat şemsinin mâhı bulardır

 

Bulardır mahrem-i esrâr-ı Hazret

Bulardır vâris-i Hatmü'n-nübüvvet 

 

Bulardır kabza-i kudret boyası          

Bular irşâda gelmiştir bu nâsı            

 

Kemâl ehli dahi çoktur mürîdi

Olubdur herbiri asrın ferîdi 

 

İlâhî Pîr-i Sâmî hürmetine

Bizi irgür cemâlin rü'yetine 

 

İlâhî râzı eyle bizi senden

Firâk-ı derd ile cân-ı bedenden

 

Eğer Hâlık'ımız olmasa râzî

Yaratmazdı cihânda birimizi

 

Pîrimiz mürşidimiz Şeyh-i Sâmî

Reşâdetle cihânı tuttu nâmı               

 

Bu  asrın Hızrı'dır hem serveridir

Hakîkat şehrinin hem rehberidir

 

Hudâ irşâda gönderdi bu zâtı

İçirdi bizlere âb-ı hayâtı

 

Hakîkatte vekîl-i Mustafâ'dır

Muhabbetle derûnu pür-safâdır       

 

Habîbin Ahmed'e bağışla bizi

Dü âlemde sevindir cümlemizi          

 

Muhib ihvânımızı cümle yâ Rab       

Saâdet ehli kıl eyle mukarreb             

 

Bizi zem eyleyene rahmet eyle

Habîbin Ahmed'e hâs ümmet eyle

 

Dilerim senden ey Hallâk-ı âlem      

Azîz ismin için eyle mükerrem           

 

Pîr-i Sâmî bölüğünden ayırma

Kusûrum mahşer ehline duyurma

 

Cemî-i mü'minîn ü mü'minâtı

Bağışla cümleten ehl-i usâtı               

 

Ayırma Sâlih'i yâ Rab rızâdan

Garîk-ı rahmet et bâb-ı atâdan          

 

 

165

 

Erişsin okuyan  kalb-i selîme

Ki komşu olalar Mûsâ Kelîm'e

 

Dahi hem dinleyenler olalar şâd

Azâb-ı dâreynden ola âzâd  

 

Eğer bir Fâtiha eylerse himmet

Şefâat eylesin ana Muhammed

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ABDAL : Safderûn veya bön kimseye denir. Ebdal, bedel'den büdelâ denilen ehlullah topluluğu demektir.

ÂB-I HAYAT : Hayât suyu, ebedi hayatı, ölümsüzlüğü sağlayan su demektir. Edebiyatta, çok güzel ifade, parlak ve latif söz mânâlarında kullanılır. Tasavvufta ise, aşk-ı ilâhî, ilm-i ledün ve marifettulahı ifade eder. Âb-ı hayvan, âb-ı Hızır, âb-ı bekâ, âb-ı cavidan ve bengisu gibi isimlerle de söylenir.

ÂGÂH: Bilen, haberdar, uyanık, vâkıf olan ve basîretli mânâlarında kullanılır.

AĞYÂR: Yabancı mânâsına gelen gayr sözünün çoğuludur. Tasavvufta zâhir ehli, tarîkatı olmayan, şerîatsiz ve muhalif mânâlarında söylenir.

AHFÂ : Daha ve pek fazla hafî, çok gizli karşılığıdır. Kâlb ve letâif mertebelerindendir. Kâlb, rûh, sır, hafî, ah-fâ... Yeri göğsün ortası olan ahfâ, tecellî-i zâtînin görüş ve idrakinin yeridir. Velâyet-i ahfâ, diğer velâyetlerden üstündür.

AHSEN-İ TAKVÎM : Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi kendi azametine lâyık bir şekil ile en güzel kıvam, sıfat ve surette, kâmil hikmetlerle yaratması hâli. İnsanın en yüksek kabiliyet ve istidatlarla ve en güzel sûret ve sîretle yaratılması keyfiyeti. (Allah insanı kendi sûretinde yarattı) hâdis-i şerifi meşhur ve bahsimizin kubbesidir.

AKIL : Rabbânî bir nûrdur ki, Hak ile bâtıl ancak akılla bilinir. Aslında maddeden ayrı, iş ve fiilinde ise maddeye bitişik bir cevherdir. (Ene) Ben denilen nefs-i nâtıka akıldır demişlerdir. Akıl, nefs ve zihinden her üçü de aynı mânâ-ya söylenen değişik ifadelerdir diyenler vardır. Fakat idrak etmesi sebebiyle akıl, tasarruf etmesi sebebinden nefs ve idrake müsait ve hazır olmasıyla da zihin denilmiştir. Akl-ı meleke, akl-ı heyulânî, akl-ı fiil ve akl-ı müstefat namı ile dört değişik cephesi vardır.

Aklın vücudu, ana rahminde cenin bulunduğu devirden yavaş yavaş büluğ çağına kadar artan ve olgunlaşan bir seyir gösterir.

Akıl, aşk ve mânevi işlerde şuurlu ve tesirli olamaz. Akıl, irşad ve hidayete rehber ve vasıta olamaz. Zira milyarlarca insanın yüzleri, parmak izleri, sesleri, tabiatları ve akılları birbirine benzemez. Bundan başka akılları hakîkat tarafına yöneltmeye mâni bir çok gaile vardır. Nefis, şeytan, menfaat, kibir, gurur, ucub vs. İnsanlar kendiliğinden iyi ve fenâyı ayıramazlar. Birinin iyi dediğine diğeri kötü der. Hidayet ve irşadın ne olduğu böylece hürriyet-i şahsiye ile bilinip bulunamaz. Şu hâlde insanlara eşyanın iyilik ve kötülüğünü tayin, ferdî ve içtimai yaşayışı temin, birliği mahafaza ve tefrikayı kaldırma ile dünya ve âhiretin saadetini öğretip ona ulaştırmak için mutlaka Rabbânî bir mürşîde ihtiyaç vardır. Bu sebeple akıl mürşîd olamaz. Belki eşyanın hakîkatini keşfe müsait ve tecellî-yi ilâhîye mazhar olabilir. Fikir de bir kâlb nûrudur ki hayır ile şer, zarar ile fayda onunla görülüp bilinir. Fikir tecrübelerin anahtarıdır. (Tefekkür gibi ibadet olmaz), (Cenâb-ı Hakk'ın kudret eserleri ile nimetlerini tefekkür edip zâtını tefekkür etmeyiniz, zira zât-ı ilâhî tefekkür edilemez) hadîsleri zikredilmiştir.

AKL-I EVVEL : Mutlak varlığın zâtı iktizası, zuhura olan meyli, yani uluhiyet mertebesi zâhir olmuş, Vâcibü'l-vücut, esma ve sıfatı bilmiştir. Allah'ın kendi zâtına olan ilmidir. Taayyün hâsıl olmasıdır. Bu mertebeye vahdet-i hakiki, taayyün-i evvel, ilm-i mutlak, tecellî-yi evvel, kabiliyeti evvel, makamı ev-edna, berzahı kübrâ, ehadiyetül cemi, zılli evvel, aşkı ekber, âlem-i vahdet, hakîkat-i Muhammediye, rûh-ı âzam, beyzâ vs. gibi isimler verilir. Cibril-i Emin ile arş-ı mecid'e de akl-ı evvel denilir.

AKL-I KÜL : Cenâb-ı Hak yaratıcı kudretini harekete getirince ilk önce faal (aktif) olan akl-ı kül meydana gelmiş, bundan da münfail (pasif) olan nefs-i kül hâsıl olmuş, bu ikisinden akıl ve eflâk meydana gelmiş, eflâkın devrinden anâsır (toprak, su, hava ve âteş) anâsırdan da mevâlid (mevcutlar yani maden, bitki ve canlılar) vücut bulmuştur.

Allah, hüviyet-i mutlaka âleminden, zâtının iktizasınca tenezzül etmiş, ilim, aşk ve Hakîkat-i Muhammediye'yi izhar eylemiştir. Hakîkat-i Muhammediye'ye mazhar olduklarından Akl-ı Kül, Kalem, Nur, Levh gibi isimleri de vardır. Hakîkat-i Muhammediye'den esmâ ve sıfat yani melekût âlemi zuhur etmiş, eflâk de bu âlemin hâsıl olduğu yer olmuştur. Sıfat âlemi nasut ve şehadet âlemi denilen bu âlem-i esfeli yani anâsırı meydana getirmiş, anâsırdan da mevalid ve nihayet insan yaratılarak cemiyet-i esmaiye-ye nail olmuştur. (Tarîkat'da) Akl-ı evvel Hakîkat-ı Muhammediye, nefs-i vahîde ve hakîkat-i esmaiyedir. O Allah'ın kendi sûreti üzerine yarattığı ilk mevcuttur. Ve o cevher-i nûranî olup cevheriyetini zâttan, nûraniyetini de ilimden almıştır. Cevheriyet itibariyle nefsî vahide, nûra-niyeti itibariyle akl-ı evveldir. Âlem-i Kebir de Akl-ı evvel, kalem-i âlâ, nefs-i külliye, Levh vesaire gibi isimleri olduğu gibi zaruratı hasebiyle Âlem-i suğray-i insani'de de mezahir ve esması vardır deniliyor.

AKL-I MAAŞ : Hayvanlarla müşterek olarak, insan aklının en alt tabakası... Dünyada geçim işlerinden başka idraki olmayan akıl.

AKL-I MAAD (MEAD) : İlim ve irfanla terbiye olup geleceği kavrayan, âhireti idrak eden akıl.

AKL-I SELİM : Selâmete ulaşan, iyi ile kötüyü farkedip, insana hak ve hakîkatı, îman ve islâmın gereklerini lâyıkıyla yaptıran akıl ve idrak. Seyri sülûktan sonra (veya mürşîdin rızasından sonra) vücuda âmir olan rûh-ı nûrâ-ninin veziri, müşaviri olan ve aslâ ayıp ve kötülüğe meyletmeyip her işinde nûr sıfatıyla hakîkata mutabık hüküm veren akıl ve idrak...

Evliyanın aklı, akl-ı selimdir ki, akılda da Peygamberimize vâris olmuştur.

AKL-I CÜZ : Akl-ı kül'den bir parça olarak insana Cenâb-ı Hakk'ın lütfettiği hareket serbestliği, irade denilen budur. İnsana verilen ve onu mes'ul ve mükellef kılan sınırlı, nefse, menfaate vs. bağlı hareket serbestliği. Noksan ve âcizliklere mübtelâ ve cüz (parça, kırıntı) akıl. Nefs pençesinden kurtulabilirse kemâle ulaşan, o pençede kalırsa süflîye meyleden bağımlı irade.

Aslında, insanların aklı üç çeşittir: Akl-ı cüz, akl-ı kül, akl-ı nur. Bunlara bağlı olarak da irade-i cüz, irade-i kül ve irade-i nûr mevcuttur. Rûh-u revani, rûh-u sultâni ve rûh-u nûraninin bağlısı olan bu üç akıl ve iradeden ilki velâyete, ikincisi nübüvvete, üçüncüsü de zâta bağlı ve bunların (velâyet, nübüvvet ve zâtın) nûrlarına tâbidir. (Paşa Hz. Sohbetlerinden.)

ÂL : Soy, sülâle, âile, akraba demektir.

ÂL-İ ABÂ : Peygamberimizin abasının (örtündüğü battaniye gibi geniş bir örtü) içine aldığı Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den meydana gelen beşli grup. Hamse-i âl-i abâ da denilenler bu beşli gruptur.

ÂL-İ NEBİ VEYA ÂL-İ RESÛL : Peygamberimizin bütün ev halkı ile birlikte bütün evlâdları, eşleri ve yukarıdaki abâ ehli'dir ki hepsine ehli beyt (ev halkı) da denilir.

Ammar ve Selman (R. Anhüm)'de hadis-i şerifle ehl-i beytten sayılmıştır.

ÂLEM : Bütün kâinat, dünya, herşey, cemaat, halk, cemiyet, hususi hâl ve keyfiyet, bir güneş ile ona tâbi olarak etrafında devreden gezegenlerin teşkil ettiği daire.

Allah'dan başka mahlûkatın tümüne veya bir gurubuna, bir familya veya ailesiyle hâl ve yaşayış şekillerine de denilmektedir. Cennet âlemi, zevk âlemi, muhabbet âlemi, hayvanlar âlemi, zikir âlemi, bekâ âlemi gibi. Semâvatta binlerce âlem var. Yıldızların her biri bir âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkat ayrı bir âlemdir.

ÂLEM-İ ASGAR : Küçük âlem yani insan. (Âlem-i suğra).

ÂLEM-İ EKBER : Büyük âlem yani kâinattır (Âlem-i kübrâ).

ÂLEMEYN : Dünya ve âhiet olarak iki âlem.

ÂLEM-İ BERZAH : Geçit âlemi, âlem-i misalin diğer adı, gayb ve şahadet âlemleri arasındaki geçit, maden, bitki ve hayvan âlemlerinden yeyip içerek toplanan meni ana rahminden, kabirden ve mahşerden geçerek gidecek ki bu zuhurların her biri bir geçit ve bir devirdir.

ÂLEM-İ CEBERUT : Kudret ve azamet âlemi. Esma ve sıfat âlemlerinin bu isimle söylendiği olmuştur. Bu âlem, üstteki ilâhî gayb âlemi olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekût âlemi arasında bir geçit, berzahtır. Bütün âlemlerin merkezi veya âmiridir. Ceberut İbranice'de kudret demektir ve gayb âlemindendir.

ÂLEM-İ EMİR : (Kün fe yekûn) gibi bir ilâhî emirle iş ve hâdiselerin halkolduğu Arş'ın üstündeki âlem. Gayb âlem-lerindendir.

ÂLEM-İ FANİ : Gelip geçici, ölümlü âlem, dünya hayatı.

ÂLEM-İ ESBAB : Sebepler âlemi. Her şeyin bir sebebe bağlandığı fiiller âlemi.

ÂLEM-İ ERVAH : Rûhlar âlemi. Rûhların yaratıldığı âlem olarak Elestü bi Rabbiküm veya Kalû belâ denilen ilâhî hitabın ve cevabının geçtiği âlem ile kıyamete kadar rûhların muhafaza edildikleri göz göz, tabaka tabaka rûh kasası olan âlem. Bu âlemin yedi kat göğe kadar bütün semâları delip yerlerin altına kadar da uzandığı, en üstünde en büyük ve âlî rûhların en altında da kötülerin rûhu-nun bulunduğu, üstteki rûhların cennet ile irtibatlı olduğu, alttaki habis rûhların da cehennemle irtibatlı ve simsiyah bulunduğu ifade ve izah edilmiştir.

ÂLEM-İ GAYB : Zâhiri duygularımızla görülmeyen âlemler ki vahdet, ervah, emir, ceberut, berzah, mânâ, melekût amâ vs. âlemleri görülmeyen âlemlerdendir. Bu cümleden olarak velîlerin evsafını naklettikleri (Hakîkat şehirleri) de gayb âleminden ve (mekân içinde mekân) nümunesi olarak bu dünya âlemindedir.

ÂLEM-İ MÂNA : Mâna ve mâneviyat âlemi. Velîlere mahsus ve onlara keşfolunan ilâhî sır ve ilimler âlemi. Rüyaya da dendiği olur.

ÂLEM-İ MİSAL : Rüyada görülen âlem. Buna âlem-i mânâ, âlem-i misal, veya âlem-i nevm ve âlem-i hâb da denilir.

Kâinatta mevcut bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün hâdiselerin bir modelini, maketini toplayan, maddî ve manevî neticeleri tesbit eden azametli bir arşiv veya stüdyo özelliklerini taşıyan âlem. Âlem-i rüya, âlem-i misalin zılli (gölge veya görüntüsü) âlem-i misal de âlemi berzahın zilli denilmiştir.

ÂLEM-İ MELEKÛT : Melekût, âlem-i ervaha denir. İnsanın rûhu ceberut âlemine mazhar, nefsi melekût âle-mine mazhar, mülkü de şahadet âlemine mazhardır.

ÂLEM-İ MÜLK : Madde âlemi, melekûtun dışında kalan zıtlar âlemi. İnsan mülk cihetinden kâlbe zarf olmuş, onu ihata etmiştir. Melekût ciheti ile de kâlb tarafından kuşatılmış kâlbe mazruf olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın mülk ve âlemi sonsuzdur.

ÂLEM-İ ŞAHADET : Görülen ve şâhit olunan âlem. Allah'ın emirlerine îman edenlerin şâhidi oldukları mükellefiyet âlemi, dünya. Bu âleme (kevn-ü fesat) da denilir ki bir taraftan yapılır, olur; diğer taraftan bozulur.

ÂLEM-İ VAHDET : Birlik âlemi yani her şeyin aslı ve evvelî Vahidiyet, Vacibü'l-vücud, olduğuna göre, sebep ve zuhûrâtı (esmâ ve sıfat âlemlerini) bırakınca, Allah'dan başka varlık düşünülemez. Bu izah (hâl) şeklinde tezahür ederse Vahdet-i vücut (varlıkların tek veya vücudun bir oluşu) diye ifade edilen nâkıs neticelere varabilen ve uzun menzilli bir âlem ortaya çıkar ki bu hâlin zıddı ve doğrusu Vahdet-i Şuhud'dur. Her eşya ve yaratığı Allah'dan ayrı ve ondan gelmiş bilme ve görme hâlidir. Fenâ ve bekâ hallerinde hâsıl olur.

ÂLEM-İ KESRET : Çokluk, eşyalar ve sonsuz yaratıklar âlemi. Zerreden kürreye kadar ki canlı ve cansız, sonsuz ve hesapsız madde ve mânâ âlemleri mevcuttur.

ÂLEM-İ AMÂ veya ÂLEM-İ BEYZÂ : Esmâ ve sıfat yaratılmadan, rûhlar halkedilmeden önce, karanlıklar âleminde, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile Habibinin nûrundan başka bir vücud yok iken, yani Habîbi'nin rûhların atası ve nûrların aslı hâlinde, tecellîye mazhar olduğu hesapsız zamanın adı. Kâinat ve mevcudât, esmâ, sıfat, rûh, arş ve kürsi, o nûrdan çok sonra yaratılmıştır. Barigâh-ı Muhammediye Makamı bu makamdır ki Habib-i Kibriyâ harfsiz ve savtsiz ilâhının zâtından uzun âhiret yıllarınca bütün ilim ve ma'rifeti okumuştur. Bu sebeple de onun ümmi oluşu çok yüksek bir şereftir.

ONSEKİZBİN ÂLEM : İnsan beşer sûretini buluncaya kadar Allah'ın azametinden gelip muhtelif âlemlerden geçerek mâden, bitki, hayvan âlemlerinde dağınık halde iken ata ve ana belinde haşre uğramış (toplanmış) ve ana rahminden dünyaya gelmiştir. İnsan bu şekli buluncaya kadar: 1- Akl-ı kül, 2- Nefs-i kül, 3- Dokuz gök (Atlas göğü veya arş, Burçlar (Sabiteler) veya Kürsî, Zühal, Müşteri, Mirrih (Merih), Güneş, Zühre, (Utarid ve ay), 4- Dört unsur (Toprak, su, hava ve ateş), 5- Üç mevhid (Maden, bitki, hayvan) âlemlerinden geçmiştir ki yekûnu onsekizdir. Araplarda sayının sonu bindir. Bu âlemlerin her biri nice bin alâmet ve parçaları ihtiva etmektedir. Bu bakımdan biri bin saymak suretiyle âlemler onsekizbin olur. İnsan ölünce maddesi yine anâsır âlemine gider. Bu şekilde her an âlem adem olmakta, adem de âlem olmaktadır. Bu devir daimi olduğundan yaradılış her an bir oluştan ibarettir.

ÂLİM : İlim sahibi, ilmi olan, maddi ve manevî ilimlerin bir veya bir çoğunda derinleşmiş, lâyıkıyla vukuf sahibi olmuş kimseye denir. Her şeyi noksansız bilmek Allah'a aittir ve gerçekte âlim olan, ilim sıfatını taşıyan O'dur. Ce-nâb-ı Hak, Peygamber Efendimize de geçmiş ve gelecek, zâhir ve bâtın her şeyi bildirmiştir. Diğer âlimler vâkıf olduğu ilme göre söylenirler. Madde âlimi, mânâ âlimi, zâhir âlimi, bâtın âlimi, tefsir âlimi, fıkıh âlimi, fizik âlimi, hadîs âlimi gibi... Zâhir ve bâtın ilimlerinden ikisine de vâkıf olan mürşîdlere zülcenaheyn (iki kanatlı) âlim denir ve gerçek âlimler de bunlardır. İlmini bir hoca veya kitaptan değil de bizzât Cenâb-ı Hakk'ın ilim sıfatından alan yüce şeyhlere de Rabbânî âlim denilir. Böyle bir âlim bir âleme bedeldir. Böyle bir ilmi derinlemesine elde eden büyük Allah ehline Râsih âlim de denilir. İlmi ile amel eden ve ilâhî yakınlığa ulaşan bu büyükler, âlemlerin temelidir.

ANÂSIR : Unsurlar, elementler, basit cisimler demektir ve birşeyin yapısını, vücudunu teşkil eden unsurlara denir.

ANÂSIR-I ERBA'A : Dört unsur; su, toprak, hava ve ateş.

İnsan bedeni bu dört maddeden yaratılmıştır. Birbirine zıt bir tabiatta olan bu maddelerin aralarındaki zıddiyet giderilince rûh bedene hâkim ve âmir olur. Su Allah'ın feyzine; toprak tevazu ve mahviyete; hava hakîkate; ateşte aşka tebdil olunca, nefsin âletleri kaybolup rûh makamına kavuşur.

ANKÂ : İsmi olup cismi bulunmayan, Kaf dağında yaşadığı söylenen ebedî, mecazî ve hayalî bir kuş. Devlet kuşu yerinde de kullanılan anka'nın yüzü insana benzeyip boynu çok uzun ve gayet yükseklerde uçarak yumurtasını da gören olmadığından, gayet az bulunan bir şey için (anka yumurtası gibi) tabiri darb-ı mesel olmuştur. İnsan ve çocuk yediğinden, Hz. Musa'nın duası üzerine neslinin kaybolduğu söylenmiştir. Otuz adet kuşun alâmetini taşıdığından, bu kuşun Farsça adı, otuz kuş mânâsına gelen Sîmurg'dur. Kanaat sahibi olduğu ve pek büyük bulunduğu, çok nadir görüldüğü veya başa konan devlete benzediği için, mürşîdlere teşbih edilmiştir. Maddenin her sûreti alma (heyûlâ, hebâ) kabiliyetine, bu kabiliyeti olduğu halde, sûretsiz görünmediğinden, ankâ olarak da söylenir. (Kanaat şehrinde oturur Kaf-ı ankâyız biz) dendiği gibi, Mevlâna Hz. ne de Ankâ-yı mağrib denir.

ÂRİF : (İrfan'dan) Bilen, bilgide ileri olan, vâkıf ve âşina olan, zevkî ve vicdânî, külfetsiz olarak irfan sahibi olan.

Hakk'ı lâyıkıyla anlayıp bilen ve ilmi ile âmil olan. Velî mânâlarına gelir.

ÂRİF-İ BİLLÂH : Hakk'ın nûru ile Cenâb-ı Hakk'ı bilen, âlemi ve hâdiseleri ilâhî feyz ve ilim ile bilip gören velî veya mürşîdler.

ÂRİF-İ ESRAR : Allah'ın hakîkat ve sırlarına vâkıf olan velîlere denir.

ARŞ : Dam, çatı, üstte olan, gök, ulviyet, taht ve serir mânâlarında kullanılır. Arş, zâhir, bâtın, evvel ve âhir esmâlarının halita ve karşılığıdır. Yine arş, bütün cisimleri içine alan nûranî ve ulvî büyük bir cisimdir. Cenâb-ı Hak, yer üzerinde havayı, onun üstünde kürsîyi, kürsînin üstünde de arş'ı yarattı. Peygamberimizin (Yedi kat yerlerle yedi kat göklerin kürsiye nisbeti, bir halkanın büyük bir sahraya nisbeti gibidir; kürsînin ve bütün mahlûkatın arş'a nisbeti yine bunun gibidir) meâlindeki hadisinden anlaşıldığına göre arş, bütün mahlûkun büyüğüdür. Arş'ın arkasında bir mahlûkun bulunduğuna dair hiçbir sağlam haber yoktur. Şu halde, dünya ve âhirette bulunan bütün mahlû-kat arş dairesinin dışında değildir. Arş, bütün kâinatı câmi ve celâl-i kibriyaya lâyık olduğunda, (Cenâb-ı Hak arş üzerine istiva etti) buyurulmuştur. Arş-ı Âlâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhî, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlas, Felek-i Âzam gibi isimlerle Cenâb-ı Hakk'ın izzet ve saltanatından kinaye olarak bahsedilir.

AŞK (IŞK) : Rahmanî bir ülfettir ki, Cenâb-ı Hak onu her rûh sahibine vermiştir. Çok ziyade sevgi, şiddetli muhabbet, candan sevme, gönülden sevme karşılıklarında kullanılır. Aşk-ı lâhutî, aşk-ı ilâhî, aşk-ı hakiki, aşk-ı mâne-vi gibi tabirlerle gerçek ve değerli olanı kastedilir. Fani şeylere, maddî ve nefsani hazlara dair olan sevgiye sevda veya aşk-ı mecazî denilmiştir. (Mecaz hakîkate köprüdür) ifadesi, her sevda için tahakkuk etmez. Aşk insanlara ait kemâllerdendir ve Âdem atamızın mirasıdır.

Hak, bilinmeye muhabbet etmiş ve bu aşk ve muhabbet kâinâtı izhara (hazırlama) sebep olmuştur. Bu muhabbet Hakk'ın zâtının muktezasından olan aşktır. Buna ilim de denir. Çünkü Hakk'ın mutlak ve münezzeh bulunduğu Zât âleminden ilk tenezzüldür. Bu tenezzül ilm-i zâtiden ibaret bulunduğundan, ilim; zuhura meyilli ve muhabbetten ibaret bulunduğundan aşk; bütün âlemler bu âlemde mevcut bulunduğundan Levh; her şeyin tafsilen zuhuruna sebep olması dolayısıyle Kalem isimlerini de alır ki, Ceberut, Hakîkat-i Muhammediye bu âlemden ibarettir ve mükevvenat, bu hakîkatin zuhuru ve neticesidir.

Aşk, Hakk'ın zâtına bağlı, diğer sıfatlar ise aşka bağlıdır. Onun için aşk sâliki sıfata değil zâta eriştirir. Tarîkat insanı hakîkata eriştiren mânevî bir yol bulunduğundan, bu yola sülûk eden sâlikin, erişmek için bazı kaide ve şartlara riayeti lâzımdır. Tarîkatlar bu şartlara göre ikiye ayrılır:

1- Riyazet, mücahede ve amel yolu veya tarîk-i ebrar.

2- Muhabbet yolu veya tarîk-i şettar.

Muhabbet yolunda, sâlik şerîat hükümlerini yaparak mürşîdine muhabbetle uyduktan sonra sohbete devam etme yoludur ki bu hâl cezbe ve aşkı husule getirir.

Aşk, muhabbet ve sevgi gibi tabirler birbirine eş mânâ-larda kullanılırsa da, işin aslı ve sevginin dereceleri şöyledir:

1- İstihsan ki bir meyildir, 2- İstihsanın biraz büyüğüne meveddet denir, 3- Rûhların ülfetinden meydana gelen muhabbet, 4- Sırların açıldığı yer olan Hullet, 5- Sevenin muhabbetinin kesiksiz ve riyasız olduğu Heva, 6- Hâl ve hareketleri ile işi gücü, aklı hayali sevgilisi olan Işk hâli, 7- Sevenin gönlünde sevgilisinden başka birşey bırakmayan Teteyyüm ve 8- Seveni akıl dairesinden çıkarıp ibadet ve işten alıkoyan Veleh'dir.

Aşk kâlbde bulunan bir ateştir ki, sevgiliden başka bütün mahlûku yakar. (Kim ki ışk ve muhabbet çeşmesinden abdest almaz ve bütün eşyayı ölü hükmünde bilipte üzerinde -dünya, ukba, varlık ve terki terkden ibaret olan- dört tekbir ile namaz kılmazsa, onun can yüzü hakiki kıbleye dönmüş olmaz buyurulduğu gibi, Allah'a ulaşmanın istasyonları olan fenâ ve bekâ nimetlerine ulaşılamaz). Aşk her vasıtadan sür'atli ve hiçbir vasıtanın işlemediği vuslat meydanının tek aracı ve ulaştırıcısıdır. Bu sebeple, Âşık-lar Sultanı; Cebrail A.S.'ın (Bir adım daha atarsam yanarım) dediği yerden huzurullah'a aşk ile gitmiştir. Velâyet biniti aşktır. Onun için Kuddusi Baba (Evliyâullahı aşıkan buldum) demiştir. İlimle, amelle aşılamayan sonsuzluk âlemlerinin tek aracı aşktır. Aşk aklı ve kuvvayı örtüp istilâ eder. Onun için âşıklar teklif dışına çıkıp mestlik ve istiğrak âlemine dalarlar. Âşıklar, Cenâb-ı Hakk'ın mestleri olup, kavuşma arzularından inler ve âhu vâh edip ağlarlar. Onlar gönül ve rûh makamlarına yükselmişlerdir. Bunların namazı rûh yoliyledir. Zekatları ise, kendi hallerinden müsait olanlara da bağışta bulunmak, yani muhabbet aksettirmektir.

 Âşıklar canlarıyla cömertlik yapanlardır ki, muhabbet şehidi, asıl ve en üstün şehitler bunlardır.

Aşk hâli, mürşîd-i mükemmilin müsait bir mürîde aksettirdiği bir lütfu ve tasarrufudur. Âşık bir başka âşığın eseri, mürşîd ise aşkın hem âmiri hem de memurudur. Aşka bunun dışındaki yollar kapalıdır.

BÂDE : Kadeh, içki kadehi, şarap ve içki mânâlarında kullanılır. Tasavvuf tabiri olarak, kâlbi ilâhî aşkın kaplaması, gönle muhabbetin dolması, fenâ hallerinden birinin teşekkülü veya zuhuru, şiddetli sevginin vücudu istilâ etmesi gibi zevk hallerine denilir. Bu hallerin bulunduğu za-mana dem de denilir. Mânevi aşk ve sekir hallerinin kendisi ile bu hâlleri hâsıl eden sebeplere de denilebilir.

İçki sarhoşlarının bâde tabirleri ile muhabbet ve mâ-nevi zevk ehlinin bâde tabirleri arasında, söz ve tâbirden başka herhangi bir benzerlik yoktur.

BASÎRET : İdrak, feraset ve kâlb gözü ile görme demektir. Tasavvufta nûrlanmış olan kâlbin bir özelliği yahut kâlbte eşyanın hakîkatini görmeye yarayan bir kuvvettir. Kutsî nurla nurlanmış ve ünsî ilâhî ziyasiyle cilâlanmış olan bir akıldır ki gözde delil ve belgeye muhtaç olmaz. Göze göre görme ne ise, kâlbe göre basiret de odur.

Gözlerin görmesine sebep olan nûra basar (görme) denildiği gibi kâlbin görmesine sebep olan ve (kâlp gözü) denilen hassaya da Basîret denilir ki ilâhî bir nûrdur.

BAST : Açma, yayma, genişleme, ferahlama ve serme gibi mânâlara gelir. Rica hâline de denilir. Kâlbe dolan ve ferahlık verici ve eşyayı kaplayıcı bir hâldir. Rûhen genişleme hâlidir ki bunun zıddı Kabz hâlidir. Bast, Bâsît ism-i şerifinin bir tecellîsidir.

BÂTIL : Esassız ve boş şey, aslında sebat ve hakîkat olmayan şey demek olup Hakk'ın zıddıdır. Bazı insanlar Allah'ın Hâdi ismine, bazıları da Mudil ismine mazhar olduğundan bâtılın varlığı da inkâr olunmaz. Eşya zıddiyle inkişaf edeceğinden, Hak olan yerde Hakk'ın zıddı olan bâtıl da olacaktır. (Vücut ancak Hakk'a mahsus olduğundan mâsivallah -Allah'ın dışındakiler- bâtıl hükmünü almıştır.)

BÂTIN : Zâhir'in zıddı, Allah'ın isimlerindendir. İç, gizli, görümeyen şey mânâlarında kullanılır. Kur'an'ın zâhir, bâtın ve batne mânâları vardır. Kâlb, gönül ve rûha ait irfan ve basîretle keyfiyeti anlaşılıp baş gözü ile görülemeyen hallere denir. Bâtında cereyan eden hâller, -ekseriya- zâhire de akseder, meyvesini zâhirdeki tesiri ile verir. İnanç ve amelde şerîate uymak zaruretini bırakıp sen bâtına, kâlbe bak diyen ve battal olmuş yol ve fikirlere bâtınî denir ki bunların pek çoğu tarîkattan değil dinden bile çıkmış sapıklardır. Şerîatin zâhirini inkâr veya onun hükümlerinin dört hak mezhep dışındaki tevillerine saplananlar nasıl battal olursa; şerîat hududundaki bâtini halleri inkâr edenler de battal olmuş ve belki de merdud olmuşlardır.

BÂZ-KEŞT : Nakşî tarîkatında özel olarak bulunan onbir tabirden biridir. Baz-ı keşt, zikir yapılırken tesbih başlarında, zikre olan âğâhlığı muhafaza ve nefsin hak sûre-tinde görülebilecek alâkasını bertaraf etmek için gereken tevazu ve mahviyete sarılmak üzere -İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî- demektir.

BEKÂ : Devamlılık, evelki hâl üzerinde kalma, varlığının sonu olmamak, ölümsüzlük demektir. Bekâ, gerçekte Bâkî ism-i şerifinin gereği olarak sadece Cenâb-ı Hakk'a mahsustur. Mahlûkatın tamamı ise, istisnasız fânîdir, ölecektir...

Bekâbillâh makamı, kulun Hakk'ın vücudiyle mevcut, Hakk'ın bekâsiyle bâki, Hakk'ın hayatiyle Hay, Hakk'ın ilim ve iradesiyle âlim ve mürit olmasıdır. Muhabbetin semeresi olan Fenâfillah hâlinden sonra, bu hâlin takipçisi olarak, Allah'ın kendi sıfatından elbise giydirip Esma-ı Hüsnasından isim verdiği, gönüllerden kötü huyların çıkarılıp atıldığı ve iyi huylarla süslendiği, velâyetin tahakkuk ettiği yüksek makama Bekâbillâh denilir. Fiillerin bekâsı veya esmâ bekâsı, sıfat bekâsı ve zât bekâsı olarak isimlendirilen üç bekâ çeşidini sırası ile ikmal edenler, bekâ-ender-bekâ nimetine kavuşmuş, maiyyete, vuslata nâil olarak büyük velîlerin, âriflerin arasına girmiş olurlar. Büyük mürşîdler böyle bekâya ulaşanlardan olur. Tasavvufta, îman bekâdan ibarettir.

BEYTÜ'L-MA'MUR : İmar edilmiş ev demektir. Gökte, meleklere kıble olan ve Kâbe'nin hizasında bulunan bina. Beytü'l-Ma'mur'u tavaf için gelen meleklere kıyamete kadar bir daha sıra gelmediği rivayet edilmiştir.

BİD'AT : Lügat mânâsı, benzeri daha önce mevcut olmayan, yeni çıkan şey demektir. Şerîat istilahında ise, Peygamber zamanında bulunmayıp dinde sonradan meydana çıkan şeylere denilir. Bu sebeple bid'at, sünnetin zıddı olur. İçine bid'at giren tarîkatın silinip ortadan kalktığı bilinen bir gerçektir.

BÎ'AT : Tasdik ederek hükmünü kabul etmek demektir. Tasavvufta bir mürşîde mürîd olmak, onun emir ve tavsiyelerine uyup yolunda yürümeyi kabul etmek mânâsına kullanılır.

BÜRHAN : Delil, ispat, hüccet demektir. Red ve inkârı imkânsız şekilde hakîkati ispat edecek kuvvetli delil mâ-nâsına kullanılır.

BÜZÜRK : Farsça büyük demektir. Nakşî - Hâlidi tâbiri olarak, mürşîdi kâmil, sohbeti istifadeli olan âlim, diliyle cevherler saçan ârife denir.

CÂM : Sırça, cam, bardak, kadeh, her çeşitten şarap kadehi. Câm-ı Cem, Cem isimli İranlı'nın yaptığı sihirli kadeh ve şarap Câm-ı Cihannüma, içinde cihanı gösteren kadeh; Câm-ı fenâ, ölüm yerinde kullanılan tabirlerdendir.

Tasavvufta, muhabbet ve aşk veren şey ve sebebe denilir.

CELÂL VE CEMÂL  : Hakk'ın kahır ve gazap tecellesi yerinde kullanılan bu kelime, son derecede azamet, fevkalâde ululuk mânâsına gelir. İsm-i Celâl, Lâfza-i Celhal, Zülcelâl ve Celâli tabirleri olarak kullanılır. Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ile tecellîsine Cemâl denildiği gibi bunun mukabili olarak Kahır ile tecellîsine de Celâl denilir. Celâl Hakk'ın mânevi kahrına da derler ki bu suretle (gayriyeti) ortadan kaldıracağı için, Celâli Cemâlinin aynı olur.

Cemâl lügatte güzellik, bilhassa yüz güzelliği demek olup Allah'ın cennette müşahedesine denilir. Lütf-u rızaya ait sıfatlara cemâl sıfatı, kahr u gazaba ait sıfatlara da celâl sıfatı denilir. Cemâlden terbiye olan meşakkatsiz, celâlden terbiye olan da eziyet ve zahmetli olur.

CEM : Toplamak, toplanılmak, biriktirmek mânâlarına gelir. Tasavvufta mahlûkatı görmeyerek Hakk'ı görmek demektir, birliktir. Bu makamda sâlikin gözünde halk (yaratıklar) kalmaz. Cem, Cemü'l-Cem, Hazretü'l-Cem olmak üzere üçe ayrılır. Hazretü'l-Cem kurbu feraiz makamı o-lup bu makamda sâlik Hak ile Bâki olur, sâlikin işleri Hak tarafından görülür. Cemü'l-Cem'de sâlik büsbütün Hakk-'ın maadasından fânidir ki bu mertebe Ehadiyet mertebesidir.

Cem'in bu üç mertebesine bekâ makamları denilir ki Tevhid ve Fenâ makamlarının mukabilidir. Tevhid-i sıfatla sıfatından; Tevhid-i Zâtta zâtından fani; Cem makamında Hakk'ın ef'aliyle, Hazretü'l-Cem'de sıfatiyle, Cemü'l- Cem'de ise zâtiyle bâki olur.

CEVHER : Cevher zâtiyle kâim olana; âraz ise, cevherle görünen ve var olana denilir. Güzellik, cisim için bir ârazdır. Cism ise rûha nisbetle âraz. Rûh ise zâtiyle kâim olduğundan cevherdir. Asıl cevher ise Allah'dır. Ondan başka bütün yaratıklar ârazdır. Herşeyin görünen şekli ve vasıfları sûrettir. Sûret şeklinde tecellî eden ise mânâdır. Sûret böylece ârazdır. Yani kendi kendine ve başlı başına duramayan, olamayan bir şeydir. Mânâ ise cevherdir, başlı başına vardır ve sûret şeklinde görünür. Mânâ-i hakiki ise Allah'dır. Sûret de bütün kâinattır. Sûretlerde sayı vardır, sûretler değişir ve bozulur; fakat, mânâ daimidir. Bütün bu sûretler asıl mânâdan, onun zuhuru olmakla beraber O, hepsinden münezzehtir.

CEZBE : Sürüklemek, kendine çekmek demek olan cezb'den gelmiştir. Tasavvufta, sâlikin beşerî sıfatlardan koparılarak ilâhî sıfatlara ulaşması ve tecellîyat ve vahdeti müşahede etmesine denilir. Cezbe Hakk'ın kulunu kendisine çekmesinden hâsıl olan ve istiğrak, veleh ve hayret sûretlerinde tecellî eden mânevi hâllerdir.

İstiğrak, kendini bilmeyecek derecede dalgınlık; hayret, fevkalâde şaşırma; veleh de yine şaşıp kalma demektir. Cezbe, riyazet ve ibadete devamla hassaların kaybolması, Allah'ın kulunu kendisine çekmesi, Hakk'a vusul için bir tarîkat vasıtasıdır. Cezbedeki tek şart, istidattır, kisbi olmayan bir Allah vergisidir. Sâlikte bu istidat olmazsa riyazet ve tasfiye ile Hakk'a vusul nasip olmaz. Sâ-likden lütf-u Rabbanî hâsıl olan hâle cezbe, deliden sâdır olan fiile de cinnet denir ki farkını izaha lüzum yoktur.

Cezbe mecazen vecd hâli, rûhun heyecanı demektir. Açık ve gizli olarak iki türlü cezbe vardır. Cezbe ve cezbe sahiplerinin farkları meczub maddesinde anlatılmıştır.

ÇİLE : Mürîdlerin ister suçu ve zellesi mukabili olsun, isterse zelle mukabili olmasın, ahlâkın temizlenmesi ve vicdanın saflaştırılması için tekkelerde tatbik edilen bir usulün adıdır. Çile, eziyet ve mahrumiyet çekmek demektir.

Sülûk mânâsına söylendiği de vâkidir. Bazı tarîkatlar bu mânâda sülûke çile demişlerdir ki kırk, seksen veya binbir gün devam edenleri mevcuttur. Şu hâle göre, makam ihraz edecek sâlike şeyh tarafından tayin ve tesbit edilen şartlarda halvete konulma işine sülûk, bu halvetteki meşakkat dolayısıyla da çile denilmiştir. Sülûkta seyrini yani mânevi mertebelerdeki ilerleyişini tamamlayanlar, hakîkate ulaşıp hilâfete nâil olurlar. Böylece çilenin, seyri süluku, mücahedeyi, riyazeti, halvet ve uzletin tamamını ihtiva ettiği meydandadır.

DALÂLET : Îmân ve İslâmiyetten ayrılmak, azmak, Hak ve hakîkatten, İslâmiyet yolundan sapmak, Allah'a isyankâr olmak, sapkınlık mânâlarına gelir ve dall kökündendir. Hidâyetin zıddıdır. Hidayet ise doğruluk, İslâmlık, Hakk'ı Hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek, dâlaletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak demektir. Hidâyet Cenâb-ı Hakk'ın Hâdi ism-i şerifi bereketi olarak Peygamberlerin, veraset yoluyla da âlimlerle mürşîdlerin iş ve meslekleridir. Dalâlet ise şeytanın işi ve nefsin yoludur.

DEM : Zaman, an, nefes, soluk, kan, renk ve gözyaşı mânâlarına gelir. Dem-i İsa denilince, nefes etmesi, velâyet-i peygamberîsi ile ölüleri diriltip, hastaları iyi etmesi kastolunur. Tasavvufta mürşîdin velâyet nefesi ile ölü kâlpleri diriltmesine benzetilir. (Dem bu dem) şeklinde de, her fırsatı değerlendirmek için mânevi vazifelerden birinin yapılması, zamanın asla israf edilmeyip ihyâ edilmesinden kinaye söylenir.

Bu demi Ahmed başa tâc eyledi

Bu dem ile seyr-i mirâc eyledi

Bu dem ile yedi kez hâc eyledi

Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem

                                                                                    -Virani-  

DERÛN : İç taraf, dâhil, kâlb ve bunlara ait hâller hakkında kullanılır bir tâbir olarak bâtın tâbiri mânâsına eş bir ifade içinde söylenir.

DERVÎŞ : Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan, mâne-viyatla gönlü zengin olan fakir ve tam kelime karşılığı olarak fakir ve yoksula denir. Sonraları bu tâbir, tarîkatlardan birine bağlı olan mânâsına kullanılmıştır. Sofiyede der-vîş, kapı eşiği demektir. Çünkü Farsça Der ev; Viş de eşik demektir. Böylece içeriye giren herkesin basıp geçtiği eşiktir dervîş. Tarîkat ve tarîkate mensubiyet ifade eder. Dervişlik, şerîat hükümlerinin maksadı ve mânâsı anlaşılarak kemâl-i ihlâs ile yapılmasıdır. Bu sebeple, şerîatsız, yahut şerîate aykırı dervîşlik olmaz. (El emrü fevkalâde) istisnası hariçtir. Maddi hastalıklar nasıl tıp vasıtasiyle tedavi ediliyorsa, rûhâni hastalıklarla mânevî dertler de -mânevi tıp demek olan- dervîşlik vasıtasiyle ve yine der-vîş de denilen bir şeyhin tavsiyesiyle tedavi ve islâh edilebilir.

"Dervîşlik olaydı tâc ile hırka

Biz dahi alırdık otuza kırka"

                                                - Yunus-

DEST : El, eli demektir. İntisap sırasında ve bîat da denilen muamelede itaat ve emrini tutup, yolunca gitme ahdini taşıyan ve tokalaşmak şeklindeki harekete el tutma mânâsına dest tutma veya yed-i saadetten tutma denilir. Ve tarîkatın asıl ve başlangıcıdır. Yed de el demektir. Bu tutulan el daha önce, kendi şeyhinin elini tutmuş, onun şeyhi de silsiledeki bir önceki şeyhin elini tutmuş ve neticede Hz. Sıddık da Peygamberimizin mübarek elini tut-muştur. Böylece elinden tutulan şeyh vasıtasiyle mürîd, tâ Peygamberimizin saadetli elini tutmuş demektir. Bir âyet gereğince de, Peygamberimizin elinin üzerinde, Allah'ın mânevî ve kudretli eli vardır. Tarîkat onun için mürîdi Peygambere ve Allah'ın zâtına götürür.

DÎDÂR : Karşılıklı konuşma, görüş, yüz, göz ve çehre mânâlarına gelir ve tarîkat tabiri olarak Cenâb-ı Hakk'ın Cemâlini seyretmeye denir. Şeyh için de kullanılır. Râbıta da, didârı görmenin mürşîd yüzündeki egzersizi olup, mürîdi o benzersiz nûra alıştırma, yaklaştırmadır.

DÜNYA : Üzerinde yaşadığımız yeryüzü. Âhirete geçit, berzah olan yer ve âhiret azığının toplandığı bu sebeple de vazgeçilmez bir uğrak. Denî yani aşağılık veya alçak denilen dünya, âhireti unutma hali ve gaflete düşmenin tarifidir. Onun için "Dünya Hüda'dan gafil olmaktır, kumaş, gümüş, oğul ve kadın değildir) denilmiştir. Zühd tabirinin hakîkati, dünya sevdasını gönülden çıkarmaktır. Dünyayı terk değildir. Şerîat ve hakîkat erbabına göre terkedilmesi gereken dünya, haramdan kazanılıp harama sarfedilen şeylerdir. Helâlden kazanılıp dînî emir ve menfaatlere harcanan ise dünya tarifinin dışındadır. Eğer malı Hak rızası için taşırsan, ona Cenâb-ı Allah sevgisi bulunsa, o fakir olsa da zengin olsa da saîddir (iyilerdendir). O kimse ki gönlünde Allah sevgisi yoktur, o fakir olsa da zengin olsa da şakîdir (eşkiyadır). Zâhirini ne yapsan lâyıktır; fakat kâlbini pak kıl ki kâlb Allah evidir.

Dünya üç şey için istenir: İzzet, zenginlik ve rahatlık. Zâhid olan yani dünyayı gönlünden çıkaran aziz, kanaat eden zengin ve dünyaya dalmayı terkeden de rahat olur denilmiştir. Dünyayı talep ve zenginlik caiz ve öğülmüştür. Şu kadar ki dünyayı talepte dalgınlık gafletten hâsıl olduğundan gaflet ile olanı şiddetle yerilmiştir. (Dünya ne güzeldir; zira mü'minin binitidir ve âhirete onunla ulaşılır) ve (Bir adamda din ile dünya birleştiğinde ne güzel oldu, küfür ve nifak birleştiğinde ne kötü oldu) hadîs-i şerîfleriyle bahsi kapatıyoruz.

EBRAR : Doğru sözlü, hayırhah, hamiyyet sahibi, fazilet sahibi olanlar, iyi kimseler demektir.

Mü'minler üç kısımdır: 1- Zalimlinefsihi ve ehl-i şerîat veya avam, 2- Şüpheli şeylerden sakınıp azîmetle amel edenler ki bunlara ebrar, muktesit, ehl-i tarîkat veya havas, 3- Cenâb-ı Hakk'ın rızasına muhalif olan herşeyden uzaklaşanlar ki bunlara da sâbık, ehl-i hakikat veya ehas (hasların hası) denilir. Ehas veya ehl-i hakikat olanlara (Mukarrebîn) de denilir ki bunlar Evliyâullahtır.

EBÜ'L-VAKT : Vakit ve hâlin tesiri altında kalmayanlar hakkında kullanılır. Bunlar, renkten renge girenlerden değildir. Bulunduğu kabın rengini alanlara ibni'l-vakt denir.

ECRAM : Rûhsuz olan cisimler, cansızlar mânâsına gelir. Ecram-ı semaviye, ecram-ı felekiye şeklinde kullanılır.

EDEB : Akıllılık, usluluk, hâl ve tavrın, nefsin iyiliği, terbiyeli mânâlarına gelir.

Tasavvufta hatanın her çeşidinden korunmaya sebep olan şeyi bilmektir. Meşâyih lisanında edebten murat, bazan şerîat edebi, bazan hizmet edebi, bazan da Hak edebidir.

Şerîat edebi, şerîatin usulünü bilip yapmak, hizmet edebi mübalağa ile hizmet görüp fâni olmak, Hak edebi ise kul için lâzım olan ile Hak için gerekeni bilmektir. Nefsi zâhir ve bâtında edeblendirmek demek olan âdab, sofiye nazarında dört kısım olarak da sayılmıştır. 1- Şerîat edebi ki, Peygamberimizin özel ve genel sözlü ve tatbikî, hâlî ve takrirî, müekked ve gayr-ı müekked bütün sünnetleriyle amel etmektir, 2- Tarîkat edebidir ki, şeyhin yolunun amellerini şevkle işleyip hizmetini yapmaktır, 3- Marifet edebidir ki, havf ü recâ'nın müsavi olmasıdır, 4- Hakîkat edebidir ki, nazarını Hakk'a çevirip mâsivâya iltifat etmemektir. (Tasavvufun hepsi edebten ibarettir) denilmiştir. Her bir vaktin, hâl ve makamın ayrı ayrı edepleri vardır. Zâhirde ve bâtında edebe devam etmek lâzımdır. Çünkü, zâhirde edebe aykırı iş yapanlar zahirde, bâtında aykırı davrananlar da bâtında cezalandırılırlar. Gönül ehline göre edeb bâtınadır. Ehl-i ten'e göre ise edeb zâhiredir. Ebedi olmayan kimse Cenâb-ı Hakk'ın lütfundan mahrum olmuştur. Edebi olmayan yalnız kendisini değil bütün kâinâtı ateşe atmış demektir. Hadîs-i şerîfte (edebi olmayanın dini yoktur) denilmiştir. İnsanlar edebte üç kısım-dır. 1- Ehl-i dünyanın edebi fesahat ve belagatla şiirleri ezberlemektir. 2- Ehl-i din'in edebi nefsi riyazâtla, a'zâyı muhafaza, din hudutlarını korumakla şehvetleri terketmektir. 3- Mü'minlerin havâsının edebi ise, kâlpleri temizlemek, sırlara riayet ve havâtıra iltifat etmemektir.

İnsanın ziyneti edebin tamamıdır

Garip, edebten mahrum olandır.

Tevhîd, îmânı icabeder, o halde îmânı olmayanın tevhîdi yoktur. İman şerîat icabeder, o halde şerîatı olmayının tevhidi ve îmanı yoktur. Şerîat edeb icabeder, o halde edebi olmayanın şerîati, îmanı ve tevhîdi yoktur. Çünkü, nebîler edebe riayetle yola gittiler. Her birisi dergâh-ı Hüdâ'nın hası oldu. Edeb evliyâya delil olup onları Ce-nâb-ı Kibriyâ'nın Bârigâhına eriştirdi. Edebsiz ve korkusuz olan Hakk'ın kahru gazabıyla helâk olur. Ehli zâhir indinde edeb ikidir birisi kavli, diğeri de fiilidir. Fiili edep ile Hakk'a yaklaşanlara kâlb muhabbeti verilir. Bunun için tarîkatların tamamı edebtir denilmiştir.

Edeb insanda iyi ahlâkın toplanmasından doğar.

"Edeb bir tâc imiş Nûr-i Hüdâ'dan

Giy ol tâcı emin ol her kazâdan"

EDİLLE : Delil'in çoğulu olan edille, kılavuz mânâsına ve onunla diğer şeyin vücuduna, vukuuna delil getirmek demektir. Edille-i Asliye, Edille-i Erba'a ve Edille-i Şer'iye şeklinde söylenen tâbirlerle, fıkıh ilminin dayandığı delilleri teşkil eden Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha hakkında kullanılır. Bu dört delilden Kitap ile Sünnet Asliye; Kitap, Sünnet ve İcma'nın üçüne usul-ü mutlaka denilir. Kıyas evvelki üç delile nazaran fer'i (ikinci derecede) ise de, evvelki üç delilden çıkarıldığından yine de asıl'dır.

EHAD VE EHADİYET : Birlik, infirad, benzeri olmamak demektir. Cenâb-ı Hakk'ın selbî sıfatlarındandır. Allah'ın bütün mahlûkatta görülen ve zâtına ait olan birlik tecellîsi ki güneşin her maddeye vurup ayrı bir tecellî hâsıl etmesine rağmen hiçbir ışığa benzemeyen bir ve ayrı bir teklik göstermesi vahdâniyetin misalidir.

EHL-İ BEYT : Hz. Peygamberin yakınları mânâsına kullanılır ve Ehl-i Beyt-i Resûlullah şeklinde de söylenir ki Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn R. Anhüm'ü ifade eder.

EHL-İ HAL : İlâhî tecellîlere mazhar olanlar hakkında kullanılır ki ilmi ile âmil ve sözlerinde sâdıktırlar.

EHL-İ KÂL : İlâhî hakîkatlardan haberdar olmayan kimselere dendiği gibi şerîat ehline de denilir.

EHL-İ HAKÎKAT : Hakîkat ile vasıflananlara denir. Hakîkat ise irâde-i cüz'iyeden irîde-i külliyeye ulaşan ve beşerî sıfatlardan soyulup ilâhî sıfatlarla sıfatlananlardır. Peygamberimizin bâtın ilmi için (Cenâb-ı Hakk'ın sırlarından bir sırdır ki kullarından dilediği kimsenin kâlbine akıtır) buyurduğu hakîkat ilmidir.

Âhiret işlerine alâkasızlık gösterene ehl-i dünya, dünyadan ziyade âhiretle meşgul olanlara Ehl-i âhiret, nefsinin arzuları peşinde koşanlara da ehli Hevâ denir. Ehl-i sünnet dışındaki mezheplerden olanlara da Ehl-i Hevâ denilir.

EHL-İ SÜNNET : Hz. Muhammed A.S.'ın gerek amel gerekse hadîs suretindeki sâbit olan sünnetlerini Onun yüce sahâbîlerinin yaptığı gibi, tereddütsüz yerine getirenlere denir. Buna muhalif olanlara, ehl-i sünnet dışında kalanlara Ehl-i Bid'at denilir. Ehl-i sünnetin aslı ve temeli kitap ve sünnete uymak, ehl-i bid'atin binası ise Resul-ü Ekrem'in getirdiği hükümleri kendi rey ve hevâlarına göre değiştirip bozmaktır.

EHL-İ TARÎK : Bir tarîkata mensup olanlara denir.

EHL-İ TEVHİD : Cenâb-ı Hakk'ın birliğini bilip inanan ve sadece bir Allah'a bağlanıp ibadet eden kimsedir. Kelime-i Tevhîdi kabul edip söyleyene denilir.

EHL-İ ŞUHÛD : Allah'ın hakîkat ve sırlarına şahid olan, kâinattaki tevhid delillerini seyreden, ilahî sırları Hakk'ın izni ile görenler. Enbiyâ ve Evliyâlar şuhûd ehlidir.

EHL-İ ZEVK : Zevk alanlar, lezzet duyanlar... Cenâb-ı Hakk'a yakınlıkla veya uyanık kâlble îmân ve Kur'an ha-kîkatlerinden zevk alanlar, velîler... Zevk maddesinde izahat vardır.

EKVÂN : Âlemler, mahlûklar, varlıklar ve oluşlar demek olup kevn sözünün çoğuludur. Bkz. Âlem.

ELESTÜ Bİ RABBİKÜM : Elestü Arapça'da (Değil miyim?) demektir. Allah bedenlerden çok önce rûhları yaratıp onların hepsini bir yerde toplayarak "- Ben sizin Rabbiniz değil miyim" mânâsna (Elestü bi Rabbiküm) demiş onlar da "- Evet bizim Rabbimizsin" mânâsına "Kâlu Belâ" demişlerdir. Rûhlar Cenâb-ı Hakk'ın tarifsiz güzellik ve hoşluktaki bu hitabından mestolmuş, bu sese âşık olmuştur. Onun için güzel sesde bu hitabı hatırlayıp heyecan duyar. Rûh bedene girince bu ahdini unutup bîhûdîlik âle-mine dalmıştır. Mürşîd-i Kâmil rûha bu ahdini hatırlatınca, rûh asliyetine, kemâline mâlik olup vücuda âmir olur ki tarîkat bunun için zaruridir.

EMMÂRE : Kötülük ve suça, şehevâta zorlayan, emreden demek olup nefsin ilk ve kötü sıfatıdır. Nefis maddesinde izahı yapılacaktır.

EMR-İ MA'RUF : Dinin emirlerini, Kur'anî ve İslâmî hakîkatleri bildirmek, iyiliği (ma'rûfu) açıklayıp, yapılmasını teşvik etme, emretmek demek olup (Nehy-i ani'l-mün-ker) de bu emir ve yaptırmaya teşvikin mukabili olarak, yasaklanan hususları da yaptırmamak, bunun için gerekli talim ve telkinleri yapmak mânâsına gelir ve şerîatin tamamını ihtiva eder. (Şerîat ve tarîkatın nihayet mânâsı emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerde tükenir.) Paşa Hazretlerinin beyanıdır. Ancak, bu vazifede yine dinimizin emrine göre, usul ve âdâbına riayet eden ehlince yapılır. Emr-i bi'l-maruf nehy-i ani'l-münker yapılmayan devirde, duaların kabul edilmeyeceği rivayet edilmiştir.

ERBAÎN : Tarîkat ehlinin, kâlbin tasfiyesi, nefs-i emmarenin kırılması için (emirle) kırk gün bir hücrede halvet, uzlet ve riyazet ile taatta bulunmasına denir ki çile ve seyri sülûk tabirleriyle eş anlamlıdır.

EREN : Yetişen, vâsıl olan kemâle ulaşan velî mânâ-sına gelir ve Evliyâ, Evliyâullah, Velî ve Veliyyullah tabirleriyle aynı mânâdadır.

ERVÂH : Rûhun çoğulu olup rûhlar demektir. Can taşıyanların tamamı için kullanılır ise de aslında teklif sahipleri olan insan, melek ve cinler (şeytanlar dahil) için rûhun manevi değeri olabilir. Ervah-ı habise denilince cin ve şeytanlar kastedilir ve kötü rûhlar demektir. Habîs rûhlara dîni ve şerîati reddeden, azgın ve sapıkların rûhları da dahildir. Ervah-ı Latîfe tabiri ile melekler kastolunur. Ervah-ı tayyibe tabiri ile de iyi kimselerin ve meleklerin rûhları ifade edilmiş olur.

ESMÂ : İsimler demektir. Cenâb-ı Hakk'ın isimleri olarak Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ve hadîs-i şerîf ile sayılan ve Esmâ-i Hüsnâ (Güzel İsimler) denilen 99 ismi şerifi kastolunur. Bunlardan bir kısmı Allah, Hû, Bâkî gibi zât isimleridir. Allah'ın zâtına aittir. Allah ismi şerifi ise bütün isimlerin mânâlarını toplamış ve mahlûkattan hiç birisine hiçbir zaman isim olmamış, tek ve eşsiz bir isimdir. İlâhî esma sonsuz olduğu halde, 99 u olan Esmâ-i Hüsnâ ile (Binbir ism-i şerifi) meşhur olmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ı anmak demek olan farz, vacip ve sünnet-i müekkede olarak tarîkat erbabınca yapılan zikir, esmâ-i hüsnâdan bir veya birkaçı ile olur. Cenâb-ı Hakk'ın rızası, sırlarına ve yakınlığına erme, Cenâb-ı Hakk'ı satın alma hep bu zikir ile hâsıl olmaktadır ki icazetsiz olanı fethe ulaştırmaz.

Seyr-i sülûkun sonu, Allah'ın isimlerinden nasibi hangisi ise o isme ulaşıp o ismin hakîkati ile şereflenmekten ibarettir. Bundan sonrası ise büyük lütuftur.

Velîler derecelerine göre, esmâ-i hüsnâdan bir, birkaç veya pek çoğunun hakîkatine ulaşırlar. 99 esmanın rengine boyananlar ise velîler devletinin bir veyahutta ikisine has bir mazhariyettir.

EVLİYÂ : Velî lügatta, yakın, yâr, dost, yardımcı, muhabbet besleyen mânâlarına gelir. Evliyâ, velînin çoğulu olup velîler demektir. Evliyâullah ise Allah'ın velîleri demektir.

Kur'an-ı Kerim'de (Haberiniz olsun ki Allah'ın velî kulları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar, îman edip takvâya ulaşanlardır. Dünya hayatında da, âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın kelâmında asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir) buyurulmuştur. Resûlullah Efendimiz "Allah'ın velî kulları kimlerdir" diye soran sahabiye şu cevabı vermiştir. (Said İbni Cübeyr R.A. dan rivayettir.)"- Onlar, öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman, Allahu Teâla hatıra gelir." Hz. Ömer-ül Faruk R.A. ın rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:

"- Allah'ın kullarından bir takım insanlar vardır ki, onlar ne şehid ne de peygamberdirler. Fakat kıyamet gününde onların Allah indindeki makamlarına Peygamberler ve şehidler gıpta edeceklerdir" Sahabe, "Bunlar kimlerdir ve amelleri nelerdir? Bize de haber ver de, onları biz de sevelîm ve sayalım ey Allah'ın Resûlü" dediklerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"- Bunlar bir zümredir ki, aralarında ne akrabalık, ne de birbirlerine verecek mal ve dünyalık menfaatleri olmaksızın sırf Allah rızası için ve Allah yolunda birbirlerini severler, Allah'a yemin ederim ki, onların yüzleri bir nur gibidir ve onlar, nurdan bir mimber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar." Resûlullah devamla şu âyeti okudular deyip yukarıda meâli yazılan âyetleri okumuştur.

"- Her an için, gelmiş geçmiş peygamberler adedi olan 324.000 velî hayatta mevcut olup vazifeleri neden ibaret ise onu ifa ederler. Birinin vefatı üzerine yerine yenisi getirilir. Evliyâullah mürşîd-i kâmillerdir ki velîlelerin en büyükleri, âmirleri bunlardır. Mürşîdlerin dışında kalanlara ehlullah denir ki Kırkların Pîri de Ehlullahdır" (Paşa Hz.nin sohbetlerinden). (Sahabe efendilerimizin hepsi de evliyânın üstündedir. Onların şânı ve şerefi yüksektir.) (Paşa Hazretlerinden.)

EVRÂD : Tarîkat mensupları tarafından hergün okunan (ed'iye-i me'sûre) (rivayet yoluyla öğretilen kıymetli ve vazife şeklindeki esmâ, duâ ve âyet veya salavâtlar) yahud bunların hepsinin mürşîd tarafından emredilen bir tertibi. Buna vird denir ve evrad virdin çoğuludur.

Kur'an-ı Kerim'de kıraati âdet edilen cüzlere, her vakit dilde ve ağızda dolaşan söze de denir ve (bunu evrad edindi) diye söylenir.

Her tarîkatın, hatta her mürîdin evradı ayrı olabilir. Virdin neticesi vâridattır. Vâridat da kâlbe doluveren ilâhî ilham ve ikramın ilk şeklidir.

EVVÂBÎN : Ziyade, çok fazla tövbe ederek Allah'a yönelenlerin namazı mânâsına gelir. Sünnet olan ve büyük ekseriyetle emirle kılınan bir namazdır. Akşam namazından sonra yatsı namazı vaktine kadar kılınması gereken (4 ile 20 rekatli ve iki rekatte bir selâm verilerek kılınan) bir namazdır. Akşam namazının sünnetini de bu namaza sayıp 6 rekatte denilmiştir ki her gün kılınan dört rekatinin 12 yıllık ibadete bedel olduğu rivayet edilmiştir.

EZEL - EBED : Ezel, başı, başlangıcı olmayan zamana, ebed de sonu bulunmayan sonu düşünülemeyen zamana denir. Her ikisi de Allah'ın esmâ-i hüsnâsındandır ve Allah ezelî ve ebedîdir demektir.

FAHR : Öğünme, yaptığını sayarak öğünme, övülmeye sebep olacak kimse, fazilet, şeref ve büyüklük mâ-nâ-larına gelir. Fahr-i Kâinat ve Fahr-i Âlem olarak Peygamberimizin nâmı ki bütün âlemin kendisi ile şeref bulup iftihar ettiği Hz. Muhammedidir. Mefhar-i Mevcudat veya Mefhari Kâinat şeklinde de kâinatın kendisiyle iftihar ettiği yüce zât, Resûl-ü zîşândır.

FAKR : Fakirlik demektir. Yokluk mânâsı da böyledir. Muhtaçlık ve züğürtlük olarak da söylenir. Fakir, nisaba, yani kendisine zekat vacip olacak miktar mala sahip olmayan kimsedir. Peygamber Efendimiz (Fakirliğimle öğünürüm) buyurmuş; Paşa Hazretleri buradaki fakirliğin (Fakr tamamlanınca Allah kalır) hadîs-i şerîfine mutabık olarak, maddi fakirlik olmayıp Fenâfillah işareti olan mahviyeti ifade ettiğini anlatmış ve bu husus önsözde yazılmıştır. Mevhum ve nazari olan varlığı terkeden (fiil, sıfat ve zâtla) Hak'ta fâni olan kimse hakiki fakra erişmiş, öğünülecek fakre ulaşmıştır. (Kul ve kulun mülkü efendisinindir) mefhumunca, kulun kendi nefsinden ve kendisine nisbet edilen şeylerden alâkasını kesmek (teberri) etmesidir ki Fenâfillah ile tâbir edilir.

İnsana lâyık olan, ihtiyaç nisbetinde dünyalığa çalışmak, hazine-i ilâhîden zenginlik verilirse şükretmek, verilmezse sabretmektir. Cenâb-ı Hak herkese lâyık olanı verir. Zenginliğe layık olana fakirlik verse, o adam yolu kaybeder. Fakirliğe müstehak olana da zenginlik verse, o adam da azardı. Bunun içindir ki Hz. Ömer (Zengin veya fakir olarak sabahlamaya ehemmiyet vermem. Zira hakkımda hangisi hayırlıdır bilemem) demiştir. Aslında, zâhid olanların bırakmaya çalıştıkları dünyadan maksat ise, dünyayı değil onun sevdasını gönülden çıkarmaktır. Dünya, Hüdâ'dan gafil olmaktır. Cenâb-ı Resul (İyi adam için iyi mal ne iyidir)buyurmuştur. Geminin içindeki su geminin batmasına, geminin altındaki su ise yüzmesine sebep olur. Zenginlik zühde mâni değildir. Ashâb-ı Kiram umumiyetle zâhid oldukları halde bir kısmı zengin idi. Allah'dan başka herşey ihtiyaç içindedir. Kur'an'da (Ağniyâ-i şâkirin ile fukara-i sâbirinin her ikisi de methedilmiştir.) Fakirin ilacı sabır ve kanaat, zenginin ilacı ise şükürdür. Fakirliğin en kötüsü aç gözlü olmaktır ki bunların gözünü ancak toprak doldurur. Bir mürîdin fakir ve zenginliğini değiştirmek, ancak mürşîd-i kâmile mahsustur ki, Allah mürîdin hâlini ona bildirip kulunu ona emanet etmiştir.

FARK : Kesrette vahdeti, vahdette kesreti birbirine hicap (örtü) olmadan müşahede etmek demektir. Buna (fark-ı sânî) de denilir.

Meratipte zuhur itibariyle vâhidin çoğalmasına (Fark-ı Cem) dünya alâkalarını tamamiyle terkederek ehadiyet dergâhına yönelme ve istiğrak hâline gelmeye (Fark-ı tam) denilmiştir. Fark, Cem'in mukabilidir ki, kulluk vazifelerinde, kula lâyık ve ait olana fark; Hak tarafından ihsan edilene de Cem denilir. (Farki olmayanın kulluğu, Cem'i olmayanın da ma'rifeti olmaz) denilmiştir. (Fark, yaradılanları bilâ Hak -Hakk'ın dışında- Cem, Hakk'ı bilâ halk -eşyanın dışında, onsuz- Cemü'l-Cem'de, halkı Hak ile kâim görmektir.)

FÂSIK : Günahkâr, Allah'ın emirlerini yapmamaya, yasaklarını yapmaya devam eden, büyük günah işleyen veya küçük günâhları işlemekte ısrar eden kimse. Günahıyla öğünen, açıktan açığa günah işleyen kimse ki fâ-sıkların şahitliği muteber olmadığı gibi bunlar hakkında konuşmak ta gıybet sayılmaz. (Fâsıkı methedene Cenâb-ı Hak buğuz eder) hadîs-i şerîfini İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektubat'ta, İmam-ı Gazâli Hazretleri de İhya'u Ulumi'ddin'de kaydetmişlerdir. Fâsık imama uymak zarureti olmadığı gibi fâsıklarla istişare de edilmez. Dînî ve dünyevî işlerde fâsıklara uymak dalâlet olur. Fâsıkın sözü ile amel etmek de caiz değildir. Hâlini düzeltmeyen fâsıkın sonu felâkettir.

FELEK : Gök, gök tabakaları, devir, talih ve baht, büyük ve dâirevî olan şey, her gök küresinin gezdiğ yer ve dünya mânâlarına kullanılır. Felek-i a'zam, Felekü'l-eflâk, Felek-i Kürsî, Felek-i Atlas, Felek-î Âfitab (Güneş) Felek-i hava vs.

FENÂ : Yok olmak, yokluk, geçici dünya, ölümlü eşya ve mahlûkata denir. Tasavvufta ise; eşyanın nazardan silinmesi, göz, kâlp ve gönülden atılması demektir, terktir.

Kulun kendi nefsinden ve kendisine nisbet edilen şeylerden teberrî (ayrılması) etmesidir ki sonu Fenâfillahtır. (İhyâ'u Ulûmi'd-din'de) taharetin dört mertebesi vardır. 1- Zâhir bedeni hakiki ve hükmî pisliklerden, 2- A'zâyı küçük ve büyük günahlardan, 3- Kâlbi kötü huylardan, 4- Sır ve rûhu Allah'dan başka ne varsa onlardan temizleyip boşaltmaktır deniliyor ki Fenâfillah da budur. Fenâ ve bekâ mertebelerine gelemeyip en âşıkların, vuslata mâni olan manevi kirlerden rûhlarını göz yaşı ve ciğer kanı ile temizle-meleri icabeder. (Kim ki aşk ve muhabbet çeşmesinden abdest almaz ve bütün eşyayı ölü hükmünde bilip de üzerinde -dünya, ukba, varlık, terki terkeden ibaret olan- dört tekbir ile namaz kılmazsa, onun can yüzü hakîki kıbleye dönmüş olmaz) şeklinde sofiye teşbihi olarak fenâ ve be-kâ ifade edilmiştir.

Tevbe-i nasûh'un şartı olan fenâ-ı muhalefet (şerîate zıt şeyleri bırakma) zühdün şartı olan hazları terk (fenâ-i huzuz), sıdk u muhabbetin şartı olan fenâ-i huzûz-u dâ-reyn (dünya ve âhiret istekleri) sekrin (bîhûdîlik, aşk sarhoşu) neticesi olan gaybet mânâsına gelir ki üç kısımdır:

1- Fenâ-i ef'âl (Fiillerinde fâni, Allah'dan başka fâil yoktur der), 2- Sıfat fenâsıdır ki, hayat, ilim, kudret, sem' (işitmek) basar (görme), irâde ve kelâm sıfatlarında yok olmaktır. Sâlik bundan başkalarını görmez, 3- Fenâ-i zât'tır ki, Allah'dan başka mevcut yoktur der.

Bir başka açıdan da fenâ dört kısımdır:

1- Fenâ-i halk ki, yaratıklardan birşey beklemez ve korkmaz, 2- Fenâ-i hevâ ki kâlbde mâsivâ emeli kalmamasıdır, 3- Fenâ-i irâde ki irade sıfatının gitmesidir, 4- Fenâ-i akıldır ki, sıfat-ı ilâhîye'nin tecellîsidir. Fenânın lâzımı, hemen takipçisi olan bekâ da fenânın isimleri ile söylenir. Ve fenâ ne kadarsa bekâsı da ona göre olur.

Fakr veya yokluk, mevhum olan varlıktan geçmek olduğuna göre, işini Allah'ın işinde, sıfatlarını Allah'ın sıfatlarında, zâtını da Allah'ın zâtında yok eden kimse, Allah'ın iş, sıfat ve zâtıyla bekâya ulaşır ve böylece (Fakr tamamlanınca Allah kalır) hadîs-i şerîfi tahakkuk etmiş olur.

(Fenânın başlangıcı muhabbet ve sonu da vuslattır. Muhabbetle yürüyen mürîd, önce fenâfi'l-ihvan olup ihvanları sevip onların hüsn-ü teveccühünü kazanır. Hizmetini artırdıkça muhabbet ve gayretini artırırlar ve fenâfi'ş-şeyh âlemine ulaştırırlar. Bu âlemde makbul olursa Fenâfi'r-re-sul âlemine naklolunur ki aşk âlemidir burası. Sâlikin, bu âlemlerde garkolurken her işi zâhir ve bâtında şeyhi ve Resûlullah Efendimizin kuvvet-i kudsiyesi ile yapılır. Re-sûlullah Efendimize makbul olanı ise bizzât Risaletpenah Efendimiz Cenâb-ı Hakk'ın zâtına teslim eder ki bu da Fe-nâfillahdır. Buradaki zâtın her umuru Cenâb-ı Hakk'ın zâ-tına tevdi edilmiştir.) (Paşa Hz. nin sohbetlerinden.)

Fenâ, kâlbin mâsivâyı unutması, ölmeden evvel ölmektir ki, Peygamberimiz üç defa ölmeyi (üç fenâyı) emretmiştir. Fenâ hâsıl olmadan Cenâb-ı Hakk'a vüsul hasıl olmaz ve zât-ı ilâhî'den birşey anlaşılamaz. Fenâ, sâlikin yetiştirici (Rabbi) olan ilâhî isimde yok olmasıdır ki velâ-yetin ilk basamağıdır.

Fenâ-i kâlbiden sonra fenâ-i nefs hâsıl olur. Daha sonra da itmi'nan hâsıl olur ki hakiki islâm meydana gelip sadra yerleşir. Fenâdan önce on makamı çalışarak geçmek lâzımdır. Bunlar tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikr, teveccüh, sabr, murakabe ve rıza'dır. Bunların yerleşmesinden sonra hâsıl olan fenâ devleti, Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve keremidir. Fenâdan sonra karar eden bekâ ile velâyet hâsıl olmuştur.

FEYİZ : Âlemlerin, Allah'ın tedricî (usul usul), fakat devamlı bir sûrette nüzul (iniş) tarzı ile ve başka bir mevcudu meydana getirmek hassasına mâlik olarak tekamülüne ve bunun ilâhî nazar altında devamı mânâsında bir tâbirdir. Taşıp akmak ve çoğalmak, bereketlenmek mânâlarını taşır. Feyz-i ilâhî, Feyz-i Rabbâni, Feyz-i aşk, Feyz-i muhabbet, Füyûzât tâbirleriyle söylenir.

Tasavvufta insan kâlbine, sır ve gönlüne ilâhî bir ilkâ (koyma) olup maneviyat bedeninin gıdasıdır. (Feyiz Ce-nâb-ı Haktan ayrılınca, mutlaka mahalline girip dolacaktır. Zaman ilerleyip mürîdlerin gönülleri zayıflayınca, çıktığı gibi gelen feyiz mürîdanı bîhûdîliğe düşürdüğünden, Abdülhâlık Gücdüvâni Efendimiz:

- Ya Resûlallah mürîdan, sizin râbıtanıza tâkat, tahammül edemiyor ne emir buyurursunuz? deyince:

- (Kendinize râbıta ettirin) fermanı çıkmış ve böylece mürşîdlere râbıta eden mürîdan da -mürşîdleri fazla feyze seddolduğundan-bîhûdîlikten fâriğ olmuşlardır.) (Paşa Hazretleri)

(Mürşîd-i kâmil mürîdi feyiz beşiğine koyar, sır memesinden günde bir defa ona süt verir. Fenâfillah makamına kadar sabi (çocuk) olan mürîd, mânen mesul değildir.) (Paşa Hz.)

FİKİR : Akıl maddesine bakınız.

FİRÂSET : Tasavvufta, yakînin açıklanması ve gaybın görünmesi diye tarif edilmiştir. Görüş ve anlayışta dikkatle nazar edip doğruyu bulmaktır. Seziş kabiliyetini ifade eder. Allah bu seziş hissini velîlerin kâlbine sokarak onunla bazı insanların hallerini kendilerine gösterir. (Mü'minin firasetinden çekininiz, zira o, Allah'ın nuriyle nazar eder.) hadîs-i şerîfi bu sezişe işarettir.

Ferâseti birdenbire kâlbe inen ve mukabil şüpheleri kaldıran bir itmi'nan (emniyetli hâl) hissi olarak da tarif ediyorlar. Bu duygu, bir anda kâlbi doldurarak ona hükmeder. Ferâset îman kuvvetinden doğar. İmanı kuvvetli olanın firâseti de o nisbette sert ve keskin olur.

(Firâset nûru ile nazar eden kimse Hakk'ın nuruyla nazar ediyor demektir ki bu nazar yanlışlık ve karışıklıktan uzaktır.) Hak nûru ile nazardan maksat, Allah'ın kuluna lütfettiği basiret nûrudur.

FÜTÜVVET : Başkasına yardım etmek mânâsına gelir ve (iyi ahlâk ve nimetin belirtisidir) diye tarif edilmiştir. Sâdıkların ayıplarını örtmek, düşmanlarının şamatalarını susturmak da fütüvvet icabıdır. Mü'min kardeşine yardım edip hizmet edene Allah'ın yardım edeceği şüphesizdir.

Fütüvvetin aslı nefsânî hazlardan ayrılmak ve Hakk'a yönelmektir ki Feta namını alan Hz. İbrahim'in sıfatıdır ve zâhir putlarını kırmıştır. İnsanların içindeki (nefs ü hevâ, şeytan, dünyalığa meyil ve nefsânî hazlar)dan ibaret beş putu kırmak lâzımdır. Peygamberlerin lisanından gelen şerîat ilmini hevâ ve hevesle aklî delillere tercih etmek de fütüvvettir. Üç derecesi sayılmıştır.

1- Nefsini başkasıdan üstün görmemek,

2- Halkın yaptığı cefâyı unutup husûmeti terk,

3- Uzaklaşana yaklaşıp, cefâ edene ikramdır.

Fütüvvetin en yüksek tecellîsi, ceza gününde  (âhiret) Peygamberler bile (nefsî, nefsî) derken Peygamber Efendimizin şefaatçi olmasıdır.

GAYB : Hakk'ı görmeye mâni olan şeyler hakkında kullanılan bir tabirdir. Kelime mânâsı gözden saklı olan, görülüp bilinemeyen şeyler, haller demektir.

Bilinip görülmemesi sebebiyle zât sırrına da gayb denilir. Gaybın tecellîleri âriflerin kâlbine imdat için peşpeşe gelir. Tecellî Kâbız isminden ise ârife haşyet (dehşete düşme) ve rehbet (korkma), Basît isminden ise, ümit ve istek hâsıl olur. Gayb çeşmelerinin yağmuru gibi, âlem-i gaybdan sırlar akar ve keşif ve hârikaları meydana getirir.

Gayb-i zâtî tabiri ile Cenâb-ı Hak veya mecazen mür-şîd kastolunur.

GAYR : Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve vuslattan alıkoyup meşgul eden şeylere denir ki sivâ sözü ile eş anlamdadır. Mâsivâ (Allah'dan başka herşey) sevgisini terketmek Kavm (tasavvuf yolcuları) üzerine farzdır denilmiştir. (Senin şimdiye kadar ki dostların hakîkatta düşmanlardır. Zira seni Allah'dan meşgul ederler. Senin gibi ten ehli olan dostların, ten rahatlığına batıp tenbelleşmişlerdir. Kim ki âşık değildir, o ten besleyicidir; onun canı öküz ve merkepteki candır.)

GAYRET : İlâhî sıfatlardandır. Hadîs-i şerîfte (Saad gayretlidir, ben Saad'dan daha gayretliyim, Cenâb-ı Hak da benden gayretlidir. Gayretinin kemâlinden zâhir ve bâ-tındaki bütün kötülükleri haram kıldı) buyurulmuştur. Gayret iki kısımdır. Biri, nefsler üzerinde beşeri gayret, öbürü de kâlbler üzerindeki ilâhî gayrettir.

GAVS : Yardım edici, medet verici, dalgıçlık, bir meselenin hakîkatına vâkıf olup derinliğine bilgi sahibi olmak, yapılması gereken işe gayret ile girmek gibi mânâlar taşır. (Evliyâullahın tamamının başı Resûlullah Efendimizin halîfesi ve Cenâb-ı Hakk'ın kutuplarının kutbu, başkanı Kutbü'l-Aktab'dır. Kutbü'l-Aktab'ın yardımcısı ve ilk ve ön vekîli de Gavsı Azam'dır. Gavsı Azam'dan sonraki büyük Evliyâullah ise Kutbü'l-İrşâd'dır. Bizim Pîrler en azından Kutbü'l-İrşad'dır. Ekseriyyetle Kutbü'l-İrşad ile Gavsü'l-Azamlık makamlarının ikisini, sık sıkda Kutbü'l-Ak-tab, Gavs-ı A'zam ve Kutbü'l-İrşadlık makamlarının üçünü bir elde derûhte ederler. Böylece bu üç azim makamı uhdesinde toplayan (Müceddid) olur. (Paşa Hazretlerinin sohbetlerinden.)

Gavs-ı A'zam'dan ayrı her tarîkatın kendine mahsus tarîkat gavsı bulunduğu da aynı büyüğün sohbetlerinde ifade edilmiştir.

Zamanın gavsı denilerek, Evliyânın başkanı, en büyük âmiri kasdolunduğu vakidir.

"Dede Paşa'dır mahlâsı

Cemî'-i evliyâ hâsı

İrşâd etmiştir çok nâsı

O idi zamanın gavsı"

GINÂ : Zenginlik. Ganî ism-i şerîfi, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ve herşeye mâlik olan Allah'ın sıfatıdır. Zenginlik, tok gözlülük demek olan gına da, Allah'ın bu isminin gölgesi, aksidir. Bir hadîs-i şerîfte (Zenginlik mal çokluğundan değil gönlün zenginliğidir) buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerim'de şükreden zenginlerle sabreden fakirlerin her ikisi de methedilmiştir. Hz. Ali R.A. (Fakirlik ve zenginlik iki binittir, hangisine binsem kayırmam) demiştir.

Allah, ihtiyaç hallerinde fakir ve çaresizlerle muhtaçları kendi nefislerine tercih eden kullarına müjdeler ihsan etmiştir. Cömertlik, çok yüksek bir meleke olarak zenginlere süs olmaya lâyıktır. (Hasis ve cimriye bakmanın kâlbe darlık verdiği tecrübe ile sabittir) denilmiştir. Zenginliğine rağmen cimrilik yapana yazıklar olsun. Zenginlerin alçak gönüllü, fakirlerin ise onurlu olması gerekir.

Kanaat, zenginliğin aslı ve ıtrıdır. Hırs ise ne kötüdür. (Her bir hırs sahibi fakir ve her kanaat sahibi de zengindir) sözü meşhurdur. Zenginlik zühd ve takvâya mâni değildir. Eshab-ı Kiram ekseriyetle zâhid oldukları halde bir kısmı zengin idi. Hz. İbrahim, Hz. Süleyman, Hz. Yûsuf a.s. Peygamber oldukları halde zengin ve son ikisi saltanat ve devlet sahibi idiler. İş budur ki; zengin, fakir, devletli veya kalender, zâhir veya bâtında Hakk'a âgâh olunsun. Bunun dışında, mahviyeti kastetmeden fakir olmayı tavsiye edenler, muhatabın mürşîdi değilse, sözünün bir değeri yoktur.

GÖNÜL : Kâlb ve rûhun bir hâli, temiz ve saf şekli mânâsına kullanılır. Tasavvufta ise, insan maneviyatı, dünya ve kötülüğe meylederse buna nefis, Hakk'a ve Hakk'ın tavsiye ettiği iyiliğe meylederse buna da gönül denilmiştir. Gönül, Allah yapısıdır. Çünkü harap olmuş olan o nefis yıkıntıları üzerine Allah'ın gösterdiği malzemelerle, Peygamber akıl ve tedbiriyle amelinden, melek ilham ve yardımının beden hizmet ve gayretiyle meydana gelmiş-tir. Hakk'a engel olacak her fikir, hatıra ve malzeme buradan çıkarılmış ve her kötülük, kir ve pislik atılarak Allah'ın memnun ve razı olacağı, hoşlanacağı temizlikle süslenip döşenmiş olan bu (Kâbe) ye Allah'ın davet edilmesi için gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Allah'ın mülkü Allah'a lâyık hâle getirilmiştir. Bu sebeple gönül, hakiki kâbedir. Zira, Allah buraya tecellî edecektir. Âdem atamıza meleklerin secde etmesinin sebebi, bu gönül kâbesi dolayısıyladır. (Kâbe bina-i Halil'dir sendedir beyt-i Celil) mısraı ile Sâlih Baba bu hakîkatı ifade etmiştir.

GÜL : Pek çok renk ve çeşidi olan mâlum çiçektir. Gonca gül, taze gül (gül-ter), kırmızı gül (gül-i rânâ), (Gül-i hamra)gibi tabirlerle güzellik, nefaset, hoş koku ve tazelikle birlikte mânevî güzellikleri ifade için kullanılır. Kırmızı gül Peygamberimizi ve O'nun mübarek ve hoş kokusu için söylenir. Peygamberimizin menekşe kokusu kullandığı ve mübarek vücudunun ve terinin gül gibi koktuğu sahîh rivayetlerle sabittir. Fâtıma validemizin de beyaz güle benzetildiği mâlumdur. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in de kırmızı ve beyaz gül şeklinde ifade edildiği olur.

Tasavvufta ise gül, ya Peygamber Efendimizi yahut da mürşîd-i kâmili ifade eder. Rüyası da bunlara tabir edilir.

(Gül gibi serapa renk ve kokudan ibaretsin) diyor Hâfız-ı Şîrâzî

Gülzar, Gülistan vs. de daima mürîde teşbih olan bülbülle birlikte söylenir ve tarîkatı, maneviyatı ifade eder.

GÜNEŞ : Mâneviyatta Cenâb-ı Hakk'a teşbih edilir. Güneş olmasa her bir şey yok demektir. Ay ise Peygamber Efendimizle mürşîdlere teşbihtir. Mâh, mehbedr, bedray, dolunay gibi değişik isimlerle anılır. Güneşin nûrunu tahammül edilecek şekilde ve latîf bir sûrette aksettirmesi de ay'ı mürşîd ve nebîlere maddî yönden de benzetmiştir. Onun için (Râbıta-i Nakş-î Hayâlî) de Sâlih Baba Bedray'ı seçmiştir ki biz de ayın ondördü gibi ışıklı olan mübarek yüze râbıta ediyoruz.

HÂDİM : Hizmet eden, hizmetçi mânâsınadır. (Halka hizmet eden halkın efendisidir) hadîs-i şerîfi hizmetin kadrini ifadeye yeter. (Hâdim-i Dergâh-ı Hz. Sâmi) Hz. Pîr Beşîri'l-Erzincâni'nin sıfatıdır ki kırkbeş yıl gece gündüz, yaz ve kış dergâha hizmet etmiştir. (-Baba himmet, diyen oğluna şeyh efendi: - Oğlum hizmet), diye cevap vermiştir. (Hizmet Allah içindir) ifadesi, Paşa Hz. nin kelâmı kibarıdır. Hâdimü'l-fukara mürşîdlere denir ki, işi gücü dervişlerin hizmetidir. (Mürîdin iş ve edebi hizmettir) denilmiştir. Paşa Hazretleri o yüksek kemâli ve en güzel ve hoş gülleri bitiren hâlis toprağa benzeyen misilsiz mahviyeti ile (Altmış senedir sahra'yı melâmetteyim) buyurmuş, bu ifadesinden (Altmış senedir lâyıkıyla hizmet yapamadım) demek isteyen bir üzüntüyü ifadeye çalıştığı düşünülürse, yetmişbeş yıldan az olmayan uzun bir zamanın tamamında malı, canı ve hizmeti ile misilsiz bir hizmet örneği verdiği halde, bu eşsiz hizmeti bile az gördüğü anlaşılabilir. Şâh-ı Nakşîbend Efendimiz kırk yıl, Hz. Pîri Sânî Efendimiz de kırkbeş yıl hizmette bulunmuşlardır.

HAFÎ : Kâlb mertebelerinin dördüncüsüdür ki, gizli, daha fazla gizli demektir. Letâif makamlarının biridir ki sâlik tecellî-yi mânevîyi hafîsinden görür.

HAKK : Cenâb-ı Hakk'ın zâtı, Vacibü'l-vücut, varlığı daimi ve sabit olan demektir. Varlığı hiç değişmeden duran zât-ı ilâhî'nin ismidir. İnkârı mümkün olmayan her şey Haktır. Bâtıl bunun zıddıdır. Herkesin meşrû olan selâ-hiyetine, iktidarına, mâlikiyetine de hak denilir ki bunun çoğulu hukuktur. Her hakkın karşılığında bir vazife vardır. Hakk'a kuvvet galip gelemez. Tasavvufta Hakk, Cenâb-ı Hakk'a râcidir.

HAKÎKAT : Dörde ayrılan mertebelerden üçüncüsüdür. Bunlar şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifettir. Bunlardan birincisi avama mahsustur ki beden içindir. İkincisi, ha-vâssa aittir ki kâlb içindir. Üçüncüsü havassü'l-hasa aittir ki rûh içindir. Sonuncusu ise ehassü'l-havassü'l-hasa mahsustur ki Hak içindir. Lügatte bir şeyin aslı ve esasına, doğru ve gerçek olana denir. Hakâik ve hakâyık, hakîkat kelimesinin çoğuludur. Hakîkat hâli ile vasıflananlara hakîkat ehli denir ki tasavvufta kulun kendisinin fâil-i hakiki olmayıp ancak Hak Tealâ olduğunu kesin olarak bilmesi ve kendi beşerî sıfatlarından soyulup ilâhî sıfatlarla sıfatlanmasıdır. (Rûhsatları bırakıp azimetle amel etmek hakîkatın anahtarıdır) denilmiştir. (Tarîkat, tavrı hareketim; marifet, sermayem; hakîkat hâlimin ölçüsüdür) denildiğine göre, hakîkat, şeriatın semeresi ve belki de kendisidir. Rûhla ceset ve sütle kaymak bunun misalleridir.

HAKKE'L-YAKÎN : Kulun Hak'da fenâsı ve Hak ile ilmen, şuhuden ve kâlen bekâsı yerinde kullanılan bir tabirdir. Yalnız ilmen bekâsı Hakke'l-yakîn olmaz. Her akıllının ölümü bilmesi ilme'l-yakîndır. Melâikeyi müşahedeye başlayınca (gaybe âşina olunca) Ayne'l-yakîn, ölümü, fenâyı tadınca da Hakke'l-yakîn hâsıl olur. Bazıları (ilmi yakîn; zahir şerîattır); Ayne'l-yakîn şerîatte ihlâstır. Hakke'l-ya-kîn, şerîatta hakîkati müşahededir) demişlerdir.

HÂL : İçinde bulunulan zamana ve değişmeye, bir şekilden başka şekle dönmeye denir.

Sofiye lisanında ise, çalışmadan ve riyasız olarak kâl-be dolan mânâ, cezbe, baygınlık, coşkunluk gibi mânevi keyfiyetlere denilir. Hâl ile makam arasında fark vardır. Hâl kulun dahli ve kastı olmaksızın meydana gelen, Allah vergisi olan; makam ise çalışılarak elde edilen şeye denilir. Makam sahibi makamında değişmeden durur, hâl sahibi ise hâlinde değişik ve renkten renge giricidir. Keşif ve ihsandaki değişikliklere (hâli reka) genişlik, bolluk, hâli, mü-câhede ve cezâ makamlarındaki değişikliklere ise şiddet hâli denilir.

HALVET : Yalnızlık, tek başına bir yere çekilme, tenhada oturma mânâlarına gelir. Tasavvufta, kâlbi bâtıl itikatlardan boşaltmak mânâsınadır. Hadîs-i Kutsîde (Ey Davud, benim için bir ev boşalt ki ben orada olayım) buyurulmuştur. Kaşanî: Sülûkun hakîkati; kâlbi ağyâr düşüncesinden (mâsiva) boşaltmaktır. Bu da beş duygu kapılarını boşaltmakla olur, demiştir.

Şeyhin emir ve tensibi ile mürîdin dar ve loş bir yere çekilip ibadet ve riyazetle uğraşması demektir ki, ekseriya kırk gün sürdüğü için (erbaîn), meşakkatli olduğundan çile, Hakk'a yaklaştırdığından veya Hakk'a ulaştırdığından, Seyr-i Sülûk da denilmiştir. Bunlarla eş anlamlıdır.

HALVET DER ENCÜMEN : Nakşî tarîkinin onbir kâ-idesinden biri olup, topluluk içinde oturduğu halde, gönlünü Hakk'a bağlayıp zâhirini halka vermektir. Yani uzlet ve halvet hallerine bâtında ulaşmaktır. Topluluk içinde iken bile yalnız olma, gönlü halvette tutma demektir. (Zâhiri halk, bâtını da Hak ile meşgul etme) diye de tarifi yapılmıştır.

HAMD : Nimet mukabilinde Cenâb-ı Hakk'ı senâ yani şânına yakışan şekilde öğmektir ki Kur'an'ın başı, Seb'ül -Mesâni denilen Fâtiha Sûresi'nde beyan edildiği gibi, Elhamdülillah demektir. Elhamdülillah demek hamdetmenin en güzelidir. Hamd, lisanla öğmek, kâlble sevmek, beden ve âzâ ile hizmet etmektir. Hadîs-i şerîfte (Hamd şükrün başıdır) (Allah'a hamdetmeyen şükretmiş olmaz) (Zikrin efdali Allah'a hamddir) (Nimete hamdetmek o nimeti zevalden korur) (Cennete davet edilenlerin evveli her hâlinde Cenâb-ı Hakk'a hamdedenlerdir) buyrulmuştur.

Şükür ise, Allah'ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmak ve elhamdülillah demektir.

HAMSE-İ ÂL-İ ABÂ : Bkz. Âl-i Resûl (Hams) beş demektir. Abâ altındaki beş kişi demektir.

HÂNİKÂH : Tekke mânâsına gelen Farsça Han-gâh'dan. Büyük tekke demektir. Küçüğüne zâviye, vasatına da dergâh denilir.

HAŞYET : Dehşete düşmek demektir ki ilâhî tecellîye ilk defa mazhar olanların tabiî hâlidir. (Cenâb-ı Hakk'ın kullarından ancak âlimler kendisinden haşyet eder) âyet-i kerîmesine göre, âlimlerin amelinin şartıdır.

Haşyet bazan gelecekteki sevimsiz bir iş korkusundan, bazan da Cenâb-ı Hakk'ın azametini marifetle olur. Bunlara rehbet ve haşyet de denilir. Azâba lâyık olacak şeyleri terkedene korku sahibi denilir. Korku üç kısımdır. 1- İmanın şartı olan korku, 2- İlim icabı olan korku, 3- Marifet sahiplerine has ve heybet şeklindeki korkudur. Hira dönüşü, Cebrail A.S.ı ilk defa görünce, Peygamberimizin korkusu, şüphesiz haşyettir.

HÂTIR-HAVÂTIR : Kâlbe gelen ve hitap nevinden olan şeye denir. Bir şey kâlbe gelir de derhal geçerse (Hacis), biraz durur da geçerse (Vacis), fazlaca durursa (Hâ-tır), kâlpte devamlı dururda geçmezse (Fikr) adını alır. Kâlbe gelen hatıralar dört kısımdır: 1- Hâtır-ı ilâhî'dir ki, velîlerin kâlbine gelen ilmi ilham mânâsınadır. 2- Hâtır-ı melektir. Bunun eseri, taatlara teşvik ve yasaklardan sakındırmaktır. 3- Hâtır-ı şeytanîdir ki günaha davet ettiği için Eûzü Besmele çekip istiğfar gerekir. 4- Hâtır-ı nefstir. Bu da bâtında nefsin yasaklardan istediğine çekme hareketidir. Bu hâtıratın en kuvvetlisidir. Nefis, arzusundan hiç vazgeçmeden devamlı surette iğva eder. Şeytan ise gelince yaptıramazsa israr etmeyip bu arzusundan vazgeçip başka bir yolla yaptırmayı dener. Nefsani havâtır, mür-şîdin râbıtası bereketi ile def edilebilir. Yiyip giydiğinde haram karışık olan ilham ile vesvası ayıramaz.

HAVF : Korku demektir ki, Haşyet maddesinde anlatılmıştır. Korku ancak Allah'dan korkmaktır.

HAYY : Diri, canlı mânâsına ilâhî sıfattır. Bekâya ulaşan sâlik, Allah'ın Hayy sıfatı ile diri olup bekâ sıfatı ile bâki ve diğer sıfatlarına da boyanmıştır.

HAYÂ : Kötüyü  terk ve iyiyi işlemeye sevkeden bir huydur. Hayâ, çekinip utanmak demektir. Ve iki kısımdır. 1- Hayâ-i Nefsanidir ki, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı tabii ha-yâdır. Bu hayâ, sahibini halk arasında ayıp sayılan şeyleri işlemekten men eder. 2- Hayâ-i îmanîdir. Bu da mü'mini Allah korkusu sebebiyle günahlardan meneder. Hadîste "Her dinin bir huyu vardır, islâmın huyu hayâdır", Geçen Peygamberlerin genel sözüdür; "Utanmazsan istediğini yap" buyurulmuştur. Hadîs-i Kutsîde "ey kulum, benden utandığın müddetçe ayıplarını halka, günahlarını da günah işlediğin yerlere unuttururum. Levh-i mahfuzdan zellelerini giderir ve kıyamet gününde hesap sırasında seninle münakaşa yapmam" buyurulmuş, Cenâb-ı Hakk'ın hayâsı olandan haklarını aramayacağını bildirmiştir. Yine diğer bir hadîste "Hayâ îmandandır" buyrulmuştur. Yine "Hayrın tamamı hayâdadır" hadîsi rivayet edilmiştir. Hz. Aişe Validemiz "Ensar kadınları ne iyi kadınlardır ki ha-yâları onları din işlerini sormaktan alıkoymuyor" demiştir. Bu mânâya "Dinde, utanma yoktur" hadîs-i şerîfi ifade edilmiştir. Diğer bir hadîste "Halktan utanmayan Allah'dan da utanmaz" buyurulmuştur.

HAYAT : Dirilik, canlılık, yaşama ve sağlık mânâla-rına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın (Hayy) ismi, (Hayât) da sıfatıdır. İnsanların hayatının gayesi ebedi hayat nimetine ulaşmaya gayrettir. Cenâb-ı Hak, ilimsiz kâlbi ölü, ilmi de hayat, ilmin sebeplerini de nûr olarak beyan etmiştir. Ha-yâtın üç derecesi vardır: 1- Hayât-ı ilimdir ki, kâlbin cehalet ölümünden kurtulup ilimle hayata kavuşmasıdır. Zira kâlbin hayatı ilimdir. 2- Hayât-ı Cemidir ki kâlbin tefrika ve nifak ölümünden kurtulup himmeti toplaması ve havâtırı defetmesidir. 3- Hayât-ı Hak'tır ki vücut hayatı demektir. Bu da kulun fenâ ve bekâ nimetlerine ermesi demektir.

HEVÂ - HEVES : Nefsin istek ve düşkünlükleri, nefsin zarar ve günaha çeken arzuları, nefsânî emeller ve bâtıla meyiller demek olup çoğulu hevesâttır. Amel ve yoldan alıkoyan her hâl hevâ ve heves tâbiri içine girer.

HİKMET : İlim ve amelin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir sıfattır. Bilmeyen ve bilgisi ile amel etmeyen hakîm (hikmet erbabı) olamaz.

İlim, adalet ve hilmin birleşmesinden doğar. Bir şeyin hakîkatını anlamaya da hikmet denilir. Adaba, ahlâka, mev'izalara ait belagatli sözlerle fıkralara da hikmet denilir. Eşyanın hakîkatlarından bahseden ilmin adıdır. (Yunanlıların hikmeti nefsü hevânın haberi, îmânlıların hikmeti ise, Peygamberin buyruğudur) vezicesi söylenmiştir. Hikmet üç kısımdır: 1- Hikmet-i ilâhîyedir. 2- Şerîat ve tarîkat ilimleridir ki bütün insanlara şerîat, kabul edenlere de tarîkat ilmi bildirilmiştir. 3- Aslından haber verilmeyen ve avâma asla bahsedilmeyen hakîkat ilmidir. Hak'ka tâ'ate, fıkıh ve dine, verâ ve takvâya, aklın isabetli reyine ve emr-i ilâhîde tefekküre de hikmet denir. Hadîsde (Hikmet mü'minin yitiğidir, nerede bulursa alır) buyurulmuştur.

HİMMET : Kâlbin dilemesi ve yönelmesi demektir. Mecazen lütuf, kerem, mürüvvet ve ihsan demektir. Mürîde hizmet ve teslimiyet, mürşîde de himmet gerekir. Kâlbin bütün kuvveti ile bir hâcete yönelmesi... Kullanılmakta olan mânâsı ile, şeyhin mürîde mânevî yardım, feyiz ve lütuflarına denilmektedir. (Himmet-i rical taklatü'l-cibal) büyüklerin himmeti dağları devirir mânâsına ve yerindedir. Çünkü, dağ gibi günahları erittiği gibi, Kaf Dağı gibi aşılmaz geçitleri de himmetle aşmak mümkündür. (Baba himmet, oğul hizmet) meşhur olmuş bir tarîkat âdâbının ifadesidir.

HUMÂ : Devlet kuşu. Boz renkli, küçük bir kuş olup kimin başına konarsa onu devlete ulaştırdığı -mecazen- ifade edilir. Ankâ ile de ilgilendirilip karıştırılmıştır.

HÛŞ DER DEM : Nakşî tâbirlerindendir. Istılahta, sâlikin her nefesinde âgâh olması, gaflette bulunmaması demektir. İsm-i Celâl ve İsm-i Azam olan Allah lafzındaki (HA) her nefes sahibinin (Bilsin bilmesin) mecburen yaptığı zikirdir. Allah'daki Elif Lâm tarif içindir. Lâm'ın ikiliği, ta'zîmin şiddetli olması içindir. İşte, asıl lafza-i Celâl nefeslerde cereyan eden Hu (Ha) dır ki bunun tekrarı ve zikri olmazsa hiçbir canlı hayatta olamaz. İşte, tarîkat zarûrî ve gafletle olan bu zikri, isteyip âgâhlıkla yapmanın yolu, Hûş der dem de bunun irfanıdır.

HUŞÛ - HUZÛ : Alçak gönüllülük ile hareket etmektir. İnsanın kendi nefsini hakîr görmesi, aşağı ve hor telâkki etmesi olup tevâzû ile eş mânâyadır. İyi ahlâkın eseri,  tevâzûdur. Huzû, Hakk'a baş eğmek ve itaat göstermek,  tevâzû ise Rabb'e teslim olup hükme itirazdan çekinmektir. Dinde en evvel kaybolan şey huşûdur. Huşû sahibi olana nefs ve şeytan yaklaşamaz. Huşû alâmetlerinden birincisi, herhangi bir sebeple öfkelendirilen, reyine muhalefet edilen veya sözü reddolunan kimsenin kendi nefsi için müteessir olmayıp hak ve hakîkat neyse onu kabule hazır olmasıdır. Huşûu olanın âzâsı sakin olur. Bu sebeple huşûu olanlar hızlı ve telaşlı hareket etmezler. En üstün huşû, namazda yapılanıdır. Bir hadîste (Namaz ancak huzur-u kâlbledir) buyurulmuştur.

HÜZÜN : Gam, keder ve gussa yerinde kullanılır ve sürurun, sevincin zıddıdır. İbadetsiz ve isyanla geçen ömre teessüf etmek, acımak demektir. Hüzün, insan kâlbini gaflet vâdilerinde perakende ve perişan olmaktan muhafaza eder. Hüzün sahibi olmayan sâlikin yıllarca sökemeyeceği mânevi mesafeleri, hüzün sahibi az zamanda alıverir. (Allah hazin kâlbleri sever) hadîs-i şerîfi mervidir. (Mü'mi-nin amel sayfasında bulacağı hasenâtın en ziyade faydalı olanı hüzündür; herbir şeyin zekâtı olduğu gibi, hüzün de aklın zekâtıdır) denilmiştir.

Bu hüzün ise, avâmın ve avâmî sebeplerin hüznü değil, havassın hüznü ise, kâlplerin Cenâb-ı Hakk'ın şuhû-dundan gafleti ve mâsivâya meyli ile, Hasların Hası ile Nebîlerin hüznü de ümmet hakkındaki hüzündür.

İBÂDET : Allah'ın emirlerini O'nun emrettiği gibi yapmaktır. İbâdet, kul olma dolayısıyla yapmamız gereken vazifelerdir. İnsanlar ibâdet hususunda dört kısımdır: 1- Cennet için ibâdet edenler ki bunlara taciran, 2- Cehennem korkusundan ibâdet edenler ki bunlara bendegân, 3- Hak'dan utanarak ibâdet edenler ki bunlara sâdıkân, 4- Hak rızası için ibâdet edenler ki bunlara da âşıkân denilir.

Külfet ve meşakkatle, havfi reca ile yapılan kulluğa ibadet denir. Külfetsiz ve meşakkatsiz, havfsiz ve meşakkatsiz yapılan kulluğa da Ubûdiyet denilir ki havassın yaptığıdır. Avâm ise ibâdet ehlidir.

İHLÂS : Bir şeyi, herhangi bir işi, güzel bir niyetle ve saf bir kâlble yapmaktır. Böyle bir hâle hulûs da denilir. Yapılan vazifelerin kıymeti ihlâsı nisbetindedir. İhlâsın zıddı riyâdır ki, gösteriş ve maddi bir fayda için iş yapmaktır. Böyle bir amelin değeri yoktur. (40 gün ihlâs ile amel edenlerin lisanından hikmet çeşmeleri akacağı) Peygamber lisanından bildirilmiştir.

İhlâs, Hak dururken halkı düşünmekten, sadâkat da, nefse pay vermekten kaçınmaktır.

İhlâs, riyâ ve şirkten tam kurtuluştur.

İHSAN : Kerem, bağış, cûd, sehâ ve cömertlik ve lütufta bulunmak mânâlarına gelir. Istılahda ise, (İhsan, senin Cenâb-ı Hakk'ı görürcesine ibadet etmekliğindir. Zira, sen Onu görmezsen de o seni görür) hadîs-i şerîfi gereğince ibadet ve muamelelerinde ihlâs üzere hareket etmektir.

İHVÂN : Arapça'da kardeş demek olan Ahi'nin çoğuludur, kardeşler demektir. Bu mânâya âhî ve ahiyân da denilmiştir. Müslümanlar, hadîs-i şerîf gereğince, birbirlerinin kardeşidir. İhvân, aynı tarîkata mensup olanlara denilir ve bu tabir çok yaygındır.

İLHAM : İlâhî feyz yoluyla kâlbe ilkâ olunan şey demektir. Bir ârif, irfan makamında kemâle erdiğinde, Ce-nâb-ı Hak'tan vasıtasız ilim alır. Mânâ levhalarında yazılan esrar ilmini öğrenip esrarını anlar, bağını çözer, tılsımını açar, esma ve sıfatlarını bilir. Halk bu ilme ilham tâbir eder.

İlham, şerîatta delil sayılmaz ama tasavvuf ehli için hazînedir.

İLİM : Allah'ın sıfatı, aşktan sonraki en büyük esmâ-sıdır. Allah'ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Gizli veya açık, olmuş veya olacak herşeyi lâyıkıyla bilen odur. Peygamberimize de âlemî amâ'da zâhir bâtın her şeyi bildirmiştir. Buna rağmen Allah'ın ilmi yanında Habîbinin ilmi, denize nisbetle bir damla gibidir. Diğer bütün mahlûkatın ilmi de Habîbinin ilmi yanında öylece denize nisbetle bir damladır. İnsan-ı kâmilin ilmi de, Cenâb-ı Hakk'ın bütün esmâsı ile suvarılıp ilim sıfatını iktisap ettiğinden, Peygamber ilminin vârisidir.

(Bir adam, ilim sebebiyle mutlak insandır, ilmi olmayan ise mutlak hayvan oldu. İlimsiz amel mutlak cehalet olur. Ey can, cehaletle Hakk'ı bulmak olmaz.)

(Kim amelden başka şey için, kibir ve cidal için ilim öğrenirse, câhil ondan iyidir. Git bir ilmi ara ki o ilim kâlbini açıp sana Hüdâ nurlarını açıklasın.)

İlim, aklî ve naklî namıyla ikidir. Aklîsi üç çeşittir: 1- Makbul olanlar, sağlık ve ferâiz ilimleri ki lüzumuna göre farz-ı kifaye ve farz-ı ayın olur. 2- Şerîatça reddedilenler, sihir, simyâ, reml, tılsım, hokkabazlık vs. gibi. 3- Mübah ve icabında vâcip olanlar ki hesap, hendese, heyet, astronomi), kelâm, eş'ar (Edebiyat), tarih ve sair fizîkî ve felsefî ilimler gibi.

Naklî ilimler de Mükâşefe ve Muamele olarak ikiye ayrılır. Muamele kısmı da, 1- Usul ki, Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas (Edille-i şer'iye), 2- Fürû, ki, ibâdet, muamelât, münâkehât, ukûbat gibilerine Fıkıh denir. Ahiret işlerine taalluk ederse ona da Tasavvuf, ahval-i kulûb ve ahlâk denilir. 3- Mukaddimat ki, sarf, nahv, maâni, beyan, bedî, gibi âlet ilimleridir. Bunlar hadîs, tefsîr ve fıkıh gibi yüksek ilimlerin âletleridir. 4- Mütemmimattır ki ikiye ayrılır: 1- Kur'an-ı Kerim'e aittir. Kur'an'ın lafzına ait olursa (kıraat, mehariç ve sıfât-ı hurûf), mânâsına ait olursa Tefsir ve te'vil denir. Hükümlerine ait olursa, nâsih, mensuh, has, celî, hafî, hakîkat, mecaz, kinâye, mücmel ve müfesser denir. Bunların tamamı usul-i fıkıhtır. 2- Eserlere aittir ki rivayet ilminin ricalin isim, sıfat, adalet ve sair hallerini bildirir. Naklî ilmin ikinci kısmı ise, ilm-i mükâşefe (Keşf ilmidir) ki Ledünnî ve Vicdanî olarak iki çeşittir.

Şerîat ilimleri nakil ve hüküm çıkarma bakımından da dört kısımdır. 1- Nakle ait olarlar, a- İlm-i kıraat, b- İlm-i rivayet-i hadîs, 2- Menkul, kelâm-ı ilâhî ise Kur'an tefsîri, Kelâm-ı Resûl ise, Dirâyet-i hadis adını alır. 3- Menkul olan delillerle izah ediliyor ve mezheplere ait ise, Usul-i Din veya Kelâm İlmi, fiillere ait ise fıkıh denir. 4- Kitap ve sünnetten hüküm çıkarma ilmine de Usûl-i Fıkıh denir.

Hadîs-i şerîfe göre, cehalet karanlığında yaratılan insanları karanlıklar cehaletinden ilim aydınlığına çıkarmak için hidayet nûru ile gönderilen peygamberler, ümmetlerine iki türlü miras bırakmışlardır: 1- Zâhir, 2- Bâtın ilimleri. Zâhir ilmi: (Kitap, sünnet, tefsîr, fıkıh, ahbar, asar) ve bunlara tâbi olan ilim dal ve kollarıdır. 2- İlm-i bâtın ise, gayb âleminden Peygamberin rûh-u âlîsine dolan ilâhî ilimlerdir. Bu ilimler, nübüvvet sadrından Muhammediye cevherlerinin mahzen ve kasası olan Sadr-ı Ebûbekir'e dökülmüş ve ondan da dünyanın sonuna kadar gelecek bütün tâliplerin kâlplerine dökülecektir. Bu yüksek ve ilâhî ilimler, îman ve ikan, islâm ve ihsan, tevbe ve âyân, müşahede ve mükâ-şefe, tevhid ve tecellî, makâmat ve ahvâl, grub ve buut, fenâ ve bekâ, sekir ve sahiv gibi ilimlerdir. Tarîkat, hakîkat ve ma'rifet bu ilimlerdir. İlim, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı olması sebebiyle kâinatın canı ve mü'minlerin îmân mayasıdır.

İnsanların saadet ve serveti ilimle ölçülür. İlim sahibini tehlike ve fenâlıklardan muhafaza eder. Âhirete sahibi ile beraber gider, harcadıkça çoğalır. Ancak, ilim ameli gerektirir. İlmi ile amel eden ise bütün iyilikleri toplamış, Cenâb-ı Hakk'ın her lütfunu celbetmiştir. Amelsiz ilim bir yük olduğu gibi, ihlâssız amel de sadece meşakkattir. İlmi ile âmil ve her türlü kemâlle süslenmiş olan âlimler ise vâris-i enbiyâ olan mürşîdlerdir. İlim hakkındaki hadîs-i şerîflerden birkaç tanesi ile bahsimizi bağlıyoruz. (Câhiller arasında ilim tâlibi, ölüler arasındaki diri gibidir), (ilim benim mîrasımdır, benden evel geçen bütün peygamberlerin de mîrasıdır. Kim bana vâris olursa âhirette benimle beraberdir), (İlmi talep etmek her müslümana farzdır), (İlmiyle faydalanan bir âlim, bin âbidden hayırlıdır), (İlim amelden hayırlıdır), (İlim hazinedir anahtarı da sualdir).

ÎMAN : İnanmak, itikad etmek demektir. Kâlb ile tasdik dil ile ikrar etmek demektir. Sofiye istilâhında îmân, bakâdan ibarettir. İlmî delillerle hâsıl olan îmana (Îman-ı istidlâlî), mü'mine hasıl olan yakîn ile olursa (Îman-ı yakî-ni), Hakk'ı zevkan şuhud etmekten olursa (Îman-ı şuhûdî), Hak ile tahakkuk ederse buna da (Îman-ı huzûrî) denir. Son üç îman şekli ancak sülûk ile elde edilir.

İNÂBE : İnâbe, Cenâb-ı Hakk'a rücû (dönmek) demektir. Tevbeden farkı şöyledir: Tevbe, Hakk'ın emrine muhalefettin muvafakata, inâbe ise, Hakk'ın emrine muvafakati varken Hakk'a rücu mânâsınadır ve tevbeden büyük ve daha şümullüdür. Tevbe üç kısımdır: 1- Tevbe, 2- İnâbe, 3- Evbe. Tevbe Cenâb-ı Hak'tan korkanlar için, İnabe Cenâb-ı Hak'tan ümid edenler için, Evbe ise Ce-nâb-ı Hakk'ın emirlerine uyanlar içindir.

İnâbe, tarîkata girmeye, el tutmaya, teslim olmaya denir. Bîat, mübâya'a, muâhede ve Şeyh açısından bakınca da telkin şeklinde de ifade edilir.

İNSAN : Rûhla cisimden meydana gelen ve beşer de denilen nâdir ve acâib yaratılış halitasıdır. Bedeni topraktan (Toprak, su, hava ve ateş) yaratılmış, ilâhî nûrdan gelen rûhla bu bedenin birleşmesinden hâsıl olmuştur. Yaratılış itibariyle şerre meyilli ise de, hidayete uyanlar da meleklerden yükseğe çıkarılmıştır. Tîn Sûresinde (Ben azîmü'ş-şan, insanı ahsen-i takvimde yarattım. Sonra esfel-i safilîne reddeyledim. Şu kadar ki, îman edip iyi ameller işleyenleri bundan müstesnadır) buyurulmuştur. Şu sebeple, insanlardan bir kısmı meleklerden efdal olmuş, diğer kısmı ise behîmiyet çukurlarına dalıp hayvandan alçak olmuştur.

Bir beyitte şöyle denir: (Hadîsle bildirildi ki, Allah âlemin halkını üç türden yarattı. Bir fırkası için akıl, ilim ve cûd (cömertlik) hâkimdir ki bunlar melekler olup secde ve tâzim ehlidir. Diğer bir gurubu ilmin dışındadır. İşleri yiyip içmek olup bunlar hayvanlardır. Bir ücüncü gurup ise Âdemoğlu ve beşerdir. Bunların yarısı melekten, yarısı da eşektendir. Eşekten olan süflîye, melekten olanlar da ulvîye meyleder.

Bir diğer hadîs meâli şöyledir: (Cenâb-ı Hak melekleri yaratıp onlarda aklı, hayvanları yaratıp onlarda şehveti (nefsin arzuları), Âdemoğlunu yaratıp onlarda da akıl ile şehveti birleştirdi. Bunlardan aklı şehvetine galip olanı meleklerden efdaldir; şehveti aklına galip olanlar da hayvanlardan aşağılık olmuştur.) İnsan cemâl ve celâl sıfatlarının mazharı olup, biri mü'min diğeri de kâfirdir. Yine insanoğlu, kendisine verilen cüz'î irâde ile ya bal arısı gibi şifalı bal yapan mü'min, yahut da yılan gibi zehir taşıyan kâfirdir.

Beşer mertebeleri üç kısımdır: 1- Süflî ve noksan mertebeli zâlim nefisliler, 2- Orta tabakada bulunan tarîkat ehli, 3- Yüksek tabakada bulunan hakîkat vasıllarıdır. Bunlara sâbikûn, mukarreb denildiği gibi insan-ı kâmil de denilir. Kemâl ehlinin seçilmişleri mürşîdler olup bunların tamamının başkanına -bütün kemâlleri topluca nefsinde bulundurduğundan- İnsanı Kâmil denilir.

"Evliyâya eğri bakma

Kevni mekân elindedir

Sen onu şöyle bil ki

Herbir imkân elindedir"

İnsan-ı Kâmil, şerîat, tarîkat ve hakîkatte tamam olandır. İnsan-ı Kâmilde dört şey tamamlanmıştır: İyi sözler, iyi işler, iyi huylar ve iyi bilgiler. Bütün sâliklerin gayesi de zâten budur. İnsan-ı Kâmilin isimleri çoktur: Şeyh, Pîşva, Hâdî, Mehdî, Dânâ-i Kâmil, Mükemmil, Bâliğ, Câm-ı Cihannümâ (Cihanı gösteren küre), Tiryâk-ı Ekber (En büyük panzehir), İksîr-i A'zam (Her derdin tesirli devası), Hz. Îsa, Hz. Süleyman vs. Çünkü Kâmil Allah'ı anlayıp ve Allah'a ermiştir. İnsan-ı Kâmil, halkı kemâle eriştirip hidayete ulaştırmak işi ile vazifeli olduğundan, bu vazife ve işi rahmetin tâ kendisidir. Bu sebeple de Allah'ın sûreti ve vekili, Resûlünün de halîfesidir.

İRÂDE : Dilemek, arzu etmek demektir. Bir şeyi yapmak veya yapmamak gücüdür. Cenâb-ı Hak irâde sahibidir, irâdesi ve hükmü her şeyi kuşatmıştır. İrâde-i İlâhîsî kâinattır, bu aynı zamanda küllî irâdenin tezahürüdür. Allah tarafından insana verilen sorumlu ve sınırlı irâdeye de irâde-i cüz'iye denir. Mürîd ise irâdesinden soyunandır. Zira vücuda gelen her şey Hakk'ın muradıdır. Dünya tâlipleri mâl ile câha (mevki) meyleder. Ukbâ tâlipleri hûri ve cennet ister. Cenâb-ı Hakk'ı aramak üzere yola çıkanlar ise, dergâh-ı Hüdâ'nın mukarrebleridir.

İRFAN : Bilmek, fıtrî istidatla ve zerafetle tefekkür edip bilmek mânâsınadır.

Sofiyede tevhid ilmini zevk edinmek, ilm-i ledünle hâsıl olan ilim, Rabbanî kemâl ve ilim veya ârifin mârifetidir. Bu ilim, (Şuhûd, zevk ve tahakkuktan ibarettir), tahsil ile elde edilmez, vehbîdir, mürşîdin lütuf ve ihsanıdır.

İSTİĞRAK : Kâlbi dünya gâilelerinden temizleyip Hakk'a bağlamak ve bunun neticesinde vecde gelerek kendini bilmeyecek durumda dalgın ve bîhûd olmaktır. Kuvvetli aşk hâlinin semeresi ve fenânın işaretidir.

İSTİKÂMET : Doğruluk demektir.

Bütün ahitlere uyma, yeme-içme, giyme ve din işlerinde vasata (orta dereceye) riayetle doğru yolu muhafaza etmektir.

Hûd Sûresi'nde (Sen emrolunduğun gibi istikâmet et) buyurulunca Peygamberimiz (Hûd Sûresi beni kocattı) demiştir. Diğer bir hadîste (Allah'a îmân ettim de, sonra da dosdoğru ol) buyrulmuştur. (İstikâmetin isteyicisi ol, kerâmeti isteyenlerden olma) denilmiştir. Zîra Rabbin senden istikâmet istemektedir.

Şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma'rifetin gayesi, meyvesi istikâmet sahibi olmaktır. Peygamberimiz (Kulun kâlbi müstakim olmadıkça, îmânı müstakim olmaz, lisanı müstakim olmadıkça kâlbi müstakim olmaz) buyurmuştur. Şair :

"Müstakim ol Hazret-i Allah utandırmaz seni" demiştir.

KÂBE KAVSEYN : Peygamber Efendimizin mi'rac-ı şerîflerinde, Sidretü'l-Münteha'dan sonra yalnız ve maddi araçsız gittiği mi'rac ve Cenâb-ı Allah ile yüzyüze konuşup cemalini gördüğü, (Yokluğumla geldim) diye mahviyet hediyesi takdim ederek, beş vakit namaz ve Ettahiyyatü hediyelerini alıp döndüğü (sırlar âlemi)... İsrâ Sûresi'nde (Birbirine iki yaydan daha yakın oldular) buyrulan hâlin adıdır ki Paşa Hazretleri, (İki çatma kaş gibi) teşbihi ile ifadelendirirdi. Sofiye ıstılahında velâyet seyirlerinden olan, isim ve sıfatlarda seyr demek olan Seyr-i fillah'a işarettir. Ev-Edna'da, vuslat ta denilen ve zâtta seyir olan seyr ki seyr-i âfâki'nin sonu olan varılacak son yer olup kavuşmanın hâsıl olması ve bekâ hâlinden ibarettir.

KABZ : Tutma, ele alma ve kavrama, amelde zorluk çekme ve kâlbi daralma hallerine denir. Zıddı Bast'dır. Orada izah edilmiştir.

KADEM : Ayak demektir. Rüsuh, bürhan mânâlarına da gelir. Sofiyede : Kâlbe gelen kemâl nûrunun eseri, nefse erişip onu tabiî ve süflî meylinden kurtarırsa, buna kadem denilir. İşte kâlbden nefse gelen ilâhî nûr şûlesi kademi Rabbü'l-İzze şeklinde tâbir olunur. Filânın kâlbi filânın kadem-i üzere denilince, Cenâb-ı Hak her ikisine de aynı şekilde tecellî etti demektir.

KAF : Arapça'da, Kaf ve Nun harfleri biraraya gelirse (Kün) emrini meydana getirir ki Türkçesi (Ol) demektir. Allah bir işin olmasını murad edince "Kün" şeklinde emreder ve o iş hemen olur. Allah'ın iradesine Kâf-u Nun veya Kün de denilir. (Fe-yekün) emri çıkınca da herşey yok olur. İşte kâinat "Kün" ve "Fe-yekün" arasındadır.

KÂLB : Cenâb-ı Hak, insanları iki aslın birleşmiş bir şekli olarak yarattı. Cisim veya beden ile kâlb. Rûhu mensubu bulunduğu yüksek âlemden ayırıp süflî âleme tenzil ederek beşeriyet gelini ile evlendirdi. Bu evlilikten iki çocuk doğdu ki birisi babasına uyarak asıl vatanını, ulvî âlemleri isteyen kâlb, diğeri de anasına uyarak süflî hazları isteyen nefistir.

Sol memenin altında çam kozalağı şeklinde bir et parçasıdır. Bu et parçasına yürek denilir. Yüreğin sivri ucunda buğday tanesine benzeyen bir siyah nokta vardır. Bu nokta iç âleminin güneşi, cihânın rûhu ve insan âleminin arşıdır ki adı (Cinan)dır. İnsan rûhunun başlangıcı, bedenin sultanı ve küllî aklın halîfesidir. Bu noktanın şânı görünüşünde değil sırrındadır. Onun sırrına eren beşeriyetten çıkıp melekût âlemine yükselmiştir. Gözlerin göremeyeceğini görüp ilâhî meclise dahil olmuştur. Bu nokta, ilk akıl ve mükemmel rûh olan en büyük noktanın karşısında kâmil insanın aynasıdır. İlâhî güneş ışığının mü'minin kâlbine aksettiricisidir. Hayvanî rûh uyurken o çalışıp görür ve bedenin diğer organlarının hayat ve canını teşkil eder. Yürekteki bu siyah noktanın akıl almaz sırrı insanın hakîkati ve rûh-u revânîsidir ki Allah'ın bir emridir bu.

Kâlb bir et parçası ise de, içi ilâhîdir, Allah'ı bilme ve sevme makâmıdır. Büyüklük ve şerefi bu özelliğindedir. Kâlb aynası cilâlı olursa onda ilâhî nûr ve sırlar belirir. Bu cilâ gerçek ilim, şerîatle amel ve iffet, takvâ, zikir ve murâ-kabedir. Böylece cilâlanıp temizlenen kâlb ise Allah'ın evidir.

Kâlb nûrani bir cevher olup iki yüzü vardır. Biri rûhlar âlemine diğeri de cisimler âlemine bakar. Rûhlar âle-minden aldığı füyûzâtı cisimler âlemine nakleder. Cenâb-ı Hakk'a yönelme ve mâsivâdan uzaklaşmakla cilâlanmış olur.

Kâlbin faziletleri şunlardır: 1- Cenâb-ı Hakk'ın nazargâdır. 2- Bütün beden ve kuvva (his ve kuvvetler) ve âzânın (organ) reîsidir. 3- Akıl, ma'rifet, ilim, niyet, îman, hikmet ve güzel ahlâkların kasa ve kalesidir. 4- Yaradılan bütün mevcudatın fazîletlisi ve genişidir ki (Yere göğe sığman mü'min kulumun kâlbine sığarım) hadîsi buna işarettir. 5- Bütün hâtıraların kaynağı ve hedefidir. 6- Yaralanan kâlbin tedavisi güçtür. Zira gözle görülmez ve hastalığı çoktur. Îmânın sıhhati, mü'minle münâfıkın farkı, ibâdet-lerin kabûlü, insanların insâniyeti kâlble meydana çıkar.

Kâlb havâtır ve hallerin kubbesi olup, ilâhî, melekî, şeytâni ve nefsânî bütün hâtıra ve haller bu kâlb kubbesine akseder. Yağmur gibi yağan ve oklar gibi atılan bütün hâtırat kâlbe hücum eder. Kâlb ibâdet ve malûmat aynasıdır. Bütün âzâ ile yapılan ibadetler ve bütün özelliklerle bilinen bilgiler kâlbde bulunur ve kâlb aynasında görülür. Kâlb, beşer hassalarına ait nehirler gibidir. Kâlb Cenâb-ı Hakk'ın tecellî yeri ve cilâlı aynasıdır.

Kâlbin zellesi kayıp, sürçmesi de, kasvet, kâlb katılığı ve küfürdür.

Kâlbin halleri de, arzuları kısmak, teennî, nasîhat, huşû ve tevâzûdur.

Kâlbin tabakaları da şunlandır: 1- Sadır ki, İslâm mahallidir. 2- Kâlb ki, îmân merkezidir. 3- Şagaf ki, muhabbet yeridir. 4- Fuâd ki, Cenâb-ı Hakk'ı rü'yet mahallidir. 5- Süveydâ ki, ilm-i ledünnî-yeridir. 6- Mihcetün ki, Cenâb-ı Hakk'ın cilvegâhıdır.

Kâlbin salâh ve cilâsı da şunlarla olur: 1- Âdâbına riâyetle Kur'an okumak. 2- Vasat derecede açlık. 3- Geceleri ibadet etmek, 4- Seherde Cenâb-ı Hakk'a yalvarmak. 5- İyi ve sâlih kimselerle düşüp kalkmak. 6- Helâl yemek.

Kâlbin ölümü de şu on şeyledir ki bunlar duânın da kabul olmamasının sebepleridir: 1- Cenâb-ı Hakk'ı bilip hakkını îfâ etmemek. 2- Kur'an okuyup gereğince amel etmemek. 3- Şeytanın düşmanlığını bildiği halde onunla dost olmak. 4- Hz. Muhammed'e muhabbet iddiası edip sünnetini işlememek. 5- Cenneti isteyip ona lâyık amel etmemek. 6- Cehennemden korkup günahtan sakınmamak. 7- Ölümü hak ve muhakkak bilip ölüme azık yapmamak. 8- Halkın ayıbıyla uğraşıp da kendi aybını görmemek. 9- Cenâb-ı Hakk'ın rızkını yiyip şükretmemek. 10- Ölüleri gömüp de ibret almamak.

Kâlb, âzâ ve kuvvâya amelle emreder. Onlar da amel yapıp sonucunu kâlbe bildirirler. Bu işlerin yapılmasını temin edecek nasîhat ve tenbîhleri yapar.

Kâlbin hastalığı, küfür, şirk ve nifaktır. Bu hastalıklara düşmeden yaşayabilmek, hastalık yakalamış ise tedavisini yapmak, ancak ve ancak mürşîdlerin kârıdır. Zira onlar kâlb ve gönül hastalıklarının doktorudurlar. Allah kâlb hâlini onlara bildirmiş ve tedavi ve islâh çareleri ile ilâç-larını onlara vermiştir.

KALEM : Cenâb-ı Hakk'ın yaratıkları olan kâinattaki olmuş ve olacak şeyleri Levh-i Mahfuz'a kaydeden kudret kalemidir. Sofiyede ise, Levh Allah'ın bilgisi, Kalem de onu görünür hâle getiren Allah'ın irâdesidir.

KÂLÛ BELÂ veya BEZM-İ ELEST : Elestü bi Rabbiküm maddesinde açıklanmıştır.

KÂMİL : Kemâl e ulaşan, olgunlaşıp yetişmiş olan demektir. Kemâl bütün üstünlük ve güzellikleri kendinde toplayıp noksanlıktan münezzeh olan Allah'a aittir. Seyir ve sülûk yolu ile fenâ ve bekâya ulaşan, Allah'ın sıfatları ile sıfatlanan insana da kâmil denir. Kâmil tekmil olmuş, kendisi kemâllenmiş olandır. Başkasını kemâle erdirmek ise, mükemmil olmaya bağlıdır. Seyrini tamamlayan da mükemmil olur ve başkalarını da kemâle  erdirir. Aslında başkalarını da kemâle ulaştırana Mürşîd-i Mükemmil denilir. Kâmil, insân-ı kâmil istilâhı ise, hem vasıl olana, hem de evliyânın başkanına denilmektedir.

"Aç basîret gözünü bak cihâna müddeî

Var mıdır dünyada bir can kâmil insandan leziz"

KANAAT : Kanaat öyle bir hassadır ki, helâli bile hırs ile kazanmaya ve bilhassa haramı sarfetmeye mânidir. Akıllı odur ki, güzel olan rızıkla kanaat eder. Güzel rızık ise, kazanılması dünya ve âhiret ölçüleriyle zararlı olmayan rızıktır. Halk içinde kanaat sahipleri, halka yardımı bol ve halktan istekleri az olanlardır.

KERÂMET : Evliyâullahdan hâsıl olan harikulâde hâl ve sözlere, âdet dışı meydana gelen olağanüstü hâdise-lere denilir. Lügat mânâsı ikram etmek demektir. Sâlih ve hakîki mü'minden tecellî edenin adı keramet, sâdık olmayanlarla fâsıklardan zuhûr eden harikalara istidrac denilir, sihir denilir. Kerâmet, şerîate bağlı kimselerin hâline has bir deyimdir. Her velîden zuhur eden kerâmet, bağlı bulunduğu peygamberin mucizesi sayılır.

Kerâmetin en üstünü, ibadete devam etmekte muvaffakiyet ve günahtan korunmaktaki titizliktir. Keramet iki kısımdır. Biri maddeye ve maddenin şekillerine ait olanıdır ki buna keramet-i kevniye veya keramet-i hissiye denir. İkincisi ise, Rabbânî ilim ve irfâna ait olanlardır ki sihir ve istidrac bu kerametlerin şeklinde olmaz. Buna kerameti maneviye tabir olunur. Velîler kerameti icabedince izhar ederler ve olur olmaz zamanda göstermekten kaçınırlar ki bu hâli utanacak bir şeyle müsavi görüp erkeğin hayız görmesine benzeterek (Hayz-ı ricâl) derler.

KERÎM : Kerem sâhibi, ihsün sâhibi, izzet ve şeref sâhibi ki Allah'ın sıfat ve Kur'an-ı Kerim'in adıdır. Kerem, başkalarına geniş ihsan eden, sebepsiz ve garazsız başkalarına vermektir, bağıştır. (Keremin aslı nefsin haramdan sakınması ve mâlik olduğu şeyi herkese vermesidir) diye de tarif edilmiştir.

KESRET : Çokluk  demektir. Cenâb-ı Hakk'ın hadsiz hesapsız olan yaratıklarına verilen bir isimdir. Âlem maddesinde Kesret Âlemine Bkz.

KEVN : Hâdis yani sonradan var olan, varlığı bir başkasının varlığına bağlı bulunan varlıklar demek olup bütün kâinâtı ifade eder. İki kısım olup âlem-i gayb olanlar, sıfatlarla görünmeyen yaratıkları, âlem-i şehâdet olanlarla da göze görünüp bilinenleri anlatılmıştır.

KEVSER : Lügat olarak kıyâmete kadar gelecek olan Âl-i Resûl ile Allah ehli, iyilik ve hayırlar, bereket, çok hayır ve Kur'an, İslâm, hikmet ve cennet önünde bir havuz veya cennette bir ırmak, Ebter sözünün zıddıdır. Suyu kardan soğuk ve baldan tatlıdır. Havuzun sakîsi Hz. Âli Efendimiz olup bundan bir defa içen artık bir daha susamaz.

KILLET : Yokluk, maddî fakirlik, ihtiyaç içinde bunalma hâlidir. Tarîkat ehli, illet (dert), kıllet (yokluk) ve zillet (aşağılanma, hor ve hakir görünme)'ten birine veya tamamına mutlaka mübtelâ olur.

KUDÜM : Kademi yani ayağı ile gelme, teşrîf etme mânâsınadır. Büyükler hakkında kullanılır.

KURB : Yakınlık ve tâatli olma hâli mânâsındadır. Kulun Cenâb-ı Hakk'a yakın olma hâlidir. Aslında Cenâb-ı Hak saîd ve şakî herkese yakındır. Fakat nefsine uyan bu yakınlığı anlayamaz. Rûhuna uyan ise bu yakınlığı farz ve nâfileyle artırdıkça artırır ve Allah bu kulunun gören gözü, tutan eli olur. Kurb bu yakınlığın ifadesidir.

KUTB - KUTUB : Değirmen taşının üzerinde döndüğü demir mile denir ki, taşı çeviren, döndüren odur. Mânevi derecelerin en yükseğine ulaşan yerinde kullanılan bir tâbirdir. Her zaman Allah'ın nazargâhı olan zamanın biriciğidir. Cenâb-ı Hakk'ın esmâ ve sıfat tecellîlerinin tamamına mazhar olan, feyiz, tasarruf, ilim, zâhir ve bâtın onun kudretine tevdî edilmiştir. Evliyânın âmiri olan ve Kutub denilince kastedilen bu Kutbü'l-Aktab'dır. Vekîli Gavs-ı A'zam, üçüncü sıradaki ise Kutbü'l-İrşad'dır. Bunlardan başka daha çok kutublar vardır. Her tarîkatın da kutbu mevcuttur. 324.000 Evliyâdan ibaret ilâhî memuriyet devletinde kutub, her büyük teşkilâtın başkanı gibidir. Kutbü'l-Aktab'a ise, Hakîkat-ı Muhammediye, Ehadiyet-ül Ayn, İnsan-ı Kâmil gibi vasıflar verilmiş ve Cenâb-ı Hakk'ın seçilmişi ve Peygamberimizin halifesi de denilmiştir.

KUDSİYE : Kuds, paklık ve kâlbin temizliği demektir. Kamer Sûresi'nde, müttakîlerin cennette bulunacakları yüksek makama işaretle, (Muktedir bir melik indinde bulunan sâdıklara ait koltuklardadır) buyurarak Cenâb-ı Hakk'ın mukaddes ve azameti ile birlikte beyan edilmektedir. Kuddûs (Kusur ve noksanlıktan beri olan) ismi ve Mukaddes sıfatı ile kutsallık Allah'a aittir. İşte Allah'a ait pek Mukaddes olan şeylere Kudsiye tabir olunur. Kudsî âlem, kuvve-i kudsiye, kudsî makam gibi. Bu yüksek vasıfla vasıflanan kâmile de mukaddes insan. Kuddûs (Mukaddes olan) Allah'ın bu sıfatına boyanan mânâsına da kuddûsî denilir. Zamanının Kutbü'l-Aktabı olan Bor'lu Ahmed Kud-dîsî Baba bunlardandır.

KÜNTÜ KENZ : Gizli veya saklı hazîne demektir. Cenâb-ı Hak (Ben bir gizli hazîne idim, bilinmek için insi cinni yarattım) buyurmuştur. Hakk'ın zâtı ilâhîsini idrak mümkün değildir. Bunun dışında, Allah'ı bilip Allah'ı bulmaya da -mevcut kabiliyetleriyle- insanoğlu müsait yaratıldığından, gayret edip sebebine yapışarak Allah'ı bulması, Allah'ın (bilinmek istemesi) dir ki (nasibi olanlara Cenâb-ı Hak edasız artırsın ve nasibi olmayanlara da edasız halketsin.) Paşa Hz.

Kenz, Güncine, Hazine, İnci, Küntü kenz, Kenz-i mahfî gibi tâbirlerle bu gizli hazîneye yönelip arayarak bulmak kastedilmektedir.

KÜRSİ : Oturulan koltuk, makam, taht mânâlarında kullanılır ve âlem maddesinde anlatılmıştır.

LÂHUT : Ulûhiyetin sırları demektir. İnsana nâsut, Allah'a da Lâhut denildiği gibi rûha ve pek mukaddes ve gizli âlemlere de âlem-i Lâhut denilir.

LEDÜN : Gayb ilmi, ilâhî esrara vâkıf eden ve Allah vergisi olan bir ilimdir ki bâtın ilmi olup vehbîdir. Okumakla elde edilmez. Mürşîdin bir tasarrufu ve lütfudur. Peygamberlerin getirdiği ilimler iki çeşittir. Biri şerîat ilmi ki, bu ilim okuyup bellemekle öğrenilir ve yeter derecede bilmek herkese farzdır. Diğeri ise ilmi ledün denilen ilimdir ki, Hızır a.s.ın Hz. Musa'ya gösterdiği ve Kur'an'da anlatılan ilimdir. (İlm-i Ledün Sultanı) Cenâb-ı Kibriya'nın Habîbidir. Onun velîleri de derecelerine göre bu ilimden nasip almışlardır.

LETÂİF : Paşa Hazretleri Lütfun cem'idir (çoğuludur, diye) tarif etmiştir. Latîf duygular, cisimle ilgili olmayan, maddi olmayan, nûrani ve manevi duygular demektir. İnsanda on latîfe vardır. Âlem-i emre ait beş latîfe (Kâlb, rûh, sır, hafî, ahfâ) ve âlemî halka mensup da beş latîfe (su, toprak, hava, ateş ve nefis)dir. Bu on latîfe, cismani alâkaları yüzünden asıllarını unutmuş ve alâkalarını kesmiş gibi cehalete düştü. Bu on lâtife, insanı Allah'a götürecek hikmetlerdir. Bu hikmetleri yaratılış gayesine uygun bir düzen içinde temizleyip işletecek olan mütehassıs usta, Mürşîd-i Kâmil'dir. Onun için (Mürşîdsiz müşkil hallolmaz) demiştir Paşa Hazretleri.

Her letâif makamının arş üzerinde bir usûlü bir makamı vardır. O usûle erişemeyen letâif için fenâ makamı olmaz ve böylece de aslına dönüp ahseni takvîme ulaşamaz.

Kâlbin aslı, fiiller tecellîsi; rûhun aslı, sıfât-ı sübûtiye tecellîsi; sırrın aslı, şuûnat-ı zâtiye tecellîsi; hafînin aslı, sıfatı selbiye tecellîsi; ahfânın aslı da umum nurlar tecellîsidir.

Anâsır -da yazıldığı gibi- asıllarını bulunca velâyet tamamlanır ve en yüksek velâyete toprak aslı ulaşır. (Tevazu fetheder Fettah bâbını) der Paşa Hazretleri.

LEVH-İ MAHFÛZ - LEVHİ KALEM : Cenâb-ı Hakk'ın olmuş ve olacak bütün kâinat hâdiselerini ilm-i ezelisinde kudret kaleminde kaydettirdiği levha demektir.

(Kitab-ı Mübîn) ve (Nefs-i külliye) mânâsınadır diye kendi anlayacakları şekilde tarif etmiş büyükler. Levh dört kısımdır. 1- Levh-i kazâdır. Mahv u isbattan önce yaratılan ve (akl-ı evvel) denilen bir levhadır. Âlemin rûhu yerindedir. 2- Levh-i Kader. Levh-i kazanın tafsilâtı ve tamamının tertibi bu levhadadır. Âlemin kâlbi gibidir. Buna Levh,i Mahfuz denir. 3- Levh-i nefs-i cüz'iye-yi semaviye'dir. Bütün kainatta bulunan her şey şekil, mânâ ve miktariyle buraya yazılmış ve dünya seması olarak isimlendirilmiştir. Âlemin hayali denilir. 4- Âlem-i şehadette sûretleri kabul eden levh-i heyülâdır. Levhi kalem için Kalem maddesinde izah vardır.

LEVVÂME : Levm kınama demektir. Nefs-i Levvâme kendisini kınayan nefistir. Kötülükten geçememiştir, hatâ yapmaktan hâli olmadığından, gafleti sonunda yaptığı hataya pişman olan, kendisini suçlayıp hüzünlenen ve gözyaşı döken nefistir. Kendisini zâlimlerden saydığından feryad içindedir. (Nakşî mürîdleri seyr-i ilallaha kadar levvâmede kalır) buyurmuştur Paşa Hazretleri.

MAKAM : Evliyâullah'a ait çalışarak elde edilen menzil ve rütbe, durak veya konaklardır ki Hâl maddesinde anlatılmıştır. Velîlerin kabr-i şerîflerine de makam tabir edilir. Kabir veya türbede o evliyâ medfun olmadığı halde teberrüken yapılan türbe veya kabirlere de makam denilir.

MÂNÂ : İç, bâtın, öz, rûh, iç yüz, bir söz veya bir hâdiseden anlaşılan hususlarla rüyaya, uyku âlemine de mânâ denilir. Zâhirî, bâtınî ve batne mânâları mânânın mertebeleridir, dıştan içe doğru ilerleyen bir anlayış seyri gösterir. Mânâ gayb âlemindendir ve ledün, lâhut, rûh, sır ve madde üstü bir âleme mensuptur.

MA'RİFET : Bilme, hüner, ustalık, tuhaflık ve neticede irfan sahibinin yâni ârifin hâlleri mânâlarına gelir. Ma'rifet Hakk'ı Hak ile bilmektir. (Nefsini bilen Rabbini bilir) hadîs-i şerîfi gereğince nefsine ârif olan ve bu sûretle Hakk'a âşina olan kimse marifet ehlidir.

Bazıları, ma'rifeti, Cenâb-ı Hakk'ın sıfât-ı zâtiyesi ile sıfât-ı sübûtiyesini bilmektir demişlerdir. Kutsî hadîste (Ey Âdem oğlu, tevazu et ki beni bilesin, aç kal ki beni göresin, ibadetine devam et ki bana eresin) bir diğerinde ise (Nefsini bilen beni bildi, nefsini terkeden beni buldu, ey insan beni bilmek için nefsini bil) buyurulmuştur.

Bazan Hakk'ı bilenin dili tutulur, bazan da dili uzar. Bir kimse (Allah'dan başka Allah'ı bilen yoktur) derse doğrudur. Bir kimse de (Allah'dan başkasını bilmem) dese, bu da doğrudur. Marifet, esmânın hakîkatlerini, Cenâb-ı Hakk'ın eşyaya tecellîsini, insanın kendi nefsini vücuttaki noksanlık ve kemâli, Cenâb-ı Hakk'ın hitâbını, hayal ve hayal âlemlerini, dert ve ilâçlarını bilmektir. Bütün bu bilgiler mürşîde mahsustur.

Şerîat kulluk yapmayı emreder, emri cesededir. Tarî-kat, şerîata uyarak ahlâkı temizlemeyi emreder, emri nefsedir. Hakîkat ise Cenâb-ı Hakk'ı müşâhade mânâsında ihsan makamıdır ki emri kâlbedir. İşte bu üç çeşit emrin yapılmasından hâsıl olan hâle de (Marifet) denir ki rûha ait bir keyfiyettir.

MARZİYE : Mardiye - Nefsin hilâfet makâmı olan Râzi-ye ile Allah'dan razı olup da fenâ ve bekâ makamlarının sonuna gelen sâlikin (Ene'l-Hak) berzahından kurtulup Cenâb-ı Hakk'ı müşâhede ve müşâvere ettiği makamın adıdır. Şerîat ve Sünnete kemâliyle riâyet edip ahlâk-ı hamîdenin teşekkül ettiği yerdir. Kemâl tamam olmuştur. İrşad ile ilgili icazet bu makama hastır. Bu halde nefisten Allah da râzıdır. Vahdet makamıdır.

MÂSİVÂ : (Mâsivâllah) - Ondan gayrisi demektir. Allah'tan başka her şeye denir. Mânâ ehlini yolundan alıkoyan her şeyin adıdır. İster ilim, ister evlât, ister soy, ister makam ve mevki, ister muhit ve ahbab, isterse mal ve para olsun. Hatta hak sûretine bürünen ibadet ve işlerle nefis ve şeytanın yaldızlayıp örttüğü iyilikler olsun, Allah'a ulaşmaya engel oluyorlarsa mâsivadır, gayr'dır, yol kesici eşkiyâdır. Alâik (Alâkalar), mahlûkat ve mevcudatı kevniye (Yaratıkların tamamı) siva olmuş, mâsivâ olmuştur. Yabancı, yalancı ve düşman olmuştur.

MEÂD - MAAD : Âhiret âlemi mânâsına kullanılır ki akıl bu âleme inanırsa Akl-ı Meâd olur. Zıddı mebde'dir ki dünya ve dünya kuruluşudur . Mebde ve maad dünya ve âhiret demektir. Yevm-i maad denilince de kıyamet günü anlaşılır.

MEÂŞ - MAAŞ : Geçinilecek şey, dünyalık ve aylık mânâlarında kullanılan bu tâbir, sofiyede, yiyip içmeye, hazlara, sevdalara ve netice olarak dünyalık işlere denilir ki, akıl bu hâlin ilerisini fehmedemezse, insan seviyesinin altındadır.

MECAZ : Bir şeyin hakîkat mânâsı dışında kullanılan bir tâbirdir. Sofiyede, ilâhî murâdın dışında olan her şey mecazdır. Hakîkate götürmez. Asıl mânâ ve gâyenin dışındaki mânâ ve gâyelerdir.

MECZÛB : Cezbedilen tutulup çekilen demektir. İlâhî cezbe vasıtasıyla muhabbet yolcularından Allah'a doğru çekilenlere denilir. Bunlar fenâ ve sekir (manevi sarhoşluk) hallerinde olur.

Tarîkat ehli dört kısımdır: 1- Sâlik-i sırf - Bunlar nefsâniyetten kurtulamayanlar, 2- Meczûbû sırf - Bunlar, muhabbet deryasına dalmış kimseler olup  âteş-i aşka yanmış olduklarından cezbeden kurtulamamışlar, tarîkat hallerinden haberdar olamamışlardır. Bu iki sınıfa uyulmaz, yani bunlar mürşîd olamaz. Meczub-u sırf, akıl, teklif ve şuur dışı hallerin sahibidir. Bir bakıma sâde melekiyettir ki halkın meczub dediği bunlardır. Bunlar şuur ve aklını aşk ateşinde fedâ eden âşık meczublardır. 3- Sâlik ve Meczub - Bunlar da sekir hallerinin tamamını atamayanlardır. (Yani bekâbillah olamamışlardır.) Tam ayıklık hâline dönmediği için buna da uyulmaz. Ancak, rehberlik yapabilir. 4- Meczub ve sâliktir - Bunların cezbesi sülûktan önce olduğundan, temkin makâmına oturmuşlardır. Sekirden sonra tam sahiv (uyanıklık, şuurluluk) hâline dönmüş ve velâyetin bir makâmına oturmuşlardır. Kendisine uyulacak kimseler bu peygamber vârisleridir. Böylece, meczub, mürşîdin mecâzıdır. Cezbenin aslı da cezbe bahsinde izah edilmiştir.

MELÂMİ : Melâmi, bâtında olanı zâhire vurmayanlar şeklinde tarif edilenlerdir. Bunlar yaptıkları hayır ve hasenatla tâat ve ibadeti halka göstermeyip şerîatsiz işi de yapmazlar. Yalnız halk bunları amelsiz sanır. Bir başkası da melâmiliği (Yaptığı hayrı göstermeyen ve hiçbir şerri işlemeyendir.) şeklinde tarif etmiştir. Paşa Hazretleri (Melâ-milik bir tarîkat değildir, her tarîkatta melâmi meşrepli mürîd vardır) buyurmuştur.

MEŞÂYİH : Şeyh'in çoğuludur. Şeyhler mürşîdler demektir. Evliya ve mürşîd maddelerinde izahat vardır.

MEVT : Ölüm demektir. İki çeşit ölüm vardır. Biri rûhun bedenden -zâhir ve bâtında- alâkayı kesmesi, hayatiyetin yok olmasıdır. Diğer ölüm ise nefsânî hazları terketmektir. (Ölmeden evvel ölünüz), (Sizden biriniz ölmedikçe Rabbini görmez), (Hayât ancak ölümden sonradır) gibi hadîs-i şerîflerden anlaşıldığına göre, istekle ölüm, nefsani şehvet ve hazları mahvetmek ve onların baskısından kurtulmaktır. Kul ile Rabbi arasındaki kalın perde veya sağlam kale olan gaddar nefsin ıslahı ve hazlarının yok edilmesi Cenâb-ı Hakk'ı rü'yete kâfidir. (Allah yolunda katlolunan kimseye ölüler demeyiniz, belki onlar dirilerdir, lâkin siz onu bilmezsiniz.) Âyetini bu hâle yormuşlardır. Aşk ve muhabbet kılıcı ile şehîd olanlar bunlardır.

MUHABBET : Sevgi demektir. Garazsız ivazsız (kasıt ve karşılık) sevme. Böyle bir yüksek duygu, ancak yükseklerden gelir. Nitekim (Küntü kenzen mahfiyen) Hadîs-i şerîfinde Cenâb-ı Hak, (Ben bir gizli hazîne idim bilinmeyi murad ettim) buyurmuştur ki, Allah'ın bu iradesinin ilk defa tecellî ettiği ana (aşk)'da denmiş ve sevgi böylece en yüksek makamdan kâinatın her zerresine akseden bir lütuf olmuştur. Kelâmcılar, (Nefsin kemâlli bir şeye meyline muhabbet) demişlerdir. Muhabbetin hakîkati ise, bütün varlığını sevdiğine bağışlamaktır. Muhabbet kâlbde bulunan bir ateştir ki her pisliği yakar. (Sevenin sıfatlarının kaybolup sevilenin sıfatlarına bürünmektir.) diye de tarifi vardır. Muhabbet tarîkatın dört direğinden birisi, diğer üç direğin de aslıdır. (Muhabbeti olmayanda hayır yoktur) sözü bunu ifade eder. Seven sevdiğinin rızasına tâbi olup ona teslim olmalıdır. Bu muhabbetin ilk şartıdır ve zâhi-ridir. Muhabbetin bâtını ise sevdiğinde fânî olmaktır. Muhabbetin başı sevgi, ortası aşk, sonu da Fenâfillahdır.

Sâlih Baba iki mısra ile muhabbetin künhünü ne güzel ifade etmiştir:

"Muhabbetten murad ancak Muhammed hâsıl olmaktır.

Muhammedden murad şâhım visâle vâsıl olmaktır."

Muhabbet memat (ölüm) ın Mim'ini, hayatın Ha'sını, belânın Ba'sını, ilah'ın Ha'sını üzerinde toplamış olup hem sevileni hem de seveni kapsayıp ifade eder. Sevenler açısından muhabbet üç kısımdır: 1- Avâmın muhabbeti. Bunlar Peygamberimizin amellerine (şerîata) tâbi olup Allah'ın lütfuna nâil olurlar. 2- Havassın muhabbeti. Bunlarda Peygamberimizin ahlâkına tâbi olduklarından muhabbetleri hâlis ve bir karşılık beklemekten berîdir. 3- Ahassın muhabbet ki, bunlar Peygamberin hâline tâbi-dirler. Bu tarz muhabbetin kaynağı (Küntü kenzen mahfiyen) hadisi kutsisinden zuhur eden ilâhî cezbedir. Bu muhabbetin hakîkati, muhabbetin çekişi ile fâni, tek ve benzersiz olan sevgili ile bâki olmaktır.

Muhabbet sevilen bakımından da üç kısımdır. 1- Cenâb-ı Hakk'ın avama muhabbettidir. Rahmet ve gufranda bulunması ve fiil ve âyetleriyle tecellîsi demektir. 2- Havassa muhabbetdir. Bunlar ise celâl sıfatı ile tecellî edip ilâhî sıfat nurlariyle onların zulmânî sıfatlarını gizlemesidir. 3- Ahassa muhabbetidir. Onların zulmâni vücutlarını hakîki vücut nurları ile örtüp yavaş yavaş cezbelerle özellikler vermesidir. Böylece, sevgili, önce celâl ateşleri ile tecellî edip sevenlerdeki fani sıfatların hepsini yakar, sonra da cemâl nurlarıyla tecellî ederek onları kendilerinden fânî ve ilâhî sıfatlarla da bâkî kılar.

"Muhabbetten Muhammed olmuştur hâsıl

Muhammedsiz muhabbetten ne olur hâsıl."

MUHÂSEBE : Her gün nefsin yaptığı hayır ve şerri hesaplamak, amel ve davranışlarını hesaba çekmek demektir. (Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz) hadîs-i şerîfi gereğince, şerîat terazisini ele alıp amellerini bununla tartmaktır. Noksanı varsa bu noksanlığı gidermek ve kul hakkı varsa onu da eda etmek muhâ-sebenin şartlarıdır.

MUHİB : Seven, dost, hayrı isteyen ve bir kimsenin tarafını tutan mânâlarında kullanılır.

Tasavvufta ise, tarîkati, meşâyihi ve tarîkat ehlini sevenlere denir. Bunlar, tarîkata girmemiş fakat sevgi besleyen kimselerdir.

MURÂKABE : Dikkatle nazar etmek ve görüp kontrol etmek demektir ki ekseriyetle râbıta ve zikir hakkında ve onlara eş mânâda kullanılırsa da, işin aslı böyle değildir. Murâkabe kâlb ile Allah arasında bir hâldir. (Kâlbi kötü havâtırdan korumak, zâhir ve bâtında  Hakk'ı görmek) diye tarif edilmiştir. Allah'ın her şeyi görüp bilmekte olduğunu daima hatırlayıp hareketlerini ona göre yapma melekesidir. Murakabeye varmak şeklinde zikir ve ders yapmak hakkında mecazen söylenir ve ekseriyetle şeyhler için tabir edilir.

MÛTÛ KABLE ENTEMÛTÛ : (Ölmeden evvel ölünüz) hadîs-i şerîfidir. Fenâ, aşk, muhabbet, bekâ vs. maddelerinde anlatılmıştır.

MUTMAİNNE : Nefsin kâlb nûrları ile nurlanarak kötü huylardan kurtulup güzel huylarla süslenmesidir. Nefsin üzüntülerinin dindiği, itmi'nan (kâlbin emin olup gerçekten îman ettiği) için mutmainne denilmiştir. Îmân-ı kâmil hâsıl olduğundan Allah'ın (İrci'î) hitâbına mazhar olup keşif ve kerâmetlerin hâsıl olduğu bir makamdır.

 İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Mektûbât'ta buyurmuştur: (Nefs mutmain olunca beyindeki yerinden ayrılarak göğüs altına yerleşir. Nefsin itmi'nanı ise zâtın tecellîsi zamanında olur. Şerh-i sadır denilen ve sadrın genişletilip hafsalanın ilâhî sırlara tahammülü için müsait hâle getirilmesi de bu zamanda meydana gelir.)

MÜCÂHEDE : Cihâd etmek demektir. Hâricî düşmanlarla, kâfir, sapık ve münâfıklarla yapılan ve yerine göre farz-ı ayın, ekseriyetle de farz-ı kifâye olan harbetmek demektir.

Sofiyede ise bu harbe küçük cihat, nefisle yapılana ise büyük cihat denilmiştir. Abdurrahmân-ı Câmî şöyle bir temsille bu büyük cihadı izah etmiştir. (Rûhû sultâni, insan bedeninde tahtında oturan bir hükümdar gibidir. Bu hükümdarın îman ve amel cevherlerinden olan hazinesi, şerîat hisarı ile çevrilip tarîkat kalesi ile sağlamlaştırılan kâlbde gizlenmiştir. Fakat hırsız ve düşman olan nefsü hevâ ile şeytan ve dünya bu hisar ve kalenin duvarlarında bulunan, kibir, ucub, riya, hased ve gazab gibi kötü ahlâklardan ibaret olan deliklerden girerek hazineyi almak, talan etmek isterler. O sırada, hükümdar tarafından tayin edilen göz, kulak, burun, ağız ve el nöbetçileri, iç karakollarına benzeyen bâtın nöbetçileri vasıtasıyla akıl vezirine, vezir de rûhû sultanına bildirir. O zaman, rûh hükümdarı ile mânevî düşmanlar arasında cihâd-ı ekber (büyük harp) ilân edilir. Kıyasıya yapılan bu harbe mü-câhede denilmiştir.)

MÜKÂŞEFE : Keşfetmek demektir ki, perdelerin arkasındaki gizlilikleri öğrenmektir. (Yetmişbin hicab ötesinde olan) gayb âlemi ve hakîkat mânâlarından haberdar olmaktır. Mutmainne'den sonra hâsıl olan ve baş gözünün can gözü, ten kulağının can kulağı vs. hâline gelerek ilâhî sırların keşfedildiği hallerdir. Velîler, buna keşfin açılması diyorlar.

MÜŞÂHEDE : Görmek, şahid olmak demektir. Keşfi açılanların, ilâhî sırları, gayb âlemini görmesi, tanıması demektir ki mükâşefe ile çok yakın ve birbirinin tamamlayıcısıdır.

MÜRÎD : Bir şeyhe intisab edip henüz sülûk mertebesine varamamış olan tarîkat ehline denir. Tasavvuf  yolcuları dört derecedir. 1- Tâlib, 2- Mürîd, 3- Sâlik, 4- Vâsıl'dır.

Mürîd, irâdesini şeyhi vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk'ın irâ-desine terketmiş; yani irâdeden ayrılmıştır. Dünya mürîdi ile âhiret mürîdi şeklinde iki kısım olduğu söylenmiştir. (Bir mürîde edeb olarak üç şey lâzımdır: Murâkabe, râbı-tasıdır. Râbıta na ise, râbıtaya ilâve: Buyururlar ki Elif ko bâ niste, yani elif oku da bâ okuma. Ne emredilmişse onu yap, başkasına karışma, râbıtaya nasıl davranacaksa öyle hareket etmesidir. Muvazene de, şerîat terazisi elinde olsun, fiilini onunla tartsın, uygun ise işlesin, fiili şerîata uygun değilse işlemesin. Müşâhede ki bu da inanmaktır. Mürîd, mürşîdini ilimde İmam-ı Â'zam, velâyette de Kutbü'l-Aktab makamında bilmezse feyizyâb olamaz) Paşa Hazretlerinin sohbetlerinden.

MÜRŞİD : İrşad eden, din işinde doğru yolu gösteren demektir. Doğru yola delâlet eden kılavuzluk yapan kimseye denilir. Postnîşin, şeyh, delîl, kılavuz, halife, pezevenk (yol gösterici), imam, pîşvâ (uyulan), kâmil, mükemmil, hakîkat, pîr, gül, Mesîh, Lokmân, Hazîne, Sultan, Ârif, Hızır, Mevlâ, Şah, Merdân-ı Hüdâ, Sâki, Rical, Dârü'l-Eman, Âb-ı Hayât, Mah (ay), Deniz, Vâsıl, İhsan, Derman, Kerim, Rehber... Gibi pek çok isim ve sıfatla söylenir. Mazhar oldukları sıfat ve esmâ ile isimlendirilmesi de yerinde bir iş olur.

Evliyâullahın en seçkinleri, en makbulleri mürşîdler olduğundan, bütün kemâllerle süslenmiş ve bütün noksanlıklardan da temizlenmişlerdir. Kutbü'l-Aktab, Gavs-ı Â'zam ve Kutbü'l-İrşad ile diğer kutupların büyükleri mür-şîdlerdendir. Bu bakımdan, onlar şöyle olur, şu sıfatları taşımalıdır gibi birtakım kayıtlar koymak lüzumsuz olur.

(Mürşîdler Allah ile celîs olmuştur), (Mürşîd-i kâmil, Allah değildir amma, Allah'ın kudretine sahiptir), (Mürşîdler, mürîdin mirac merdivenidir) gibi pek çok kibar kelâmı içinden Paşa Hazretlerinin bu ifadelerini kaydetmeyi yeterli görüyoruz.

Niyâzî Hazretleri buyurmuş:

"Mürşîd gerektir bildire Hakk'ı sana hakkel yakîn

Mürşîdi olmayanların bildikleri güman imiş"

MÜTTAKÎ : Her hayrı toplamış olan, takvâ hâlini kendisinde yerleştirmiş olan kimselere denir. Takvâ Cenâb-ı Hakk'ın bütün emirlerini yapmak, bütün yasaklarından da kaçmak demektir.

Takvâ üç kısımdır: 1- Sâhibini cehennemde ebediyyen kalmaktan korur, bu takvâ, zerre kadar îman denilen ve kelime-i tevhîdi kabul edenlerin hâlidir. 2- Sahibini cehenneme girmekten korur. Îman edip büyük ve küçük günahlardan sakınmakla olur. Şerîatta şayi olan takvâ budur. 3- Sâhibinin cennetteki derecesini artırır. Âyette (Ey mü'minler, Allah'a hakkiyle takvâ ediniz) buyurulmuştur. Bu da kâlbi mâsivadan muhafaza ile hâsıl olur. (Cenâb-ı Hak, din ve takvâyı kime verdi ise o iki âlemde de muradına ermiştir) demişlerdir. Takvâ pek nâdir bir hazine, eşsiz bir cevher, çok hayır, aziz bir rızk ve büyük bir devlettir. İnsanların Allah indindeki dereceleri takvâ ile belli olur, ölçü budur. Müttakide üç alâmet vardır:

1- Müttaki, kötü, fenâ dosttan uzaklaşır,

2- Müttaki, diline yalan koymaz,

3- Müttaki, harama düşmemek için pâk ve helâl olanlardan bile çekinerek (verâ) gösterir.

NÂCÎ - NÂCİYE : Kurtulmuş, selâmete ermiş mânâ-sınadır. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat, sünni, ehl-i Hak, Fırka-i Naciye, (Hanefî, Şâfi'î, Mâlikî ve Hambelî) mezheplerinin teşkil ettiği, Kur'an'a, Sünnete uyma ve sahâbeleri âdil ve yüksek bilme yoludur ki, yetmişüç fırka içinden -ilâhî azâbdan kurtulmuş olanlar bunlardır. Bu Nâciyenin dışındakiler, dalâlet erbabı, fâsık ve sapık olan yolunu şaşırmışlardır.

NAKKÂŞ : Boyalı resimler yapan sanatkârlara denir. Çok güzel bir resme bakan o resmi methedince, bilsin bilmesin, sanatkârını, ustasını methetmiş demektir. Bütün kâinata, taklidi imkânsız olan rengarenk nakışları yapan, her cinsin fertlerini, yüz, ses, ahlâk vs. ile ayrı ayrı bezeyen Cenâb-ı Hak da bu cihânın nakkâşıdır. İşte bir yaratığı metheden onu yaratanı methetmiştir. Bu sebeple, bu tümevarıma (sebepten sahibine varmaya) "Meth-i nakış nakkâşa râcîdir" vecizesi ile beyanda bulunurlar. Mürşîd için mürîdi de böyledir. Mürîdi methetmek mürşîdi methetmek demektir.

NÂR : Ateş'in Arapçasıdır. Allah'ın izni ile yakar. Bu izin verilmediği an yakıcılığı kalmaz ki Nemrud'un ateşi böyle olmuştur. Nûr ise yakmaz ve serindir, sükûnet verir. Nûr ateşi de söndürür. Cehennem, mümine (çabuk geç, ateşimi söndürüyorsun) demekle bunu kastetmektedir. Allah'ın nûrunu taşıyan İbrahim Peygamber de Nemrut ateşini bu nûr ile gülistana çevirmiştir.

"Yansam Halî'in nârına

Anda gülistan gizlidir"

Cehennem sormuştur : (Yâ Rabbî, benden büyük ateşin var mıdır?) Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: (Âşık kullarımın kâlbinde yaktığım aşk ateşi, büyük ateştir. Sen de isyan edersen onunla azâbederim.)

NAZAR BER KADEM : Nakşî tâbir ve kâidelerinden olan Nazar Ber Kadem, gözü ayaklardan ayırmamak yani, mâsivâyı gönle dolduracak olan nazarı bundan alıkoymak için, sağa sola bakmamak demektir. Gözle görülenler kâlbde hayal ve havâtır yaratarak zihin ve gönlü meşgul ederek gaflete sebep olacaktır. Sadece önüne bakmakla gönül bu perişanlıktan korunmuş olur. Kâlbi ve gönlü de aynı şekilde mâsivâdan muhafaza etmek de bu kâidenin bâtınına ait edeplerdendir.

NEFS : Nefsi, kelâmcılar, cesed ve beden ile, bazıları ömrün başından sonuna kadar devam eden asıl cisimle, kâlbden ayrılmayan eczâ ile ateşin kömüre girdiği gibi, insanın bedenine giren latîf ve nûrâni cisim şeklinde tarif ettiler. Tabipler ise, dimağa bırakılan bir kuvvedir ki, nefs-i insanî ile isimlenmiştir, demişlerdir. Hükemâ da, özel bir cevherdir ki, tedbir ve tasarruf cihetinden bedene aittir. Burada, Cenâb-ı Hakk'ın muhatabı ve emr ü nehyin mevzuu olan nefs-i insani kastolunmuş olup bütün kötülüklerin menşei ve ulvî olan rûhun zıddına yaratılmıştır. Mektû-bât'ta İmam-ı Rabbânî Hazretleri buyurur ki : (Nefs, bir merkez, bir santral gibidir. Duygular, organlar onun âle-tidir. Nefsin yürek ile de bağlılığı vardır. Yürekteki gönül vasıtasıyla rûha da bağlanır. Rûhdan gelen feyizler nefse, nefsden duygulara ve organlara yayılır. Nefse günah-lardan ayrılmak, ibadet yapmaktan da daha güç gelir. Onun için, günahlardan kaçmak ibadet yapmaktan daha fazla sevaptır.)

Mârifetname nefsi şöyle anlatıyor: İnsanın iki rûhu vardır İslâm hükemâsı birine hayvan, diğerine insan rûhu demişlerdir. Onların hayvan rûhu dedikleri latîf cevher bir buhardır ki, bedendeki hayat, duygu, hareket ve irâdeyi taşır. Biz bu rûha şehvânî nefis veya hayvani nefis diyoruz. Sonra bu, beden nefislerine doğmuş, onları aydınlatmış bir cevherdir ki, eğer bedenin iç ve dışına birlikte doğarsa aydınlatırsa yakaza (uyku ile uyanıklık arası) hâli meydana gelir. Eğer bedene hiç doğmaz, aydınlatmazsa ölüm hâli meydana gelir. İnsan rûhu denilen cevherse, nefsi nâtıkadır ki bu, maddeden ayrı bir cevher sayılmıştır. Lâkin kendi fiil ve hareketlerinde maddeye yakın ve onunla beraberdir. Bu nefistir ki levvame, mülhime, mutmainne, râzıye ve kâmile adlarıyla anılır. Eğer nefs-i nâtıka, şehvânî her dediğini yapar ve ona itaatli olarak her haliyle ona uygun hareket eder ve onun hükmü altında bulunursa, buna nefs-i emmare denir. Eğer şehvani nefsin verdiği emirleri sükûnetle karşılar, Allah'a bağlı olur ve fakat yine kendinde fânî şehvetlere meyil varsa ona Lev-vâme nefis denir. Eğer bu meyil yok olup, şehvani nefisle mücadelede metanet gösterir ve kendi iç âlemine dönüp ilham almaya kabiliyet kazanmışsa buna da mülhime denir. Eğer, şehvani nefsin hükmü altından çıkıp ubûdiyet makamına ulaştı ve ızdırapları dindiyse, bütün şehvetlerini tamamiyle susturmuş ise, buna da mutmainne denir. Eğer bu makamdan da ilerleyip bütün makamları gözünden atmış ve bütün dileklerinden vazgeçip fani oldu ise buna râziye ismi verilir. Bu hâli kemâl derecesini bulur, Allah'ın yanında makbul olur ve insanların yanında kâlple-rinin sevgilisi olmuşsa buna da marziye adı verilir. Şayet bütün kemâl sıfatlarıyla sıfatlanır ve bütün insanlar için halkın içine dönerse buna da nefsi kâmile (sâfiye) denilmiştir.

Nefs-i nâtıkanın daha çok isimleri vardır. Bu cevhere kâlp veya gönül de derler. Bir idrak edici âlemdir ki şerîat emirlerini yerine getirmekle yükümlü, ibadet yapmaya ve bilgi kazanmaya isteklidir. Bu cevherin dış tarafı şehvani nefis, iç tarafı rûhtur. Rûhun bâtını (içi) sırdır. Sırrın içi de vardır ki bu da hafîdir. Hafînin de bâtınında hakîkat, hakîkatın içine (bâtınına)'de ahfâ denilmiştir. Nefsin bir yüzü ulviliklere, diğer yüzü de süfliliklere bakar. Onun için temizlenip paklanan ve kötü vasıflardan kurtulanı meleklerden efdal olup ilâhî yakınlığa ulaşır, emmârede kalanı da şeytandan aşağı olarak ve kendisinin benzeri bulunan cehenneme iletir. Çünkü bu nefis cehennemin bir küçük parçası, cüzüdür... Cüzler de daima aslının hükmünü tutup ona döner. Bu nefs cehenneminin öldürülmesi, ancak Hakk'ın tecellî sıfatına mazhar olan bir kâmilin himmet ve irşâdı ile mümkündür.

(Mürşîd-i kâmil, rûhun olduğu gibi nefsin de âmiridir. Onlara hükmünü geçirir. Mürîdin nefsi, yarısına kadar su ile dolu bir tenekeye düşen fareye benzer. Çırpınması durmaz ama tenekeden çıkmaya gücü de yetmez. Zamanı gelince, su yutmaktan şişen o nefis faresini suya garketmek, mürşîdin bir himmetine bağlıdır.) Paşa Hz. nin sohbetlerinden.

NEFS-İ EMMARE : İnsanı çirkin şeylere, dünya lezzetlerine sevkeden tabii kuvvet yerinde kullanılır. (Öyle bir şeydir ki tabiat-ı bedeniyeye meyleder ve lezzet ve şehvet duyguları ile emreder kâlbi süflî cihete çeker. Cümle şerlerin ve kötü ahlâkların membaıdır.) şeklinde tarif edilmiştir. (Nefs, şehvetlere ve şeytan iğvâlarına itirazsız tâbi olursa buna emmâre denir) şeklinde de izah edilmiştir.

İmâm-ı Rabbani Hazretleri nefs-i emmâre hakkıda şunları buyurmaktadır: (Nefs-i emmâre, şerîatlara inanmaz, hiç kimsenin emri altına girmeyip herkese emretmek ister. Nefs-i emmâre insanlara mahsus olup hayvanlarda yoktur. Nefs-i emmâre ademden olduğundan, kötülükleri de ademden gelmiş, iblisten ders almış fakat onu geride bırakmıştır. Nefs-i emmârenin azgınlık zamanı olan gençlikde az işe çok sevap verilir.)

Sıfatları, cehâlet, cimrilik, hırs, kibir, ucub, şehvet, şer, kıskançlık, kötü ahlâk, mâlâyâni, alay etme, incitmek ve azarlamaktır. Nefs-i nâtıka nefs-i emmare demektir ve hayvanlarda yoktur. Nefsi emmare kimsenin emri altına girmek istemediğinden şerîatlara inanmaz. Nefsi emmare iblisin talebesi fakat, ondan çok daha kötüdür. Nefsi emmareye şerîata uymaktan daha güç bir şey yoktur. Onun için, nefsi emmareyi islâhın tek ilâcı şerîata uymaktır.

NİGÂH DAŞT : Nakşîlere has tâbirlerden biridir. Havâ-tırı murakabe etmenin adıdır. Bu da hatırdan mâsivâyı geçirmemek, bilhassa göz ve kulağı dış âlemin ilgisinden korumak, beş duygunun hepsi ile kâlbi de muhafaza etmek, havatırı önleyici başlıca sebeptir. Râbıta, zikir ve halvet de bu ilgileri kesmenin âletleridir. Havatırı kesemeyen ise Allah'ın nûrunu, esmâ ve sıfatlarını müşahede edemeyip tecellîyâta nâil olamaz.

NÛR : Aydınlık, ışık demek olup Allah'ın esmalarından biridir. Allahu Teâlâ maddi ışıklar yaratıp eşyayı görmemizi temin ettiği gibi, manevi ışıklar da yaratıp Hakk'ı müşahede etmemizi irade buyurmuştur. İlk önce bir îman nûru lütfetmiş ve bu nûrla kendisine ulaşmamızı muradetmiştir. Nûrun nûr olan Cenâb-ı Hak, nûrların nûrudur. Nûrların şereflisi Hakk'ın künhü bilinmeyen zât nûrudur. Sıfat ve esma nûrları bundan sonradır ki, zât ile eşya arasında ne kadar zulmet varsa, o kadar nûrla nurlanmak gerekir. Hakk'ın zâtından ayrılan nurdan Habîbinin nûru ve rûhu yaradılmış, bu nûrdan da kâinat halkolunmuştur. Onun için her şeyde -gören göz için- Hakk'ın nûru mevcuttur. Bunlardan sonraki nûr akıl nûrudur. Daha sonra rûhun nûru, ondan sonra ise kâlbin nûrudur. Bu nurlar da kendi aralarında çok nûr yelpazelerine taksim edilmiştir. Sülûk ehli, bu nûrlarla nurlanarak nimetine ulaşacaktır. Râbıta nûru ise, mürşîd-i kâmilden aksedip mürîdi ihata ederek makbuliyete hazırlayan, koruyup temizleyen bir lütuftur. Nûr, hadsiz hesapsız bir ilâhî ışıktır. Nûr olan yere şeytan yaklaşamaz, zîra nûr serindir, ateşten yaratılan şeytanı yakar. Gizli olan bir şeyin ledün ilmi ile keşfedilmesine denildiği gibi kâlbten mâsivâyı çıkarıp atan ilâhî vâridata da nûr denilmiştir.

NÜBÜVVET : Peygamberlik demektir. Nebî de Peygamber demektir. Çoğulu enbiyâdır. Yeni bir kitap, bir şerîat ile gönderilen Peygambere Mürsel veya Resûl denilir. Resûlun çoğulu Rüsûl. Mürselin çoğulu da Mürselîn'dir.

Peygamberlere îman eden, Allah'a da îman etmiş, Allah'ı sevmiş olan şüphesiz peygamberlerini de sevmiştir.

Peygamberler Allahu Teâlâ'nın kullarına dînini bildirmek için memur ettiği her bakımdan en üstün ahlâk, sıfat ve yaratılıştaki insanlardır. Her peygamber, tebliğ ve irşad görevlerini yaparken, doğruluğunun işareti olarak ve Hakk'ın kudretiyle meydana gelen tabiat üstü Hârikulâ-delikler gösterirler ki buna mûcize denilir.

Peygamberlerin tamamında şu beş şey ortak vasıftır: 1- Sıdk, doğruluk demektir. 2- Emânet ki her hususta güvenilir kimselerdir. 3- İsmet ki, masum yani günah işlememiş kimselerdir. İffet ve ismet sahibidirler. 4- Peygamberler son derece fatin (anlayış ve kavrayış sahibi), akıllı, sağlam ve kuvvetli iradeli ve fevkalâde zekâya mâliklerdir. 5- Peygamberler, emrolundukları şerîat hükümlerini ümmetlerine olduğu gibi bildirmişler, bunlardan bazılarını saklamak veya unutmak gibi bir hâlleri aslâ olmamıştır.

Peygamberlerin birine inanmamak hepsine ve Allah'a inanmamak demektir. Hâtemü'l Enbiyâ (Nebîlerin sonuncusu) olan bizim Peygamberimizin hayat ve risâleti şerîati gün gibi parlak ve ortadadır. Tarihen de sâbit ve şahitlidir. Allah'ın ilk peygamberi ve ilk insan Hz. Âdem, sonuncusu da âlemlerin fahri ve âlemlerin rahmeti olan bizim peygamberimiz Abdullah oğlu Muhammed Mustafa (S.A.V.) hazretleridir. Bu ikisi arasında Paşa Hazretlerinin ısrarla belirttiği şekilde 324.000 peygamber gelip geçmiştir. Kur'an-ı Kerim'de şu peygamberlerin adları bildirilmiştir: Âdem, Şit, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Lût, İsmâil, İshak, Ya'kub, Yûsuf, Eyyûb, Şuayb, Mûsâ, Hârûn, Davut, Süleyman, İlyas, İlyesa, Zülkifl, Yunus, Zekeriya, Yahyâ, İsâ ve Muhammed Aleyhisselâm.

Bunlardan başka, Kur'an'da kendisine ait bilgi bulunupta Peygamber mi evliyâ mı olduğu bilinmeyen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn isimli üç zât daha mevcuttur.

Allah, Peygamberlerine irsal ve inzal ettiği kendi emir, nehiy ve hikmetlerini birer kitap ile bildirmiştir. Bu kitaplar ya tamamen veya parça parça olarak Cebrâil Aleyhisselam tarafından o peygamberlere çeşitli şekillerdeki vahiylerle bildirilmiştir. Bunlardan bir kısmına sahîfeler mânâ-sına suhuf, dördüne de kitap denilir. Suhuflar; on sahife Hz. Âdem'e, elli sahife Hz. Şit'e, otuz sahife Hz. İdris'e, on sahife de Hz. İbrahim'e verilen tamamı yüz sahifeden ibaret ilâhî emirlerdir. Kitaplar ise, Hz. Musa'ya Tevrat, Hz. Dâvûd'a Zebûr, Hz. İsâ'ya İncil ve Hz. Muhammed'e verilen ve bütün diğer suhuf ve kitapların kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'dir.

ONSEKİZBİN ÂLEM : Âlem maddesindedir.

PEYÂM - PEYÂMBER : Peyâm, haber, malûmat bilgi gibi mânâları taşır. (Peyâmber) ise, Farsça'da haber getiren demektir. Allah'dan, ilâhî âlemden haber getirendir. Dilde söylene söylene Peygamber şekline dönüşüp yerleşmiştir.

PÎR : Lügat mânâsı yaşlı ihtiyar demektir. Şeyh de esasen aynı mânâya gelir. Şeyhûhet ise ihtiyarlık demektir. Bir topluluğun yaşlısı, ulusu ve sözü dinleneni olacağından, mecazen tarîkat kurucularına isim olmuş, sonradan şeyh ve mürşîdlerin tamamına da denilmeye başlan-mıştır. Çoğulu Pîrân'dır.

Pîr, mürşîdin şeyhi olarak da tâbir edilmektedir. Asıl mürşîd, Kutbü'l-Aktab'dır. Asıl halîfe de odur. İcazet de tabiidir ki onun hakkıdır. Diğer mürşîdler, onun adına icazet verirler. Yazılı ve mühürlü bir belge olan icazetname irşada ehil olduğuna dair belgedir. Çok yüksek makam sahibi mürşîdler, yazılı yerine sözle de icazet verebilirler. (Pîr)'in harflerine verilen mânâyı Paşa Hazretleri şöyle kısaca ifade buyurmuştur. (P, peygambere; R'de rü'yete işarettir...)

PUT : Tapılan bir maddeye denilir. Tapmak ise ancak ve ancak Allahu Teâlâ'ya olabilir. Heykel, resim, istavroz (Haç) şeklinde maddi bir timsel olduğu gibi, gönlü işgal eden, sevgisi kâlbe dolmuş olan her şey bir puttur. Kadın, mal, para, evlât, hayvan ve mâsivâdan herhangi bir şey... Gönlü dolduran ve Allah'la kul arasına sıradağlar gibi giren mâsivâ, put dizileri, şirk-i hafî dağlarıdır. Mekke'nin fethinde Kâbe'yi dolduran yüzlerce putu Peygamberimizin omuzuna basarak kıran Hz. Ali'nin yaptığı gibi, Peygamber vârisinin omuzuna basıp gönül putlarını kırmak gerekmektedir.

RÂBITA : Lügatta bağlanmak, bağlamak ve kuvvetlendirmek demektir. Vuslat şartlarından sayılmıştır. Her tarîkatta varsa da Nakşî tarîkatı râbıta üzerine bina edilmiştir. Üç kısımdır. 1- Râbıta-i Mevt'tir. Günahkâr bir insanın ölüm anındaki can çekişmesini, yıkanıp kabre konulduktan sonra, sual meleklerinin şiddetini, kabir azâb ve sıkması ile dirilip kıyamet azaplarına uğramasını tefekkür etmektir. 2- Huzur râbıtasıdır ki, murâkabe ve müşâhade yapmaktır. 3- Râbıta-i mürşîtir. Abdülhâlık Gücdüvaâni Hazretlerine kadar Resullah Efendimize yapılırken, mürî-danın tâkat ve tahammülü kalmadığından Peygamberimizin emri ile mürşîdlere yapılmaya başlanılan hayal ve cemâl râbıtasıdır.

Mürîd, mürşîdini iki kaşı hizasında hayal ederek, mânevî huzurunda durup feyzine âmâde olmaktır. Bu râbıtanın devamında feyiz çok fazla olacağından, vuslat yolu, nübüvvet yolu sayılmıştır. Mürîdin râbıtaya devamı hâlinde, kabiliyeti nisbetinde, mürşîdinin hâli kendisine intikal eder. Râbıtanın aslı mürşîdden gaflet etmemek, kemâli de ihlâs ile teslimiyetle devam etmektir. Yeni müritler için tek melce ve tek başına Hakk'a ulaştırıcı bir vasıtadır. Zikir her ne kadar yüksek ve yüce ise de, râbıtasız ulaştırıcı değildir. Fakat zikirsiz râbıta ulaştırıcıdır. (Biz kötülükler çukurundayız; Rabbim ise mukaddes ve yüksek makamdadır. Elbette aramızda bir vasıta münasip olur ki, uyma sebebiyle onun feyzinden istifade etmiş olalım) diye şiirlerle ifade edilmiştir.

(Hadîka-i Nediye)'de deniyor ki: Râbıta, Cenâb-ı Hakk'a vuslat için başlı başına bir yoldur. Kâlbi müşahede makamına vâsıl olan bir mürşîde rabttan ibarettir. Mürşîd oluk gibidir. Allah'ın feyzi, büyük deniz gibi olan mürşîd-den râbıta eden mürîdin kâlbine akar.

(Fetâvâ-i Ömeriyye)'den hülâsa edilen şudur: Râbı-tayı isbat hakkında bir çok değerli ulemânın müstakil risaleleri vardır. Fasih-i Bağdâdî'nin, Molla Câmî'nin, İmâm-ı Hâdimi'nin, Abdülganiy-yi Nablusî'nin, Edirne Müftüsü Muhammed Fevzi'nin ve Şeyh Hâlid-i Bağdâdî'nin risaleleri bunların bir kısmını teşkil eder.

Fenâfi'r-resul olan Abdullah İbni Abbas'ın teyzesinin evinde, baktığı aynada Hz. Resûl'ün sûret-i cemâlini gördüğü sabittir. Buhâri Şerîfte zikir bahsinde râbıtaya işaret eden hadîsler mevcuttur. Bunların en dikkate değer olan Hz. Sıddık'ın tuvalette bile Resûlün hayâli ile olduğunu ve bunu edep dışı sayarak Resûlullah'a arzetmesi üzerine, bu hâle devam etmesi ile nerede olursa olsun edeb harici olmayacağı müjdesini almasıdır.

Tâcü'l-Ârus, Avârif-i Maarif ve İhyâ-u Ulûmiddin gibi çok muteber kitaplarla Mektûbat-ı İmam-ı Rabbâni gibi ikinci bin yılın yenileyicisinin kitabında da teferruatiyle mevcuttur. Bu husustaki tafsilâtın en mükemmeli, Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin Râbıta Risalesi'ndedir.

Râbıtayı inkâr edenlerin îmanlarını tazelemeleri gerektiği, Fetâvâ-i Ömeriyye, Rûhu'l-Beyan, Şifâ-i Şerif, Meşârik Şerhi Mebârik kitablarında izah edilmektedir.

(Cenâb-ı Hakk'a vesile talep ediniz) ve (Sâdıklarla beraber olunuz) âyetlerinin tefsirinde, râbıtaya işaret edilmiştir, deniliyor.

Paşa Hazretleri, (Âl-i İmran Sûresinin en sonuncu âyetinin râbıta âyeti olduğunu beyan eder ve râbıta bizim tarikin dört usulünden biridir. Huzur mürîdinin bozulma ihtimali olur da râbıta mürîdi bozulmaz, çünki râbıta mürîdini mürşîd-i kâmil kendi velâyetine almıştır.) buyururdu.

Sâlih Baba Divanı Râbıta-i Nakş-î Hayâlî adını taşımakta ve baştan sona kadar râbıtadan ibaret bulunmaktadır. Râbıta, mürşîdi hatırdan çıkarmamak, gaflete düşmemek olduğundan, herhalde ve her zaman yapılacağı gibi, resmi dersin dışında sonsuz şekilde de yapılır. Efdali emredilen şekildir.

RÂZİYE - RÂDİYE : Nefsin Allah'dan razı olduğu makamdır. Fenâfillaha ulaşmış, Ayne'l-yakîn haline ulaşmış lâhut âlemine dalmış ve cemâle erişmiştir. Fiil tecellîlerini geçip isim ve sıfatlarda seyrettikten sonra Hakka'l-yakîn'e ulaşıp müşahedeye erer. Bekâbillah hâli zuhur edip şatahat berzahına gelip enelhak gibi sözler söyler ki vahdet-i vücut hâli budur. Bu hâli atlayıp selâmete geçen ise Marziye düzlüğüne gelip (Vedhulî cennetî) hitabını işitir. Fenâ ve sekir kalıntıları Marziyede temizlenip kemâl hâsıl olur.

RECÂ : Dilek ve istek demektir. Tasavvufta sevilen bir işin gerçekleşmesine kâlbin bağlanması, dileyip olmasını istemesidir. Bu hâlin zıddı yeistir. İyiliklerden bir şeyi istemek, günahlardan tövbenin kabulünü dilemek ve nihayet kötülükler ve günahta israr ettiği halde, af dilemek olan yalancı rica şeklinde üç türlü rica vardır.

RIZÂ : Lügatte hoşlanmak demektir. Kazâ-i ilâhînin a-cılığına tahammül ve gönül hoşluğu demektir. (Kahrın da hoş, lütfun da hoş) gibi sözler bu makama aittir. Cenâb-ı Hakk'ın kuldan, kulun da Cenâb-ı Hak'tan razı olması vardır. (Raziye ve Marziye). Rıza makamı cem makamıdır denilmiştir. (Cenâb-ı Hak cehennemi sağında kılsa, soluna dönmeyen râzıdır) denmiştir ki Paşa Hazretleri (Vuslât gününün gündüzünün ağı (aklığı) göründü) mısraını sık sık tekrar ederdi, rızâ makamı, çalışıp riyazet çekerek varılan sülûk makamlarının sonudur. İlerisi lütuf iledir.

RİCÂLULLAH : Recul sözünün çoğulu ricâl'dir. Bülûğa eren, bilgi ve ihtisas sahibi demektir. Evliyânın bir bölüğüne, rical ehli, rical-i hassa, Ricâullah gibi isimler verilir. Rical-i Hassa'nın üç yüz velî olduğu ve Âdem Aleyhisselâmın kademi üzerinde ve onun vârisi bulundukları, Ricâl-i Kâmilin de, Nuh Aleyhisselâmın kademi üzerinde ve onun varisi olarak kudret ve tasarruf sahibi kırk evliyâdan ibaret topluluğun adı bulunduğu ifade edilmiştir. Ricâullah ise, mânevi kudret ve kuvvet sahibi olarak ve (evtâdın) dışındaki dört Allah eridir. Evtad'a imdat eder ve halkın gözü ve bilgisinden hariç olarak kâlpleri semâvî, halleri rûhâni, kâlb-i Muhammedî, kâlb-i Şuayb, Kadem-i Salih ve Meşreb-i Hûd ile hallenmiş, Cebrâil, Azrâil, İsrâfil, Mikâil'in nâzır olduğu ve gayb âlemine ait vazifeler gördükleri belirtilen velîlerdir.

RİND : Lâübâli meşrepli, sarhoş demektir. Edebiyatta, görünüşü tenkidi, hakîkatinde ise selâmeti mucip hâl ve kıyafette gezen kimsedir. Zâhiri melâm, bâtını selîm kimse olarak da söylenmiştir ki melâmiler böyledir.

Rind, Allah sarhoşu, aşk sarhoşu olan ve bu hâli kalenderce yaşayan demektir. Böylece aşk ve tasavvuf neşesiyle yaşayıp tasavvufa ait terimlerle söyleyen demektir. Ârif sözüne de çok yakındır. Aslında âriflerin hepsi rinddir.

RİYÂZET : Açlık demektir. Sülûk ehlinin yeme, içme, uyuma, zikir, fikir ve diğer bütün hâlleri mürşîd tarafından -herkesin tabiatine göre- ayrı ayrı reçeteler hâlinde tanzim edilir. Nefsi kıran belli başlı hususlardan biri açlıktır ki bunun da orta hallisini övmüşlerdir.

Nakşî tarîkatında, keşif ve keramete yol açtığı ve dolayısıyla varlığa sebep olacağı için riyazeti terkederek sünnet üzere ve orta halde yiyip içmeyi tavsiye etmişlerdir.

RUH : Cenâb-ı Hak insanları rûh ve beden olarak iki değişik asıldan yaratmıştır. Binbir esmanın nûrundan yaratılan rûhû Ahadiyet âleminden ayırarak nâsut âlemine indirip toprak maddelerinden yaratılan beden ile evlendirdi. Bu evlilikten iki çocuk doğdu. Birisi babasına uyarak asıl vatanını özleyen kâlb, diğeri de anasına uyarak aşağılık hazları isteyen nefistir. Rûh beden kalıbına girince, elest bezminde Cenâb-ı Hakk'a verdiği sözü unutup bîhûdîlik âleminde şaşkın ve nefsin emrinde perişan olmuştur. Her türlü kemâle mâlik ve her hayra istekli olan rûha, Cenâb-ı Hakk'ın hitabını hatırlatan bir mürşîd olursa, şaşkınlığından sıyrılıp perişanlığından ayrılarak yüksek kemâle ulaşıp ulvî âlemlere yükselebilir. Çünkü mürşîdler rûhun âmiri ve onun yükselme kılavuzlarıdır. Rûh, Allah'ın zâtından ayrılan Muhammedî nûrun bir par-çasından yaratıldığından, bu yaratılışını hatırlamakla vücuda, nefis ve kuvvâya hâkim olarak onlardaki zulmeti giderip Allah'a döndürerek O'na ulaştırmaya muktedir bulunmaktadır. Bu takdirde vücuda âmir olan rûha akıl vezir olup adalet ve hikmetle vazife görmeye başlar. Nefis de rûha teslim ve tâbi olarak onun binek ve âleti olup emrinden dışarı çıkamaz. Böylece hayra ulaşan insan Allah'a ulaşma yolunda sür'atle ilerlemeye devam ederek neticede Hakk'a vâsıl olur.

Rûhun iki yüzünden biri olan nefis süfliyyetten yana dönük bir yaradılışda ve cehenneme çekici bir kuvvettir. Rûhun ikinci yüzü olan kâlb ise yücelikler âlemine dönük bir yaradılışta ve Allah'ın zâtına götürücü bir gayret içindedir...

Cenâb-ı Hak, insan bedeni üzerinde kâlb, rûh, sır, hafi ve ahfâ lâtifelerini bir mihrab gibi yerleştirmiş ve bunların nûrunu yakıp yol ve amelini bu nûrla aydınlatanları kendisine çekip ulaştıracağını vaadetmiştir.

Paşa Hazretleri buyurur ki : (İnsanlarda biri velâyet nûruna mâlik olan rûh-u revânî, ikincisi nübüvvet nûruna mâlik olan rûh-u sultânî, üçüncüsü de zât nûruna mâlik olan rûhu nûrâni isimli üç rûh vardır. Rûh-u revânâyi rûhu sultâni yutunca iki rûh kalır; rûhu sultâniyi de rûhu nûrani yutarsa (istiab ederse) sadece tek bir Rûhu nûrâni kalır ki hakîkat alemi budur.) Yine Paşa Hazretleri buyurur ki : (Rûhun hakîkatı var. O Allah'ın esmasından ayrılmış olan bir nûrdur ki velâyet denilen budur. Bu rûh, erbabını bulup hizmetine devam ettiği gibi, hakîkatine mâlik olur. Fe-nâfi'ş-şeyh olur. Bu hâl seni istiab edince, rûhun hakîkati beşeriyeti istiab edince, şeyhin hâli seni kaplar ve o hâl ile zulmetten kurtulup fenâf'ir-resule dahil olursun. Bu kuvvet, velâyet nûrundan meydana gelir. Nübüvvet nûru ile risalet âleminin renklerine boyanarak hakîkat nûruna kavuşursun.)

RÜ'YET : Görme ve seyretme demektir. Dîdar (yüz) ve (çehre) mânâlarına yakın bir şekilde Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini seyretme demektir. Rü'yet özel cennetinde (ce-mâl cenneti) ayın ondördünü seyreder gibi, Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini seyretmek olup âhiret âleminin en üstün lezzetidir. Herkes, kemâli ve hakîkatteki mertebesi nisbetinde cemâle ve rü'yete mâlik olacaktır.

Paşa Hazretlerinin beyanına göre: (Mürit, cemâlullahı râbıtasından, râbıtasının cemâlinden seyredecektir.) Mürşîd râbıtası, Resulün cemâli ve cemâlullahın seyrine tahammül ve alışmanın, ahiretteki rü'yetin dünyadaki benzeri ve ekzersizidir.

SABIR : Çekilen belâ ve acılardan Allah'dan başka kimseye şikâyet etmemektir. Allah'a şikâyet sabıra zıt değildir. Sabır iki kısımdır: Birisi, insanın kendi iradesiyle hâsıl olan şeylere sabretmesi; öbürü de Allah'dan gelen musibetlere sabretmektir. Allah'ın emirlerini yapıp yasaklarını yapmamak hususunda görülen zorluklara sabretmek bir sabır çeşididir ki bu sabrın umumi şekli ve hafifidir. Allah'ın sevdiği kullarına verdiği iptilâlara sabır ise, şifa verici ilâç gibi acı ve içilmesi zor bir şey ise de netice ve meyvesi tatlı ve makbul olan bir sabır çeşididir. Allah belânın büyüğünü nebileri ile onların varislerine ve bundan sonra da mü'minlere verir ki sabır ve reca ile mahviyete ulaşıp makbuliyete nâil olsunlar...

Mesnevi'deki bir temsilde (Buğdayın insanlara azık ve kuvvet, dizlerine derman, gözlerine nûr ve ışık, yaşamalarına sebep olması için, ekilmesi, dikilmesi, biçilmesi, sürülmesi, samandan ayrılması, un edilmesi, hamur yapılıp ateşte pişirilmesi sûretiyle ekmek yapılması, sonra ısırılıp çiğnenmesi, yutularak hazmedilmesi gibi yüzlerce değişik muamele geçiyor. Bir insanın da iyi yaşayıp îmanla gidip ebedî saadete kavuşması için de beden ve mal ibadetleri ile mükellef, haramdan sakınmakla vazifeli ve canında, evlâdında ve malında imtihana tâbi tutulması akla uygun ve hikmete muvafıktır.) denilmiştir ki bütün bunlar sabra bağlıdır. Sabırla koruk helva olacaktır.

SAFÂ : Beşeriyet kederlerinden uzak olma hâlidir. Gönlü açan, gevşekliği gideren bir hâldir. 1- İlim safası, 2- Hakîkat şahitlerini gösterip, münâcâtları tatlandıran ve yaratıkların fesâdını unutturan hâl safâsı, 3- Fenâ sırasında Hakk'ın nûrlarını görme hâli olan ittisal (ulaşma) safası, olarak üç çeşidi sayılmıştır.

SAHV : Uyanık ve âgâh olma hâli, makam ve mertebeyi aldıktan sonraki nebîlere has şuurlu hâldir. Bunun zıddı sekir hâlidir ki gaybet ve kendini yitirme, mânevî sarhoşluk hâlinin adıdır. Fenâ ve muhabbet dolayısıyla hâsıl olan şuur örtülmesi hallerinin müşterek tarifidir. Sekrin so-nu dehşet hâline varır ve iradesi kalkar. Bu hâle murad denilmektedir. Sekir vuukunda şerîata zıt veya ehl-i sünnet dışı haller hâsıl olur. Bunlar sahve dönünce yapılan istiğfarla affolur, çünkü elde olmayan sebeplerle ve şuursuz hâsıl olmaktadır. Sekir bitince bu haller de kaybolur.

SÂLİK : Bir tarîkata girmiş veya bir şeyhe uyup inâbe etmiş olan kimseye denir. Istılah mânâsı olarak, fenâ-lardan birisine ulaşarak manevi konaklarda ilerleyen mü-rîde denilir. Seyri sülûk yapmak, şeyhin emri ve tensibi ile makam ihraz etmek üzere halvete girip çile ve riyazetle fenâ ve bekâ konaklarını geçmektir. Manen çocukluktan kurtulup reşid olan müridlere denilir ki manevi konaklarda ilerlemeye başlayanlar bunlardır.

SÂYE : Gölge, gölgede bulunma, korunmuş olma demektir. Mürîd, her türlü zarar ve tehlikeden mürşîdi vasıtasiyle korunur. Bu sebeple, mürşîdi onu yakıcı güneşten koruyan serin bir gölge, şeytan ve nefis belâ ve tehlikelerinden muhafaza için devamlı bir koruyucu nûrdur. Bu nûrun bulunduğu yere şeytan yaklaşamaz, nefis de mel'anetini icra edemez.

SEFER DER VATAN : Nakşî tarîkatına ait deyimlerden biri olarak, vatanda sefer yani seyahat demektir. Zahiri, ibret için gezip dolaşmak veya ibret nazarı ile bakmaktır. Bâtındaki asıl mânâsı ile de, kötü sıfatlardan yüksek ve ulvî sıfatlara yükselmek, kötü ahlâkı ahlâk-ı hamîdeye tebdil etmektir. Aşağı derecelerden yüce makamlara yükselmek de sefer der vatandan kastedilen mânâya dahildir.

İmam-ı Rabbânî Hazretleri : (Sefer Der Vatan seyr-i enfüsîdir. Bu yolun yolcularından dilediklerini (meczûbi sâlik) yaparlar, insanın dışında (âfâkta) ilerletirler. Seyr-i âfâki denilen bu dış yolculuk bitince, seyr-i enfüsî denilen ve insanın içinde (nefste) olan yolculuğa başlatırlar. Sefer Der Vatan, insanın vatanındaki bu yolculuktur.) demektedir.

SEM'A : Kulak ile işitme demektir. Istılahta rûhu heyecana veren nağmeli ses (tegannî) ile vecde gelip ilâhî hitabı hatırlamaktır. Sürur ve manevi zevk veren sese gına denir. Peygamberimizin lisanından, (Biz güzel hûrileriz, mükerrem zevcler için yaratıldık) diye hûrilerin gınâ ettikleri rivayet edilmiştir. Güzel ses ve güzel yüz insanların gönüllerini çeker. Âriflere göre, güzel ses güzel yüzden daha iyidir. Zira güzel ses rûha, güzel yüz ise nefse gıda olur. Güzel sesde acâib bir tesir vardır. Bu tesirle insan çekildiği tabiatına (rûhunun zevkine) uygun hâle gelir. Kimi vecd ve sürurla oynar, kimini ağlatır, kimini de elbisesini parçalayan divanelere döndürür.

Hükemâ, (Güzel sesten lezzet duymayan ve güzel yüze âşık olmayan kimsenin mizacı bozuk olduğundan tedaviye muhtaçtır) demişlerdir. Minhâcü'l-Fukara'daki kayda göre sema, rûhun gıdası ve manevi fetihlerin sebebidir. Sema ile hâsıl olan şevk ile açlık gider ve işideni gaflet çukurundan rûhanî hazlara yükselten bir ilâhî merdiven olur. Gönlü dağınık dünya alâkalarından çekerek rikkat hâsıl eder. Rikkat ise, rahmeti celbeder. Sema (Sima) şer'an ve aklen yasak olmadığı gibi, belki insan yaradılışına uygun ve velîlerle âşıklar nazarında helâl ve güzeldir. Ancak, niyeti nefsaniyetten kurtulamayan için fıska âlet olur. Onun için (Âşıkın aşkını fâsıkın da fıskını artırır) demişlerdir. Resûlullahın huzurunda şiirler okunduğu kesin belgelerle sabit olduğu gibi, Allah için, Allah yolunda şiir söylemeyi teşvik ettiği de mâlumdur. Dinleyenlerin ilâhî hikmetlere rağbetini artıracak, onları tefekküre sevkedip kâlblerdeki safâyı artıracak şiirlerin semâî (nağme ile okunup, mûsikî perdelerine sokulması) serbesttir. Bu sebeple, güzel sesler ve hoş nağmelerle şiir ve kaside okuyup dinlemek -hevâsına hükmeden ve meşrû olan şekillerin dışına çıkmayanlar için- mübahdır. Hârikulâde sesi ile meşhur olan Dâvud Peygamber, ilâhî şiirlerden ibaret olan Zebur'u okumaya başlayınca, insan, cin ve vahşi hayvanlarla kuşların tilavet meclisine kadar gelip bu semâ'ı dinleyerek gaşyoldukları, yıkılıp orada can verdikleri nakledilmiştir.

Aslında, mürşîdin görevi, mürîdin can kulağına (Elestü bi Rabbiküm) hitabını işittirip, rûha (ahdi misakını) hatırlatmaktır. Bu hatırlayış ile fevkalâde güzel nağme taşıyan Allah'ın o eşsiz hitabını yeniden yaşamaya başlayan rûh irşad olup asliyetine kavuşur. Güzel sesden rûhun vecde gelmesinin sebebi budur.

SEYR : Mürşîdin emir ve rızasını kazanan ve fenâfişşeyh, fenâfirresul, Fenâfillah ve bekâbillah menzillerini aşarak Allah'ın sıfatlarına boyanan ve O'nun nûr perdelerinde ilerleyen sâlikin Cenâb-ı Hakk'ın isim, sıfat ve zât nûrlarında ilerleyerek vuslata ulaşıncaya kadar ki seyri, seferidir. Bu gidiş dört kısımdır: 1- Seyr-i ilallahdır. Bu sefer de vahdet yüzünden kesret perdelerinin kaldırılarak ağyar (yabancı, siva) dan sevginin kesilerek nefsin konakları geçilerek kâlbe ait makamların sonu olan (Ufuku Mübin) denilen yüksek durağa ulaşılır. Âyet meâli olarak, (Seyri ilallahı tamamlamak ellibin yıllık yoldur) denilmiştir. Seyri ilallah, beş latîfenin (kâlb, rûh, sır, hâfî ve ahfâ) aslına, arş ötesindeki asıl makamlarına çıkmasıdır. Aslında sülûk da budur. Fenâ burada olur. 2- Seyr-i fillâh : Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarına mâlik olup O'nun isimlerine ulaşarak kesret yüzünden vahdet perdelerinin kaldırıldığı ve vâhidiyet âleminin sonu olan (Ufuku âlâ)ya erişmektir. Seyri fillah, sâlikin mebde-i taayyünü olan ismin zıllından başlar (Seyri ilallah burada bitmişti) Allah'ın isim ve sıfatlarında ilerlemektir. Bekâ hâsıl olan seyr budur. 3- Seyr-i Maallah : Bu sefer, Aynü'l-Cem olan Hazreti Ehadiyet'teki nurlara boyanarak zâhir ve bâtının birleşmesi ve zıtların kaybolarak ikilik şüphelerinin yok olmasını temin eder. Burada ikilik kalkmazsa (Kâbe kavseyn), tamamiyle kalkarsa buna da (Ev edna) makamı denilir. Bu makam velâyet makamlarının sonu sayılmıştır. 4- Seyr-i Anillah : Cem makamından sonra tâliplerin kemâle ulaşması ve kendisine bağlanacakların irşadını yapabilmesi için (sekir) den (sahv) ve, (mahv) den yine (sahv) e, (Fenâ) dan tam (bekâ) ya, (Cem) den (Fark) a ulaşmaya denilmiştir. Böyle bir seyri ikmal eden zât, mükemmil olmuş tâlipleri de kemâle ulaştıracak hâle gelmiştir. Mürşîdler bunlardandır. (Sülûk maddesine de bakınız.)

 

SEVGİ : Sevmek, muhabbet, gönlün bir şeye meyli mânâlarına gelir. Sevginin derece ve mahiyeti, aşk ve muhabbet maddelerinde izah edilmiştir.

SIDK : Kavilde, fiilde, azimde, azme vefada, amelde ve dini makamlara ulaşmada olmak üzere altı ayrı mânâ-da kullanılır ki bu altı ayrı mânânın hepsini nefsinde toplayanlara Sıddîk denilir. Sıddîk nebilerin vasıflarındandır. (Onlara İbrahimi zikret, zira o sıddîk ve nebî idi) âyeti (Meryem Sûresi 41) bunun delilidir. (Ey Davud, tenhada bana sâdık olana, herkesin içinde de ben sâdık olurum) hadîs-i kudsîsi ile sadıkların vasfı ifade edilmiştir. Sofiyede, sadakat en yüksek hâldir. (Hak dururken halkı düşünmeyenler ihlâs sahibidir. Bu ihlâs ile nefsine hiçbir pay vermeyenler de sâdıklardır.) diye tarifi yapılmıştır. Sıdk, sadık ve sıddık kelimeleri, lügat olarak doğruluk kökünden gelir ki söz, iş ve ameliyle gizli ve açıkda doğru olan demektir. Zıddı kizb yani yalancılıktır.

SIFAT : Bir şeyin vasıflarını gösteren isim mânâsına gelir. Yani zâtın hallerinin ismi, Böyle olunca Cenâb-ı Hakk'ın şan ve vasıfları ile ilâhî hallerini gösteren isimlerinin her biri mâhiyet itibariyle birer sıfattır. (Büyük, güzel, kuvvetli, akıllı) gibi bir takım özellikleri bildirir. Sıfatın birçok kısımları vardır. Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları da uluhiyetinin icabına göre kısımlara ayrılmıştır. 1- Sıfât-ı Zâtiye, Cenâb-ı Hakk'ın zâtına ait olup zıddı düşünülemeyen sıfatlar böyledir. (İzzet, Kudret, Azamet, Bekâ, Hû) sıfatları bunlardandır. 2- Sıfât-ı Fiiliye : Cenâb-ı Hakk'ı ziddiyle vasfetmekde caiz olan sıfatlardır ki bunlar (Rıza, Rahmet, Gazap) gibi sıfatlardır. 3- Sıfât-ı Cemaliye ki lütuf ve rahmete ait olan sıfatlardır. (Rahim, Kerim, Gafur, Cemil) böyledir. 4- Sıfât-ı Celâliye : Kahra, izzet ve azamet gereğine ait olan (Celîl, Cebbâr, Kahhâr) gibi sıfatlar bunlardandır.

"Ey nûr-i aynım, ey cân-ı cânan

Çalış kemâle er durma bir an

Eğer büluğa ererse sübyan

Bilmesi lâzım sıfatı îmân

Allah, melekler, kitap, Resuller,

Ahret, Kader hak demeli insan

Evvel bu altı sıfata inan

Sakın birinde eyleme güman

Allah ki vardır, ezel, ebeddir

Zâtile kâim benzeri yok bir

İşte bu altı zâtî sıfattır

Bilmeye mecbur her ehli îman

Hakk'ın sübûti sıfâtı vardır

Sayısı anın bizce sekizdir

Hayât, ilim, semi, kudret, kelâmdır

Basar, irâde, tekvîni, imkân

Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarından bilinmesi gerekenler iki kısma ayrılmış ve bunlardan sıfatı zâtiye denilenleri altı tanedir.

1- Vücûd, (var olması)

2- Kıdem, (ezeliyet, evvelî olmamak)

3- Bekâ, (Ebedî, sonu olmamak)

4- Havâdise muhalefet, (Sonradan yaradılanlara benzememek, eşi, benzeri olmamak.)

5- Kıyam bi zâtihi, (Varlığı kendi zâtından olup hiçbir şeye muhtaç bulunmamak)

6- Vahdâniyet, (Bir ve benzersiz olmak, vahdet).

İkinci kısmı teşkil edenler de sıfât-ı sübûtiye ismini alır ki bunlar da sekizdir.

1- Hayât (Allah Hayy, diridir. Zâtına ait bir hayatı vardır)

2- İlim (Bilmek ve idrak etmektir. Her şeyi bilmesi)

3- İrâde (İrâde etmek, dilemektir. Her dileği yerine gelir)

4- Kudret (Herşeye gücü yetmek)

5- Semi' (İşitmek.. Allah'a ait herşeyi işitme hâli)

6- Basar (Görme... Herşeyi her zaman görmesi)

7- Kelâm (Konuşma... Harfsiz savtsız kelâm sahibi)

8- Tekvîn (Var etmek, yaratmak ona mahsustur).

Velî, bu sıfatlara bürünmüş olan ve bu sıfatların gereğini de Allah'ın kudreti ile gösteren Allah dostudur. (Allah insanı kendi sûretinde yarattı) hadîs-i şerîfi böylece mânâ kazanmaya başlamaktadır.

SIR veya SİR : Gizli, saklı, bilinmeyen veya aklın ermediği, gözün görmediği ilâhî ilim ve hikmetler manâsına kullanılan bir tabirdir. Böyle olunca latîfeleri çalışan ve bu vasıta ile herkesin yakınlık derecesine göre âşina olunan gayb âleminden lütfolunan hakîkatlara denir. Kâlb âlemi de gayb âleminden bir âlem olduğundan, onun detayı bulunan sır da letâif makamlarından gizli bir âlemdir. Gayb âlemlerinin görüntüsü, yani müşahede sır ile olur. Bu sır latîfesi ile anlaşılan tecellîlerdeki gizliliğe o makamlara gelince vâkıf olunur ki her makamda gizli hakîkatlere sır ile de isim verilmiştir. Hâl sırrı, ilim sırrı, hakîkat sırrı, kader sırrı, tecellî sırrı, Rubûbiyet sırrı gibi.

SİHR-İ HELÂLİ : Velîlere has keşif ve kerâmetle hâsıl olan bilgi veya tasarrufla yapılan işe denilen mecazi bir tâbirdir. Paşa Hazretlerince sık sık kullanılan bu tâbirle mürşîde has tasarruflar murad edilmiştir.

SİLSİLE-İ ŞERîF : Şerefli ve feyizli silsiledir. Her tarî-katın peygamberimizden son mürşîdine kadar olan bütün pirlerinin her birini altından bir zincir halkası şeklinde birbirine bağlı olan yekpare bir zinrcir olarak düşünürsek, bu altın zincirin baş halkası Resûl, son halkası da bizim mürşîdimiz olur ki bizi Cenâb-ı Hakk'a ulaştıracak bağ budur. İşte bu bağa eski tâbirle Silsiletü'z-zeheb de denilir. Bu altın zincirin son halkası olan mürşîdimiz manevi ve hakîkat babamız, onun mürşîdini de yine o hakîkate göre dedemiz sayarak ilâ-âhir peygamberimize ulaşırız ki o da rûhlarımızın atasıdır.

Silsile-i şerîfin tamamı, Küçük Silsile-i şerîf olarak saydıklarımızdır. Büyük silsile-i şerîf olarak Hatme (i Hace-gân) de okunanlar ise, Hâlidi Bağdâdî Hazretlerinin müceddid olarak yeterli bulup tesbit ettiklerinden ibarettir.

SÎMURG : Devlet kuşu veya Ankâ ile eş mânâda kullanılan efsanevi kuştur. Yumurtasını çok yükseklerde yumurtlayarak yere ininceye kadar gözünü bir an bile ondan ayırmayarak civcivin çıkmasına himmet etmesi sebebiyle mürşîdlere benzetilen kuştur.

SİVÂ - MÂSİVÂ : Gayr tâbirine eş olarak sâliki Cenâb-ı Hakk'a vuslattan ve ibadetten alıkoyan, meşgul eden şeyler demektir. Gönlü işgal eden herşey neticede sivâ ve gayrdır.

SOFİ : Kâlb safâsına ulaşan, gönlünü temizleyip tecellîye müsait bir hâle getiren kimse demektir. Sofi, sohbet bereketine ulaşarak Hakk'a vasıl olan ve tecellîyi zâta mazhar olan yüce Allah ehlinin kendileri hakkında kullandıkları bir ıstılâhdır. Sofi, evliyâullahın en seçkinleri olan mürşîd-i mükemmillerin bir diğer adıdır ki Paşa Hazretleri bunları (Tasavvuf Sahipleri) olarak da ifade ederdi.

SOHBET : Arkadaşlık demektir. Istılah olarak bir mür-şîdin müridlerine yaptığı konuşmanın adıdır ki aslı Resû-lullah Efendimizin Sahabe ile yaptığı sohbetten gelir. Mür-şîd, o peygamber sohbetini velâyet nûru ile cezbedip velâ-yet kemâli ile mürîde nakleden kimsedir. Sohbet rûhdan zuhur ettiğinden rûha karşı yapılır ve rûh sohbeti cezbederek zamanı gelince de o sohbeti dinleyenin ihtiyacına göre nakleder. Nakşî tarîkatında sohbet kemâlin yapıcısı ve tarîkatın rüknüdür, ana direğidir. Sohbet kâlbi safi ettiğinden sahabelerin yetişme usulü ve her kemâlin tohumudur. Sohbetsiz kemâl olsa bile pek çok desteğe muhtaç olur. Çile ve belâ yağmuru bu desteklerden bir bölümüdür. Mürşîd ile sohbet etmek mürîd için hizmet ile hakîkata ulaşır. Mürşîdin sohbetine mürîd hizmet ile mukabelede bulunmalıdır.

SUHUF : Sahifeler demektir. İstilahda Allah tarafından bazı peygamberlere vahyedilen ve bir kitap hacmine ulaşmayan ve 10-50 sahife arasında değişen yazılı ilâhî emirlerdir...

Suhuflardan on sahife Hz. Âdem'e, elli sahife Hz. Şit'e, otuz sahife Hz. İdrîs'e, on sahife Hz. İbrahim'e verilmiştir ki tamamı yüz sahifedir. Büyük kitaplara gelince, bunlardan ilki Hz. Mûsâ'ya inen Tevrat, ikincisi Hz. Dâvûd'a verilen Zebûr, üçüncüsü Hz. Îsâ'ya inen İncil olup günümüzde bunların üçünün de aslı kalmamış, insanlar vasıtasıyla kaleme alınan bir takım hayalî ve taklit kitaplar halinde uydurma nüshaları bulunmaktadır. Dördüncü ve sonucusu olan Kur'an-ı Kerim bizim Peygamberimize 23 sene içinde vahiy suretiyle nazîl olmuş ve yüzbinlerce sahabenin şahadeti ile hiçbir harfi değişmeden bize intikal etmiştir. Diğer kitapların asıl hükmü ile esas ıtrını da taşıyan Kur'an'ın kıyamete kadar muhafızı Allah'dır. Hükmü, İslamın aslıdır. Şerîatın temelidir. Onun hükmüne uyan ve bu hükmü isteyen gerçek mü'minlerdir. Zâhir, bâtın ve batne mânâlarından başka mânâlarının haddinin Cenâb-ı Hakk'ın azametinde tükendiğini Paşa Hazretleri ifade etmiştir. Ayrıca, kâmil insanın kâlbi de Kur'an'ı câmi'dir.

SÜLÛK : Bir yola girme, husûsi bir guruba katılma ve bir tarîkata girme mânâlarında kullanılır. Tasavvufî mânâ-sı ise, sefer etmek, belli bir yolda ilerlemektir. Seyr-i sülûk tabiri ile müşterek olarak kullanılır. Seyr-i sülûk, âfâki ve enfüsî olarak iki şekilde tahakkuk etmektedir. Dış ve iç seferler şeklinde de söylenen seyri sülûk, zevkî ve vicdânî olduğundan, ifadesi zor olan, beyana sığmayan bir keyfiyettir. Tarîkatın başından, ma'rifetin sonuna kadar yüz derece olduğu söylenmekte ve bunların -bir merdivene çıkma gibi- bu derecelerin her birini ikmal ederek menzil ve mertebeyi gerilerde bırakarak Cenâb-ı Hakk'ın zât yakınlığına ulaşmanın durakları olduğu kaydedilmektedir. Bu durakların başı Kocakarı îmanı, ortası ihlâs ile amel ve teslimiyet sonu da vuslattır. Bu durakların çoğu, alfabetik sırası içinde izah edilmiştir. Burada, bu yüz durağın on kısım içindeki sıralanışını tekrar etmekle yetiniyoruz.

1- Sülûkun başı (Yakaza, tevbe, inâbe, muhasebe, tefekkür, itisam, firar, halvet, uzlet ve riyâzet)

2- Sülûkun kapısı (Hüzün, havf, recâ, huşû, zühd, tak-vâ, verâ, tebeddül, ibadet ve ubûdiyet, hürriyet)

3- Sülûk muameleleri (Murâkabe, hürmet, ihlâs, tehzib, istikâmet, tevekkül, tefvîz, sika, teslim ve tasavvuf)

4- Ahlâkı marziyede (Hulûk, tevâzû, îsar, fütüvvet, sıdk, hayâ, şükür, sabır, rızâ ve imbisat)

5- Sülûk usulleri (Kasd, azim, irade ve mürîd, murad, edeb, yakîn, üns, zikir, fakr, gına)

6- Sülûk vâdîleri (İhsan, ilim, hikmet, basîret, firâset, sekinet, tumaninet, himmet, kurbet, bu'd)

7- Sülûk halleri  (Muhabbet, aşk, şevk ve iştiyak, vecid ve tevâcüd, berk ve zevk, ataş, dehşet, hayret, kalak, gayret)

8- Sülûk vilâyetleri (Vilâyet, sır, gurbet, istiğrak, gaybet, vakit, safâ, sürur, telvin, tekvin)

9- Sülûk hakîkatları (Mükâşefe, müşâhede, tecellî, hayat, kabz, bast, sekr, sahv, fasl, vasl)

10- Sülûkun sonu (Ma'rifet, fenâ, bekâ, tahkik, telbis, vücud, tecrid, tefrid, Cem' ve Cem'ül Cem, tevhîd)

SÜNNET : Peygamberimizin  işlediği, işleyiniz dediği veyahutta bir müslümanın işlediğini gördüğünde sükût ettiği şeylerdir.

"Bak hadîste dedi o Fahr-i Cihan

Sünnetimdir ümmete dârü'l-eman"

İmâm-ı Gazâli (Bizim bu ilmimiz kitap ve sünnetle kayıtlıdır) demiştir. İmâm-ı Şa'rânî İmâm-ı Şâzeli'den naklen diyor ki (Eğer keşif, kitap ve sünnete muhalif olursa keşfi terkedip kitap ve sünnetle amel etmek icab eder. Zira ismet şerîata mahsustur. Hususiyle şerîat terazisinde tartılmadıkça keşif ile amel caiz değildir, diye kavm (sofiye topluluğu) ittifak ettiler.) Bazı tasavvuf ehli tarîkatın aslını şu yedi şarta bağlamışlardır: 1- Kitaba sarılmak, 2- Sünnete uymak, 3- Helâl yemek, 4- Halka ezâ vermemek, 5- Yasaklardan kaçmak, 6- Tevbeye devam etmek, 7- Cenâb-ı Hakk'a ve kullara ait olan bütün hakları eda etmek...

Saîd-i Mağribî diyor ki : (Tasavvufun aslı, kitap ve sünnete uymak, bid'at ve nefsânî arzuları terk, büyükleri tâ-zim, bütün halka merhamet ve mazeretlerini kabul, virdlerine devam, rûhsat ve te'villeri terkdir. Bu yoldan ayrılanlar, (rical) makamından düşerler.)

SÜRÛR : Kulun içine ve dışına yayılan bir sevinçtir ki hüzün hâlini bırakmaz. Âşıkların sürûru, devlet ve izzete ve hatta keramet ve vilâyete bağlı değildir. Bu sürûr Allah'ın fazlu rahmeti iledir. Sürûr üç çeşittir: 1- Zevk sürû-rudur. Bu zevk bütün zâhiri ve bâtınî korkuları giderir. 2- Şuhud sürûrudur ki ilim perdelerinin açılmasıyla meydana gelen tecellîlerdir. Bu tecellîye mazhar olanlar, vehbî ilme kavuşur. 3- Sema'dan hâsıl olan sürûrdur. Bu sürûr vahşet eserlerini kaybedip müşâhede kapılarını açarak sâlikin rûhunu ferahlandırır.

ŞECER : Kelime mânâsı olarak ağaç demektir. Şecere olarak söylenince tek bir ağaç mânâsında bir ailenin kökünü gösteren cetvel, soy kütüğü demektir. Mecazen silsile-i şerîf mânâsında da kullanılır.

ŞEHVET : Nefsin bir şeye meyletmesi ve hazlardan bir şeyi arzu etmesi mânâsına kullanılan bir tabirdir. Lügat mânâsı da buna yakın olarak, bir şeyi sevip ziyade isteme, nefis, cinsî istek olarak gösterilmiştir.

(Günlerden bir gün nefis seni haz aldığın şeye davet eder ve ona muhalefete de yol olursa, sen gücün yettikçe ona muhalif ol. Zira, nefsin hevâsı ve arzusu düşman, bunun aksi de dosttur.) diye söylenmiştir. Cenâb-ı Allah (Nefsi hevâdan nehyetti) buyurulmuştur. Sana da hevayı ve günahı terk lâzım oldu.

Nakşî tarîkatı sâliki rûh yolu ile ilerlettiğinden nefse bağlı olan diğer şeyler gibi, şehvet hakkında da açık açık fazla bir söz edilmemiştir.

ŞEKK : Şüphe etmek demektir. İnanmak için, şüphenin bulunmaması, tereddütsüz ve kat'î olarak zihin ve gönlün kararlı olması lâzımdır. Şüphe  îmânın zıddıdır. Mürşîde karşı olanı ise, teslimiyeti bertaraf eder. Reyb ve reybe olarak söylenen tabirler de şüphe ve şüphecilik olarak şekk sözünden daha fazla kuvvet ifade etmektedir. Muhabbet, sağlam îmanın ürünü, şüphe ise münafıklığın bir şubesidir. Şerîat îmanı gerektirir. İman ise tereddütsüz inanmaktır. Böyle olunca, şüphe olan yerde îman yoktur. İman olmayan yerde ise hiçbir mânevî hâl yoktur.

ŞERÎ'AT : Şer', kanun kelimesinin karşılığıdır. İlâhî kanunlar olarak da kullanılır. Şerîat ise, doğru yol, uyulması gereken usuller, Allah'ın emir ve yasaklarının tamamını kavrayan ve aslını Kur'an ve hadislerin teşkil ettiği kanunlar manzumesi demektir. (Edille-i Erba'a) veya (Usul-ü Erbaa) denilen ve kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha ile bilinen şer'î hükümlerin tamamına şerîat denilir. İlmî mânâsı ise (Kulluğa meylederek emir tutmak) şeklinde tarif edilip; Peygamberimizin amele ait olarak getirdiği ve dış âzâ ile işlenilmesi icabeden hükümler şeklinde de izahı yapılmıştır. İtikada, inanca ait hükümlere din adı verilmiştir. Şerîat su alınan yere (çeşme başı gibi) denir. Bedenin hayatına sebep olan su alınacak yere şerîat denildiği gibi, rûhun gıdası olan ve hayatının sebebi bulunan can kaynağına da şerîat denilmiştir. Şerîata, halkın kendisine itaatı bakımından din, halkın kendisinin etrafına (çeşme başı gibi) toplanması sebebiyle de millet dahi denilmiştir.

Şerîat, müslümanın iradesine tâbi olan gizli ve açık bütün hayatında tatbik etmesi zaruri olan ve Peygamber tarafından Allah'ın emir ve vahiyleri sûretinde alınan bir hükümler demetidir. Bu demetin emirlerine uyana (saîd), (ebrâr), (sâlih), (müttekî) gibi yüksek sıfatlar verildiği gibi, uymayanlara da (fâsık), (bâgi), (şakî), (şerir) gibi kötü ve alçak sıfatlar verilir. Şerîatın emrini yapmayanın emri tutulmaz. Ona uyulmaz. Şerîatın emrini yapan temiz ve sevab sahibi, tutmayan ise günahkâr, fâsık ve fâcir olur. Tarîkat ve maneviyat, şerîat zemini üzerinde durur. Bu zemin bozulunca, hiçbir şey kalmaz. Bunun için (Şerîatsız olan bir kimse havada uçsa bile hemen vur düşür; sinek ve haşarat ondan iyidir) demişlerdir. Mürîdin şerîatsızı yük ve azap, şerîatsız mürşîd ise zındıktır. Bu sebeple, (Tasavvufsuz şerîat fıska götürür, şerîatsız tasavvuf da zındıklığa götür) sözü meşhur olmuştur.

Şerîat üç kısımdır: İlim, amel ve ihlâs.. İlim ve amel ise ihlâsın kazanılmasını temin için âlet hükmündedir. İlim ve ameli zâhir âlimleri bildirirler. İhlâsı kazanmak için ise, şerîata uyup fiil ve ameli şerîat olmuş bir bâtın âlimi şarttır.

Şerîat dışına çıkan tarîkatların sonu ise, silinip ortadan kaybolmaktır. Nitekim, şerîattan yavaş yavaş ayrılarak neticede şerîat düşmanlığına saplanan Bektaşî tarîkatı ile, fıska meyletmesi sebebiyle şerîat dışına atılan Mevlevî tarîkatı, bugün tamamen tarîkat defterinden çizilmiştir. Nakşî tarîkatının dışındakiler, az çok bid'atlarla gölgelendiğinden, Mehdî Hazretleri, onların tamamını kaldırıp Nakşî tarîkatından başkasına izin vermeyecektir.

Mürîdin bütün ameli şerîat terazisinde tartılacak, ona uygun olan amel işlenecek, uygun olmayanlar da işlenmeyecektir. Yanılarak işlenen şerîatsız bir fiil olursa, tevbe ve nedametle birlikte bir haksızlık da varsa giderilip helâl-laşılacaktır.

Şerîatta ef'âli mükellefin denilen ve âkîl ve bâliğ olan müslümanın bilmesi gereken hususlar farz, vâcip, sünnet, müstehab, helal, mübah, mekrûh, haram, sahîh, müfsid ve bâtıl gibi kısımlara ayrılır. Dinimizin de dört kısım emri vardır ki bunlara uymak lâzımdır.

1- İnançta sıhhat - (Her hususta ehl-i sünnet itikadına uygun olmak)

2- Kasıtta sadakat - (Bütün ibadetlerde ihlâs ve doğruluk demektir)

3- Haddi muhafaza - (Din hudutlarını aşmayıp yasakların tümünden çekinmek)

4- Ahde ve'fa - (Bütün ilahi emirlere uymaktır)

(Nakşî tarîkatı, şerîat temelinde yükselen râbıta, sohbet ve hatme sütunları üzerinde kurulan benzersiz bir saraydır. Bu sarayın süsü de, muhabbet, ihlâs, edeb ve teslimiyet çiçekleridir.) Paşa Hazretlerinin sohbet ıtrından.

Şerîat ilminin çeşitleri, ilim maddesinde gösterilmiştir.

ŞEVK : Âşıkın kâlbinde bulunan ve ma'şûkunu görmenin heyecanı olan hâle şevk denilmiştir. (Şevk, velîlerin kâlbinde yakılan bir ateştir, mâsivâyı yakar), (Şevkin menşe-i muhabbet, muhabbetin meyvesi de şevktir) şeklinde vecizeler söylenmiştir. Sofiye nazarında, insanların meleklerden efdaliyeti şevkleri sebebine bağlanmıştır. Semâ, tegannî ve raks şevk ehline mahsus hallerdendir.

ŞEYH : Büyük ve yaşlı kimseye, bir topluluğun başkanına şeyh denilir. Zıddı olan gence de Şâb, Şâb-ı Emred derler. İlim ve sanattaki üstâd ve üstâza da şeyh denildiği gibi mürşîde de şeyh denilir. İnsanlar kitap okuyup ilim tahsil etmekle bir üstad ve mürşîde olan ihtiyaçtan kurtulamazlar. Mesnevî'de (Kur'an mürşîddir) sözünün, Kur'an mürşîde kavuşmaya vesîle olur, vasıta olur mânâsına kullanılınca ancak gerçeği ifade eder şeklinde anlaşılır ve anlatılırsa hakîkat ifade edilmiş olur, denilmektedir.

Mürşîd mânâsındaki şeyh, kendisinin intisab ettiği bir silsile ile Peygamberimize bağlı olan mürşîdi tarafından yetiştirilip kemâle ermiş ve kendisi de tâlib yetiştirmeye izin almış olan bir yüksek himmet ehlidir. Gizli ve tehlikeli bütün yollardan geçmiş ve bu sır âleminde kılavuz olmuştur. Müsait yaratılışta olanları da bu gizli yollardan tehlikeye uğratmadan geçirmek onun mukaddes vazifesidir. İlmi ile âmil olan bir Rabbânî âlim, yakınlık devletinde büyük bir mevki ve makam almış olan bir Allah dostu, yüce bir evliyâullahdır.

Velâyet devletinin büyük âmirleri olan şeyhler, nebî-lerin vârisi olarak halka Hak'dan haber veriler. Kâmil şeyh Peygamberin vekilidir. (Kuldur ama Allah'ın azamet ve kudreti onda tecellî etmiş, Allah'ın sıfatlarına boyanmıştır. Ona uyan Allah'a yakın olacaktır.) Paşa Hazretlerinin beyanından. Yine Paşa Hazretleri (Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır) hadîs-i şerîftir, sahihtir buyurmuştur. Bu hadîsi bütün büyük şeyhler tekrar etmiş, bütün makbul kitaplar zikretmiştir.

İmâm-ı Rabbâni Hazretleri (Şeyhlerin insanları Allah'a götürmek için, halleri, makamları, müşahedeleri, tecellî-leri, keşifleri, ilham ve rüya tabirlerini bilmesi lâzımdır.) buyurmuş ve (şeyhin (Pîr) doğru olup olmaması, onun yanında iken Allah'a bağlılığın çoğalması ile anlaşılır) demiştir.

ŞÜKÜR : Görülen iyiliğe karşı söz ve iş ile teşekkür etmek, memnuniyet göstermek demektir. Bir iyiliği methetmek de bir şükürdür. Zıddı küfrân-ı nimettir.

Allah'a şükür, âzâ ve kuvvây-ı malı ve canı niçin yaratıldıysa o tarafa doğru kullanmak mânâsınadır. Kâlble, lisanla ve âzâ ile yapılır. Kâlble yapılanı nimetin Allah'dan olduğunu bilerek Allah'a bağlanmak; lisanla olanı da, (Çok şükür elhamdülillah) demek ve âzâ ile olanı da her ibadeti ve hizmeti yapmaktır. (Aza şükretmeyen çoğa şükretmez, insanlara şükretmeyen de Allah'a şükretmiş olmaz) hadîsi şükrü ne güzel izah etmiştir. (Nimete şükür nimeti arttırır, nimeti inkâr da nimeti azaltır.) buyurulmuştur. Şükrün hakîkatı, bütün emirleri yapmak, bütün yasaklardan da kaçmaktır. (Nimetleri yerinde sarfetmek) de şükrün aslı olarak söylenmiştir.

Âlimlerin şükrü sözlerinde, ibadet edicilerin şükrü fiillerinde, irfan sahiplerinin şükrü ise her hallerinin doğruluğundadır.

TAKVÂ : Lügat mânâsı sakınmaktır. Yani zarar ve ziyandan korunmak mânâsınadır. (Allah'ın emirlerine riâyet ve yasaklarından çekinmek) şeklindeki tarifi de fıkıh lisanıdır. Allah'dan korkmak, haram ve şüpheli şeylerden sakınmak şeklinde de ifade edilmiş ve böyle bir hâle ittikâ, bu hâlin sahibine de müttakî denilmiştir. Müttakî, emin, itimada lâyık olan kimse demektir ki kendisinden kimseye zarar gelmez. Takvânın zıddı fısk, sahibi de fâsıktır. Takvâ âhiret azıklarının en iyisi olup her hayrı toplamıştır.

Takvâ üç kısımdır: 1- Sâhibini cehennemde ebedi kalmaktan koruyan ve avâmın takvâsı olan kelime-i tevhîdi söyleyip küfürden sakınmaktır. 2- Sahibini cehenneme girmeden muhafaza eden havassın takvâsıdır. İmanla birlikte büyük ve küçük günahlardan sakınmaktır. Şerîatta tanınan ve tekrar edilen takvâ budur. 3- Sahibinin cennetteki derecesini artıran ve cemâle, müşahedeye lâyık kılan takvâdır. Kâlbi mâsivâdan muhafaza etmekle kazanılır.

Takvâ pek nâdir ve çok kıymetli bir hazine, eşsiz bir cevher, çok hayır ve büyük bir feyiz, kutlu bir rızk ve büyük bir mülktür. Fazîlet  ve Allah indindeki derece onunla belli olur. Müttakide üç haslet vardır: 1- Kötü işe sürüklememesi için fenâ dosttan ayrılıp kaçmıştır. 2- Diline yalan söz koymaz. 3- Harama düşme korkusundan helâl olanların bir kısmından da çekinir. Bu hâl ise, verâ tâbiri ile yakın bir alâka demektir.

TARÎK - TARÎKAT : Yol demektir. Tutulan, uyulan yol, bir mürşîdin usûlüne uyup onun manevi yoluna girerek Allah'a ulaşma azminin adıdır. (Turuk) tarîkatlar demek olup tarikin çoğuludur. (Turuk-u âliye) şeklinde yüksek tarî-katlar mânâsında kullanılır. Paşa Hazretlerinin (Tarîkat hem farz, hem vacip hem de sünnet-i müekkededir. Ce-nâb-ı Hakk'ın Habibine emridir. Habîbi de Sahabe Efendilerimize emir buyurmuş onları bu yolda yetiştirip irşad etmiştir.) şeklindeki sohbetleri mâlumdur. Peygamberimiz ilk defa hicret esnasında saklandıkları mağarada Hz. Ebubekir Sıddık'a gizli zikri ve rûhani tarîkatı emir buyurmuştur. Hz. Ömer ve Hz. Osman'a da ayrı ayrı zikirler ve usuller tarif ve telkin edilmiş ise de, onlar, hilâfetlerinde ken-dilerine emredilen tarîkatların zorluğundan bunları değil Hz. Ebûbekir'in yolunu tâ'lim edip onun usulü ile irşadda bulunmuşlardır. Bu sebeple de Hz. Faruk ve Hz. Zinnû-reyn'in tarîkatları devam etmemiştir. Hz. Ali Efendimiz halife olunca, kendisinden önceki halifelere uyanları Hz. Ebubekir yolundan irşad etmiş, yeniden kendisine bağlananlara da, kendine emredilen usul ve yolda yani cehrî zikir ve nefsani usulde hizmet emir buyurmuştur. Kuruluşları askerî sistemde olan rûhani tarîkatlar dört veya beş ana kolla devam etmiş, kuruluşu mülkî sisteme uygun bulunan nefsani tarîkatler ise yedi veya bir rivayette sekiz kolla ilerlemiştir. İnsanların zevk, anlayış ve mizaçlarına göre hizmet ve ilerlemelerinde kolaylık olması hikmetinden, rûha-ni ve nefsani tarîkatların tamamı, oniki imamın kadem ve mizacına uygun olarak oniki çeşit olarak lütfedilmiştir. Bu oniki çeşit tarîkatın kendilerine nisbet edildiği oniki imama -ıstılahda- Pîr denilmiş, sonradan pîr tabiri her mürşîd için kullanılmıştır. Rûhani tarîkatların netice irşadı Nakşî tariki usulünden, nefsani tarîkatların irşadı da Kâdiri tarîkatının usulünden yapıldığından, aslında iki tarîkat var demektir.

Zaman ilerleyip insanların mizaçları dalgalanmaya başladığından -zâhirdeki değişikliklere uygun bir halde- bu oniki tarîkatın her birinden kollar ayrılmış ve bu kollar da pek çok şubelere bölünmüştür. Her kol ve şubenin usulü ayrı olup cümlesi de hakdır, vâsıl edicidir.

Tarîkatlar tatbik ettikleri usul bakımından yani rûh ve nefis yollarından olduğu gibi açık ve gizli zikir yapma bakımından da sınıflamaya tâbi tutulup ona göre isimlendirilirler. Rûhani tarîkat, nefsani tarîkat, hafî tarîkat, cehrî tarîkat gibi. Bunun dışında tatbik edilen amel bakımından da üç ayrı guruba ayrılırlar:

1- İbadet yolu ile gidenler,

2- Riyazet yolu ile gidenler,

3- Muhabbet yolundan gidenler.

Bunların hepsi neticede muhabbet yoluna ulaşıp o muhabbetin cezbesiyle vâsıl olacaklardır... Hepsi hak yoldur, ulaştırıcıdır.

Bütün tarîkatların gayesi, şerîatı lâyıkıyla icra edip gizli ve açık her hâl ve zamanda onu yaşamak ve sünnetlere uymaktır. Bu ikisinin dışında tarîkat olmaz. Bu sebeple (Tarîkat mektebinin dersi şerîattır) denilmiştir. Şerîatsız tarîkat zındıklıktır. Büyükler bütün tarîkatlar için dört temel ve esas vardır, bu esasın dışındakiler tarîkatın da dışındadır demişlerdir:

1- Cenâb-ı Hakk'a sıdk u sadakatla yönelip sünnet-i Muhammediyeye tamamiyle uymak,

2- İtikadı, ehl-i sünnet itikadına uygun hâle getirmek. Ehl-i sünnet dışındaki itikatlardan velî olmayacağını bilmektir. (Meşayih itikadı ancak ehli sünnet itikadıdır, aksi mümkün değildir.)

3- Cenâb-ı Hakk'a ubûdiyete, kulluğa devam etmek ve âgâh olup mahviyet kazanmak,

4- Bütün saadetlerin sonu olan muhabbet zevkine ulaşıp cezbe-i ilâhîyeye kavuşmaktır. Dikkat edilirse, bu dört şart her şartı toplamış bir hülâsadan ibarettir. Cenâb-ı Hakk'a dört merhale ile ulaşılır: 1- Şerîat, 2- Tarîkat, 3- Hakîkat, 4- Marifetullah... Marifetullaha, şerîata uyup tarî-katta makbul olduktan sonra hakîkat âleminden geçerek varılır. Tarîkat bu ulvî memuriyetin mektebinin adıdır. Tarîkat mektebinin hocası Mürşîd-i Kâmil, Resûlullah Efendimiz ve bizzât Cenâb-ı Hak'tır. Böyle bir hocalar gurubunun okutacağı ilim ile vereceği terbiye ve ulaştıracağı memuriyetleri idraki olanlar sezebilir.

Tarîkat, Cenâb-ı Hakk'ın emri, Resûlünün sünneti ve Sahâbelerle âriflerin mektebi olduğundan, kıyamete kadar hükmü bâkî ve usûlü geçerlidir. Ona severek uyan hak yolun makbulü, îman zıddiyetinden düşmanlık edenler zâlim, cehaleti hevâ ile veya zâhir halifeleri elindeki bir zümre ve guruba bağlılığın tabii neticesi olan asabiyetle veyahutta bağlılık iddia ettiği zâtın beyanını yanlış anlayan, bozan veya değiştirenlere aldanan sâdık cahiller ise mahcup kimselerdir... Allah onları ıslâh etsin.

TASAVVUF : (Cenâb-ı Allah ile oturmak isteyenler tasavvuf ehli ile otursun) buyurmuşlardır. Bu sözün mânâsı, tasavvufu tarif ve ifadeye yeter. Tasavvuf hakkında yapılan tariflerin bini geçtiğini Sarı Abdullah Efendi beyan etmektedir. Tasavvuf, bütün ilimleri kendinde toplamış bir ilim, bütün fazîletleri noksansız elde etmenin yolu, Cenâb-ı Hakk'a ulaşmanın usûlüdür. Bu sebeple herkes kendi kemâli sahasında ondan haber vermiş, onu görüp erebildiği kadar anlatmıştır. İfadeler değişik ise de hakîkat birdir. Paşa Hazretleri (Tasavvuf, Allah'ı bilip Allah'ı bulmaktır) buyurarak bu bahsi vecizelendirmiştir.

İnsanlar, Allah'dan gelmiş ve yine ona döndürülmek üzere yaratılmışlardır. Her insan ayrı bir fıtrat üzerinde, ayrı bir kalıp ve kabiliyette, ayrı yüz, ayrı zevk ve akılda, ayrı bir ses ve deri ile renkte ve ayrı bir nefisle ayrı bir rûhda yaradılmıştır. Bu çeşitlilik, Allah'ın yaratma gücü ve sıfatının tezahürüdür. Bütün diğer mahlûkatla birlikte her biri ayrı ve aykırı özelliklerle yaratılan bütün insanlarla cinler, Allah'ı bilip onu bulacak âlet ve kâbiliyetlerle yaradılmış ise de, Allah Rahmân ve Rahîm sıfatları iktizası ayrıca, her ümmete peygamberler göndermiş, suhuf ve kitaplarla da bu iki teklif ehline (insan ve cinlere) ayrı bir lütufta daha bulunarak, Allah'ı bilip Allah'ı bulacak âletleri nasıl kullanacakları ile kabiliyetlerini nasıl kemâle erdireceklerini bildirip Peygamber ve velîleri misalleriyle de cismen göstermiştir.

Bir taraftan nefis, beden ve şeytan ma'rifetiyle kötülüğe ve azâba itilen insan, rûh, şerîat, kitap, peygamber ve bu peygamberin vârisleri olan mürşîdler ma'rifetiyle de hayra ve cemâle çekilmektedir. Allah'ın yaratığı olan insanlar, bu yaratığın zâhir ve bâtındaki her hücresini kemâliyle bilen Allah'ın koyduğu hayat kanunlarına kitap ve sünnet rehberliğinde uyarlarsa, Allah'a kulluk edip rızasına erer, uymazlarsa onun adaletine maruz kalırlar. Allah, rûhları yaradıp bütün güzellikleri onlara gösterip, bütün kemâlleri de onlara bahşetmiştir. Bundan ayrı bir yüksek lütufla da o rûha Hakk'ın gösterdiği güzellikleri hatırlatarak, o sahaya ulaşmasına yardımcı olacak kudrete mâlik olan mürşîdleri de kılavuz ve hoca tayin buyururak Rahîm sıfatını, Kerîm ve Cemâl sıfatları gibi rahmetlerini de ilâveten ihsan etmiştir. Böylece, şeker, yağ ve unu getirmiş helva yapımına âmâde kılmıştır. (Bal, Allah'ın ihsanı, arıdan istenen ise vız vız etmektir) teşbihi gereğince, mürîdin işi inanıp amel etmekten ibarettir. Bu sebeptendir ki (isteyen buldu, isteyen bulur) denilmiştir.

İşte bu kısa izahla ifadeye çalıştığımız tasavvuf, inançta, ibadet ve tâatta ve bütün hayat sahasında yapılacak bütün amel ve işleri kavrayıp onun yüksek yolunu gösteren bir ilimdir. Okuyarak aklen kavranacağı gibi yoluna girip makbuliyete ulaşmakla da hakîkatine kavuşulur. Bu ıstılahların tamamı, onun usul ve kaidelerinin bir kısmı olup onun makbul olmuş ricalinin beyanlarından ibarettir.Yine tasavvuf sahiplerinin kelâmıdır ki, tasavvuf kâl (söz) değil (hâl)'dir. Allah o hâli nasip buyursun.

Şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma'rifetullahın temas ettiği her şey tasavvufun konusudur. Zâhir ve bâtında, inanç ve amelde, hayat ve ölümde, dünya ve âhirette, ezel ve ebette açık ve sır olarak bilinen veya bildirilen her ilim ve durum tasavvufun sahasıdır. Bu kadar geniş bir alandaki her kötülüğü önlemek ve her hayır ve fazilete teşvik etmek de tasavvufun vazife ve selahiyetlerindendir.

Bu izah da, noksanı bize ait olarak, kâfidir.

TASDÎK : Sâlikin şeyhinin sözlerini, hâl ve hareketlerini kabul etmesi demektir.

TA'ZİM : Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve uluhiyetine hürmet ve riayet etmektir. Emirlerine uyup yasaklarından kaçmakla olur. Her cihetten din hükümlerinin tamamı iki damla ıtra teşbih edilir ki, bunlardan biri Hakk'ın emrini ta'zim, diğeri de Hakk'ın mahlûkatına merhamet etmektir.

TEBETTÜL : Bütün mâsivâdan kesilip Cenâb-ı Hakk'a lâyıkıyla yönelmek demektir. Siva olan şeyler içinde, dünya ve âhiret dahildir.

TECELLÎ : Gayb âlemi nûrlarından kâlbe açılan bir penceredir. Lügat mânâsı görünme, bilinme, meydana çıkma demektir. İlahi sırlarla kudret eserlerinin meydana çıkıp yine Hak nûrları ile görünmesidir.

Sâliklerin kâlblerine Allah'dan gelen beşaretler üç kısımdır ki (Rüya), (vâkıa) ve (mükâşefe) isimleri ile söylenirler. Başlangıçta rüya, ortada vakıa, nihayette de müşahede vasıtasıyla tecellîye mazhar olunur. Rüyaların ekseriyetle onda biri te'vil ve tefsirsiz doğru ve sadık, onda dokuzu te'vil ve tefsire muhtaçtır. Vakıalar ise, yarı yarıya hakîkata uygun ise de yine de yarı nisbette hatâ ve te'vile açıktır. Mükaşefelere (keşfedilenler) gelince, bunların yüzde doksanı hak ve hakîkata uygun, yüzde on kısmı hatâya müsaittir. İçinde tek zerre hatâ ihtimali olmayan tek ve mutlak tecellî vahiy'den ibarettir.

Tecellî mahiyet itibariyle iki kısımdır:

1- Rûhanî tecellî ki yaradılmışlarla ilgilidir.

2- Rabbânî tecellîdir ki, yaratıkla ilgisi yoktur.

Rabbânî tecellî de iki kısımdır:

A- Ulûhiyet tecellîsi ki, Hz. Muhammed'e aittir,

B- Rubûbiyet tecellîsi ki, Hz. Mûsâ'ya aittir.

Rubûbiyet tecellîsi de üç kısımdır:

a- Tecellî-i zâttır.

b- Tecellî-i sıfattır  ve bu da iki kısım olup biri celâl tecellîsi olarak (temkin) sahiplerine, diğeri de cemâl tecellîsi olarak (telvin) sahiplerine aittir. Mevcudiyet sıfatı ile tecellî olunca (Cübbemin altında Allah var) şathiyatı zuhur eder. Vâhidiyet sıfatı ile tecellî olunca nefsin kıyamı meydana çıkıp (ben beni tesbih ederim) gibi bir sekir kelâmı hâsıl olur. Bekâ sıfatı ile tecellî olunca da (Ene'l-Hak) ifadesi söylenir. Râzıkiyet sıfatı ile tecellî olsa Hz. Meryem gibi rızka mâlik olunur. Hâlıkiyet sıfatı ile tecellî olunca da Hz. İsa gibi çamurdan yapılan şekle üfürülse kuş olur ki Hz. İsa'nın nefesi budur.

c- Tecellî-i ef'âldir (fiillerin tecellîsi). Bu oluşlar tecellîsi, sıfat tecellîsinin bir kısmı olup fenânın bekâda kaybolmasıdır.

Seyr-i sülûkdaki tecellîlerin tamamı dört kısımdır:

1- Sûrî tecellîdir. Bütün eşya (yaratıklar) şeklinde olabilir. Cansızların -cemâd- kemâllisi mercan, bitkilerin ke-mâllisi hurmadır ki Hz. Adem atamızın çamurunun artakalanından yaratılmıştır. Hayvanların kemâllisi de at'tır. Bu kemâlli yaratıklar şeklinde tecellîlere nail olan evliyâullah sayılmakta, sâliklerin kemâle erdiklerinde de insan sûre-tinde, hattâ kendi sûretinde tecellîye şahid olur ki, (Ene'l -Hak gibi şathiyatlar bu cümledendir) denilmektedir.

2- Mânevi tecellî ki sıfatlar tecellîsidir. Akıl ve bilgilerine aldanıp peygamberimize uymayan hakîmlerin (hükema) ayaklarının kaydığı ve şeytana oyuncak olduğu yerdir. Evliyâdan sekir hâlinin istilâsı sırasında veya nok-sanlık hallerinde de hâsıl olursa da - Evliyâ korunmuş olduğundan- sahiv hâline dönünce veya noksanını anlayınca istiğfar ederek, noksanını ikmal ederek bu halden kurtulurlar.

3- Nûr tecellîsidir ki fiillere, işlere aittir.

4- Zevk tecellîsidir ki zâta ve zât nûrlarına aittir.

TECRÎD : Ayırmak demektir. Kâlbden, sır ve gönülden mâsivâyı çıkarmak şeklinde tarif edilmiştir. (Cenâb-ı Hak, bir adam içinde iki kâlb yaratmadı) âyeti gereğince, bir gönülde Allah'dan başkası varsa, oraya Allah tecellî etmez. Paşa Hazretleri (Allah olan yerde gayrullah yoktur) buyurmuştur.

"Bir gönülde kenz açılmaz ta ki pürnûr olmadan

Pâdişah konmaz saraya hâne ma'mur olmadan"

TEFEKKÜR : Düşünmek, fikretmek demektir. (Tefekkür gibi ibadet olmaz), (Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerini tefekkür ediniz fakat Allah'ın zâtını tefekkür etmeyiniz zira, Allah'ın zâtını idrak edemezsiniz) hadîs-i şerîflerinden anla-şıldığına göre, nimetleri tefekkür etmek tarîkatta şarttır. Ancak, Allah'ın zâtını düşünmek ise sırf günahdan ibarettir. (Bir saat tefekkür, bir sene nafileden hayırlıdır) hadîs-i şerîfi ile (Bir saat tefekkür yetmiş yıllık nafileden hayırlıdır) hadîs-i şerîfi tefekkürün kısımlarını gösterdiği gibi ne derecede hayra sebep olduğunu ifadeye yeter... Kur'an-ı Kerim'de, (Tefekkür ediniz), (Fikrediniz) şeklindeki emirler pek çoktur.

İnsanların en akıllısı Peygamberler, sonra da evliyâullahdır. Tefekkürde de en ilerde olan bunlar ve bunlara uyanlardır...

TEFVÎZ : Herşeyi, işleri Cenâb-ı Hakk'a havâle etmek demektir. (Tefvîz itiraz etmemek ve halkın ayıplarını görmemek) şeklinde de tarif edilmiştir.

Tefvîzin alâmeti üçtür:

1- Tedbirleri takdire havâle ile sükûnet bulmak,

2- İrade-i cüziyeyi irade-i ilâhîyeye havâle ile hareketsiz kalmak,

3- Daima kazaya (takdire) hâzır ve razı olmak.

Tefvîz, tevekkül ve teslimin neticesi olduğundan, bu son iki madde ile birlikte ilerde de anlatılacaktır.

TEHZÎB : İslah edip temizlemek, düzeltmek demektir. İlim ve ameli lâyık olmayan şeylerden, gösteriş ve riyadan temizlemek mânâsında kullanılır. Yenilerle riyazet sahiplerine lâzım olan hasletlerdendir. Âdet ve gösteriş şüphelerinden kurtulan kimseye ibadette istikamet hâli açılır ki bu mertebeye (istikamet), sahibine de (müstakim) denilir. (Nefsi ayıplardan ameli de riyadan temizlemek) ifadesi ile de tehzibi tarif etmişlerdir.

TELBÎS : Elbise giymek, örtünmek demektir. Istılahda, Allah'ın sıfatları ile sıfatlanmak mânâsında kullanılır. Râbıtanın bir çeşidi olan ve şeyhin ahlâk ve vasıflarına bürünmek, amelde kendisini onun yerinde düşünmek, hayali böylece yapmak şeklindeki râbıtaya (telebbüsi râbıta) denir. Şeyhin elbisesini giyme şeklindedir lügat mânâsı.

TELVÎN : Lügat mânâsı boyanma, renge girme demektir. (Levn) kökünden gelirki, levn boya, renk ve sıfat mânâlarına kullanılır. Vilâyet mertebelerinden birinin adıdır. Telvin, değişme halleri gösterdiğinden, noksanlık olarak sayılmıştır. Hâlin başında olan ve nefsü heva tesirinden meydana geleni, rüzgâr önündeki saman çöpüne benzetilmiş, yukarı derecelerde olan ve sıfatlara bürünürken renkten renge girmeye benzetileni de zaruri görülüp methedilmiştir. Telvin hâlinin sonu, nasip olursa, temkin hâlidir ki kararlı ve oturaklı mânâsına olup yakî-ne erme, vuslâta nail olma hâlidir.

Telvin sahipleri, sekir halinde bulunanların, aşk sarhoşluğundan mest olanların hâli olup şatahat yeridir, fenâ makamıdır.

TEMİZ HUYLAR : İmanın kemâlinden sayılan ve kerem sahiplerinin ahlâki denilen (mekarim-i ahlâk) iyi ahlâklarla ahlâklanmak, insanın vasıflarını güzelleştirmesi ile olur. Buna (ahlâk-i hamîde) de denilir. Peygamberimiz "Ben mekarimi ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuş ve "İnsan iyi ahlâkı sebebiyle gündüz oruç tutup gece -sabaha kadar- ibadet edenlerin -kaim olanların- derecesine ulaşır" müjdesini vermiştir. Lokman Hekim oğluna şu dört hikmeti tavsiye etmiştir: "İki şeyi söyle ve hiç hatırından çıkarma, biri günah diğeri de ölümdür. İki şeyi de unut, hiç hatırına getirme ki, biri başkasına yaptığın iyilik, öbürü de başkasından gördüğün kötülüktür."

(İlm-i ahlâk) başlıbaşına bir ilim ve tasavvufun gayesine varmanın âletleridir. (Mekarim), temiz ve güzel huylara denir ve şunlardır: 1- Akıl, 2- Din, 3- İlim, 4- Hilm (yumuşak huy), 5- Cud (cömertlik) ve sehâ (el açıklığı), 6- Örf ve adet (iyi alışkanlıklar), 7- İyilik, 8- Sabır, 9- Şükür, 10- Mülâyemet (güler yüz ve tatlı söz).

TEMKÎN : Sekir hallerinden kurtulup sahiv (âgâh ve uyanık) haline gelmiş, yüksek makamlarda karar kılmış olanlardır.

Temkîn, lügatta, ağır başlı, vakarlı ve kararlı demektir. Temkîn sahipleri, iş ve sözlerinde şerîattan kıl kadar ayrılmazlar. Telvîn hallerinden (fenâ ve sekir) geçip rüsuh makamlarına gelenler bunlardır. (Cenâb-ı Allah ile oturmak isteyenler, tasavvuf ehli ile otursun) denilenler bunlardır. İrşad ehli bunlardır. Paşa Hazretlerinin ifadesiyle (Tasavvuf Sahipleri) bunlardır.

TESLÎM : Lügatte, kabul etmek, doğru ve haklı bulmak, karşısındakinin hükmü altına girmek, kendisini Allah'ın takdirine terketmek mânâlarına gelir. (Teslimiyet) ise, bu mânâları benimseyip huy edinmek demektir.

Tasavvufta, mürîdin mürşîde boyun eğip hükmüne razı olarak itaatı ve tabiatına uymayan şeylerde itiraz etmemesi demektir. Çünkü, mürşîde itaat -mürîde- farzdır. İster lütfetsin, isterse cefâ etsin. Onun meşrebi tatlıdır. İsterse bulansın. İsterse dupduru olsun. Gerek sağlığında gerekse vefatından sonra mürşîde hürmet ve tâzîm şarttır. Tâzîm ve hürmet teslimiyeti de gerektirir. Mürîd, kavil ve fiilinde mürşîdini tasdik edip onun ilim, kemâl, söz, iş ve fiillerinin tamamını doğru ve yüksek bilmelidir. Gönlünde  tereddüt ve şüphe gibi şeyleri bırakmamalıdır. Şeyhini ilimde İmam-ı A'zam, sırda Kutbü'l-Aktab bilmelidir. Şerî-ata uygun bulmadığı ve tabiatının kabul etmediği bir şeyin bir hikmeti olduğunu düşünüp bu hâli bir imtihan vasıtası saymalıdır. Mürîd, teslimiyette, kendini ölü yıkayıcıya bırakılan bir ölü gibi saymalıdır. Zira tarîkatın müritte istediği dört şarttan biri teslimiyet, şeyhe uyup onun Allah kılavuzu olduğuna yakînen inanmak demektir. Tarîkatın teslimiyetten sonra aradığı diğer üç şart ise, muhabbet, ihlâs ve edeptir. Bunlar da teslimiyet gibi önce mürşîde karşı olanı sonra da tarîkat ve Resul ile Allah'a karşı olanlarıdır ki, mürşîde karşı muhabbet diğerlerine olan muhabbeti de meydana getirecektir. Mürşîde muhabbet beslemek, edepleri yerli yerinde yapmak ve ihlâs ile bağlanarak onun Hak kapısı ve Hak kılavuzu olduğuna sıdk ile inanıp ona bütün düşünce, amel ve işlerinde tâbi olmak, teslim olmak... Tarîkat bundan ibarettir. Onlar emek zayi etmezler. Her mürîdin lâyık olduğundan çok fazlası ile Allah'a ulaştırırlar.

Mürîd, mürşîdinin emrini her şeye tercihen tutacak ve asla itiraz etmeyip ihmal etmeyecektir. Kendisini Hakk'a ancak o emrin ulaştıracağına inanıp, Allah'a çıkan diğer kapıların kendisine kapanmış oduğunu, sadece bu emrin yapılmasiyle açılacak olan kapıdan girebileceğini aksi halde Hak kapısının ebediyyen kapanacağını bilmelidir. Zâhir ve bâtında şeyhe uyup onun emrine uymak ve kararını doğru bilip ihlâs ile inanmak vaciptir. İçi ve dışı ile inanıp ihlâs ile bağlanması şarttır. Mürşîdin bir hatasını kendi doğrusuna tercih etmelidir. Hz. Ebubekir "Ya Resu-lallah, sizin bir sehvinize bütün amelim feda olsun" buyurmuştur.

Yalnız, mürîd şeyhine niçin, neden gibi itiraz etmemelidir. Böylesi de iflâh olmaz demektedirler. İtiraz sûretiyle şeyhin gözünden düşen, göklerden yere düşmekten beter olmuştur.

"Kâlbini hıfzeyle şeyhinden yana

İtiraz etme sakın kâlbten ona

Sen seni mürşîdde mahvet ey civan

Mürşîd-i kâmildir iksir-i Â'zam

Şeyh-i kâmil vasıta billâh olur

Şeyh-i kâmil mutlak ehlullah olur

Şeyh-i nâkıstan çıkar naksı celi

Kâmili bul kâmili bul kâmili

                                    Mustafa Fevzi b. Numan

TEVÂZU : Tevâzu, nefsi küçük, aşağı ve hor görmek mânâsında (huşû) ile müşterektir. Alçak gönüllü olmaktır. Bunun zıddı kibirdir. Nefsi hor ve hâkir görmek, nefse karşı çıkmak, tarîkatın şartı, şerîatın emridir. İyi ahlâkın belirtisi tevazudur. Nefis Allah'a bile itaat etmek istemeyip kendi baş olmak sevdası taşıdığından, nefsini alçaltıp Rabb'e teslim olmak tevâzûdur. İnat ve itirazdan çekinmekle yerleşir. Bir hadîs-i şerîfte (Allah, iktisat edeni zengin eder, israf edeni fakir düşürür, tevazu göstereni yükseltir, kibirlenen kimseyi de alçaltır) buyurulmuştur. Peygamberimiz (İbadetin lezzeti tevazudur), (Tevazu sahiplerini ne zaman görürseniz onlara karşı mütevazi olunuz. Kibirlilere karşı ise kibirli olunuz ki, alçaklıkları ve aşağılık oldukları meydana çıksın) buyurmuştur.

Paşa Hazretleri de (Tevazu fetheder Fettah bâbını) kelâm-ı kibarını sık sık tekrar ederdi. Yine Paşa Hazretleri (Ahlâk, tevazu, hürmet ve mahviyet sıfatlarının dördü bir vücutta tekmil olup muhabbet, ihlâs, edeb ve teslimiyeti hâsıl ederse, rûhda kemâl tekmil olmuştur. Bu insan (Âdil Sultan) olmuştur. Aranan saadet ve selâmet de budur) buyurmuştur.

TEVBE : Lügatta rücû' etmek, dönmek mânâsınadır. Şerîat ıstılâhı olarak kötü şeylerin irtikabından pişmanlık ve onları hayatta kaldıkça bir daha işlememeye azmetmek demektir. Hüdâ'nın hükmüne muhalefetten muvafakata dönmektir. Tevbe, tasavvufta yolun başı ve belki de giriş kapısıdır. Tevbe etmeden tarîkata girilemez. Kur'an-ı Kerim mü'minleri tevbe edip Hakk'a dönmeye davet eder. Tevbenin kurtuluş getireceği müjdelenmiştir. Allah'ın tevbe edicileri ve temizlenenleri sevdiği, âyetlerle bildirilmiştir. Tevbe edipte yaptıklarına pişman olan delikanlı, tevbe makamlarının en üstündedir. Böyle bir mü'minden üstün bir sevgili bulunmadığına dair birçok hadiste açık işaretler vardır. Hâlis ve samimi olan her tevbe makbuldür. Avamın tevbesi, ceza korkusuyla günahtan kaçılarak olur. Havassın tevbesi de sevap gayretiyledir. Yüksek derecelerdekilerin tevbesi ise, sadece emre riayet titizliğindendir.

Tevbenin şartları da şöyle sayılmıştır: Pişmanlık duymak, bir daha dönmemek azmiyle günahı terketmek, haksız alınan şeyleri sahiplerine iade (ki helâllaşmak) geçen farzları kazâ, nefsi tâatte eritmek ve ağlamaktır.

Bir kimse günahlardan kaçmayarak cehennemden korkarım dese yalancıdır, amel etmeyerek cenneti isterim dese yalancıdır, sünnet işlemeyerek Peygamberi severim dese gene yalancıdır. Cenâb-ı Hak indinde tevbekâr sayılmaz. (Cenâb-ı Hak, ziyade tevbe edenleri sever) âyeti ile (Tevbe eden kimse Allah indinde şehit gibidir. Günaha israr ettiği halde istiğfar eden kimse Rabbisiyle eğlenmiş gibidir) hadîs-i şerîfi, tevbeye teşvik ve tevbe ölçüleridir.

Tevbe, başlangıçtaki pişmanlık ve rücû', bu rücû' ile tarîkata girmeye inabe, tarîkatı ikmal etmeye de evbe denilir. Tevbe Cenâb-ı Hak'dan korkanlar için, inabe Cenâb-ı Hak'dan inâbe edenler için, tevbe ise Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine uyanlar içindir.

(Hz. Ebubekir Efendimiz, "namazın kabulü secde-i sehiv yapmakla olur" buyurmuştur. Şu zamanda, her namazda sehiv secdesi yapmak mümkün olmayacağından, bizim her namazın sonunda söylediğimiz beşer istiğfar da namazın kabulüne vesiledir İnşallah) buyurmuştur, Dede Paşa Hazretleri.

TEVEKKÜL : Hakk'a güvenmek ve işleri ona havale etmektir. Meşru sebeplere (esbabına) başvurduktan sonra işin olurunu Allah'dan beklemektir. İnsanların gücünün yetmediği işleri  Allah'a havale edip keder ve üzüntüyü bırakmaktır. Herhangi bir hâdisenin olması için sebeplerin gereğini yapmak kâfi değildir. Yaradan'ın dilemediği bir hadise hiçbir zaman meydana gelmez. Ayrıca, Allah'ın dilediği bir şeye de hiçbir kuvvet mâni olamaz. Ne var ki, Allah çok hadiseleri bir sebebe bağlamış, bir işin olmasına bazı sebepleri vasıta etmiştir. Tevekkül, bu vasıtaları, bu sebepleri yerine getirdikten sonra o hadisenin olmasını Allah'ın takdirine bırakmaktır. Devesini başıboş bırakan Sahâbiye Peygamberimiz "Deveni bağla, ondan sonra Allah'a tevekkül et" buyurmuştur.

Calinus Hakîm'in vefatından sonra cebinde şu sözler yazılı bulunmuştu: "Ahmakların ahmağı olan bulduğu (rasgele) şeyden karnını doldurur. Yediğin şey cismin içindir. İyilik yapan ölse de diri sayılır, kötülük yapan dünyada bulunsa da ölü sayılır. Kanaat dostluğu gizler, sabırla işler elde edilir, tedbirle az şeyler çoğalır. Fakat Allah'a tevekkülden daha faydalı bir şey görmedim."

Bir hadiste, "Kim ki halkın en kuvvetlisi olmayı isterse Allah'a tevekkül etsin", diğer bir hadiste, "Devemi bağlayayım mı yoksa Allah'a tevekkül mü edeyim?" diye soran bedeviye "Deveni bağla da tevekkül et" buyurmuştur. Bir ayette, (Allah'a tevekkül edene Allah yeter) buyurulmuştur. Tevekkül, itimat (Tevekkül, teslim ve tefviz olmak üzere birbirini tamamlayan ve birinden diğerine geçilen üç derecedir. İlki, yani tevekkül, Allah'a güvenmedir. İkincisi, nefsi ona teslim emek ve üçüncüsü de işleri ona havale etmektir ki bu da tefvizdir. Bu hâle göre, işin başı tevekkül, ortası teslim ve neticede de tefviz vardır.)

(Tevekkül, tedbir, teşebbüs ve hareket içinde her şeyi Allah'dan beklemektir.)

TEVESSÜL : Allah bu kâinatı ve bilhassa dünya ve onun üstündekileri çeşitli sebeplere bağlı ve muhtaç yaratmıştır. İnsan, rızka, su, hava, elbise, âlet, ilim, ibadet ve kitap ile peygambere ve onun vesilesiyle de Allah'a muhtaçtır. Her şeyi bir sebebe bağlayan Allahımız, hikmetlerini bu sebeplerle gösterdiği gibi, ihtiyaçlarımızı da sebeplere başvurduktan sonra lütfetmektedir. Tevekkül ise, sebeplere yapıştıktan sonra Allah'a güvenmekten ibarettir. Allah, bilinmeyi murad etmiş, nûrlarını yaradıp Habîbini halketmiş, O'nun dünyaya teşrifine Âdem ile Havva'yı ve diğer peygamberleri vesile kılmıştır. Risaletine Kur'ân'ı delil ve Cebrail ile mucizeleri sebep yapmış, insanların hidayetine şerîatı vesile yapmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın bilinip bulunmasına şerîatten ayrı olarak velâyet kemâlini vesile kılmış ve bu kemâle uyanları kemâle erdirmek için de velîlerini vesile kılmıştır. Âyetinde, (vesileye yapışınız) emrine uyanlar o vesile ile vâsıl olacaktır. Hadîs-i şerîfte ise "Siz benim câhımla tevessül ediniz" buyurulmuştur. Vesilelerin en büyüğü olan Sevgili Peygamberimizin câhına tevessül ediyoruz.

TEVFÎK : Lügat mânâsı uygun olma, rasgelme ve Allah'ın yardımıdır. Istılahda pekçok mânâsı vardır: Kulun işlerinin Hak rızasına uygun kılınması, vesilenin sebep olana uygunluğu, maksadın olması için sebeplerin hazırlanması, bir şeye ulaşmaya kulun istidat kazanması, kulun itaatına kudret verilmesi, kulu taate davet, isyan kapısının kapanması, hayır kapısının açılması, işlerde ko-laylık hâsıl olması gibi.

"Olsa tevfîkin refîk râhı selâmet gösterir"

TEVHÎD : Lügat mânâsı birleştirme, birliğine inanma, bir sayma ve Lâilâhe illallah tevhîd sözünü söyleme gibi mânâlar taşır. Bir ve benzersiz olan Allah'dan başka ilâh (tapacak) olmadığına inanmaktır. Tevhîdin üç mertebesi vardır: 1- Avâmın tevhîdi, Lâilahe illalah tevhîd kelimesini dil ile söyleyip mânâsına kâlben inanmaktır. Bu tevhîd ile açık şirkten kurtulup îmana girilir. 2- Hâl sahiplerinin tevhîdidir. Hakîkatların keşfi ile olur. Hâl sahipleri gizli ve açık bütün şirkten kurtulmuş olurlar. Mutmainne hâsıl olup îman sadra yerleşince, hakiki îman teşekkül edince tevhidin kemâli de hâsıl olur. 3- İlâhî tevhiddir ki Cenâb-ı Hakk'ın Vahidiyyet sırrının bütün incelik ve özellikleriyle bilinmesidir ki Habibi ile azın azı seçilmişlere mahsustur. Burada (işaretten başka ifade, sükûttan başka işaret yoktur) denilmiştir.

TE'VİL : Döndürmek, rücû' mânâsınadır. Müfessirlerce bir âyetin mânâsını bir şeye döndürüp ircâ ettirerek anlatmaktır. Bazan da kelimenin sırrın, maksadı olan mâ-nânın, söyleyenin kasdı belli olacak şekilde ifadeye çalışmaktır. Tefsir ile te'vil arasındaki fark ise, tefsir, âyetin nüzûlü sebebinden bahsederek lügat bakımından kelimenin bu sebebe uygun mânâlarını verir. Te'vil ise, âyetlerin sırları ile kelâm perdesini kaldırmaya çalışarak, âyetin mânâ ihtimallerinden birini tercih etmektir.

Rüyâ tâbirlerine de te'vil denilmesi, te'vilin bu özelliğinden gelir.

TÛL-İ EMEL : Emel, arzu ve istekler, ricâlar demektir. Meşrû hadler dahilinde arzu ve ricalar herhangi bir yasak hükmüne girmez. Yalnız tasavvuf erbabı, emeli beden ve nefsin istekleri, ricayı da kâlb ve rûhun dilekleri olarak ifade etmişlerdir. Bu sebeple de:

"Emeller avutup aldattı beni

Karanlık geceler uyuttu beni"

diye, istenen bir emelin başka bir emeli doğurmasını ve böylece zincirleme emellerin de hak ve hakîkatı örten bir karanlık gece uykusuna benzediğini ifade etmişlerdir. Tûl-i emel, bitmek tükenmek bilmeyen, biri yerine getirilmeden öbürleri sıraya giren arzulardır. Kanaat edip, kifaf-ı nefs edip bu dünya yolculuğunda mümkün olduğu kadar az eşya ve arzu ile yolculuğa çıkmak lâzımdır. Aksi halde, gaye olan menzile varmak, ağır beden, kafa ve gönül yükü ile imkânsız olur. Bunlar, emel sahibinin yolunu kesen nefis tuzakları olur, nefsi bile beden ve rûhla birlikte ezen yük olur. Yük taşımak ise merkeplere aittir.

Ucub (Kendini beğenme), hırs ve tamah (aç gözlülük) ile kibir ve mal, mevki sevgileri kâlbi istilâ edince nefis bu kötülükler ile vücudu dünya uykusuna yatırınca, tûl-i emelin zehirli meyvesi kendini gösterip sahibini hakîkat dışına atar. Kârun gibi mal, Firavun gibi mevkii, Nemrut gibi ucub ve Ebucehil gibi de küfür girdabına sürükler. Tûl-u emel (uzun emeller), hırs, tamah, tükenmez arzu ve olmayacak dilek ve hülyalara sürükleyip manen çürütür. Tûl-u emelin ilâcı, ölümdür. Ölümü hatırlamaktır. Emeli kısa, ricayı da uzun tutmak tasavvuf sahiplerinin tavsiyesidir. Hak yolda, bütün gayret ve mahviyetini kullananlara, Allah yolundaki ilerleyişte, en üstün dereceleri talebetmek, tasavvuf ehlinin yükselip kavuşma âletlerindendir.

TÜRÂB : Toprak demektir. Toprak maddeleri, bedeni meydana getiren maden ve cansız cisimlerdir. Buna eskiler (cemad) demişlerdir ki bu cansız maddelerin de zâhir ilmi ile bilinip beş duygu ile anlaşılamayan bir canı, rûhu olduğu ve bunların da yine -keşif sahibi olmayanlarca- idrak edilemeyen bir zikri bulunduğu şüphesizdir. Yer ve taşların Peygamberimize selâm verdiği, çakılların O'nun ve Sahabilerinin elinde zikrettiği pek çok sahih haberle bildirilen gerçeklerdendir. Âdem Aleyhisselamın bedeni, dünyanın her tarafından Cebrail Aleyhisselam tarafından alınan topraktan yaratılmış ve bu toprak maddelerinden yoğurulan balçığın (tın tın) edecek şekilde kurumasından sonra, Cenâb-ı Hakk'ın o kurumuş balçığa rûh ilkâsı ile insan  hâsıl olmuştur. Rûh yüce âlemlerden, arş nûrundan, toprak da süflî âlem olan bu dünyadandır. Tasavvuftaki seyri sülûk iki yönlüdür. Biri ve ilki, rûhun kısımları olan kâlb, rûh, sır, hafi ve ahfa ile bunun üstündeki gayb âlemine ait maddeleri hakîkatine kavuşturmak üzere, gayb âlemin-deki asıllarına çıkarmaktır. Bu hâl velâyetin genel şeklidir. Bu çıkış insanları meleklerle aynı seviyeye çıkarmıştır. Ne var ki, insanları irşad edecek zâtın meleklerden üstün ve onların âmiri olmaları gereklidir ki melekler de neticede (insan) a hizmet etmekle mükelleftir. Semâları ve âlemleri aşarak aslına kavuşan rûh maddelerinden sonra topraktan olan nefs, su, hava, ateş ve toprağın da hakîkatına kavuşması ve zararlı ve noksan sıfatlarından kurtularak ilâhî sıfatlara ulaşması gerekmektedir. Birinci çıkışta bir yönü ile temizlenen nefsin de toprağa bağlı yönlerinin de ıslah ve temizlenmesi şarttır. Velâyetle hâsıl olan rûhani temizlikle (Ehlullah) olunmuş, ilâhî memuriyetin (irşad) dışındaki binlerce çeşidi bulunan ve şekli hakkında pek az bilgi kırıntısı verilen çok büyük bir bölümü tahakkuk etmiştir.

Peygamberlere mahsus olan rûhânî ve beşerî seyirlerin her ikisini de hâsıl eden ve çıkıştan sonra inişi, (uruc) dan sonra (nüzûl) u ifade eden ve meleklerden üstün olup -beşere mahsus olan- irşad için rûhun temizlenmesinden sonra geri dönüş olan seyrin de yapılması gerekmektedir. Mürşîdlere has olan bu seyir, su, hava, ateş ve toprağın da hakîkatı kabul edip yüksek ve ilâhî sıfatlara bürünmesidir. Bu dünyaya ait olan su, hava, ateş ve topraktan en sonra toprak maddesi asliyetine kavuşur ki (kulluk) yani (Abdiyet) makamı budur. Toprağı aslına ulaşan kimsenin bu temizliği kemâline ne kadar fazla kavuşmuşsa, o nisbette mahviyet hâsıl olur ki bu kimse en yüksek dereceli (Evliyâullah)dır. Mürşîdlerin ulusu, velîlerin de kutbu budur. Kendisinde en nadir güllerin biteceği toprak gibi mütevazi bir Allah kulu olmuştur. Nimetin her çeşidi burada bittiği gibi her çeşit yaradılışın da rahatlıkla dolaştığı saha bu tertemiz toprağın muhitidir.

Bilenler hemen teslim etmektedir ki, tevâzu âbidesi ve mahviyet okyanusu olan Dede Paşa Hazretleri, böyle bir temiz toprağın mâlikidir. Paşa Hazretleri:

- Yaradılış toprağı nereden alınmışsa, kabir orası olacaktır.

- Toprak ahlâka teşbihtir, toprak ahlâk olursa nimet tamam olur.

- "Toprak ol toprak ki gül bitsin sende"... buyurmuştur.

UCB : Kendini beğenmek demektir.

Tasavvufta, nefsani hastalıkların en kötüsü, kibir, gurur, hased, kin gibi kötü sıfatların başı ve azılısıdır. Nefs-i emmârenin Allah'ı tanımayan, hiçbir şeyin emir ve irâde-sine uymak istemeyen ve neticede Allah'a kafa tutup (Sen sensin, ben benim) dedirten sıfatı ucubdur. Halbuki, ucub sahibinin nefsi dahil, vücudu, ameli, mevkii, şekil ve kabiliyetinin tamamı Allah'ın yaratmasıyla olmuş ve kendine ait bir varlığı mülkü yoktur. Şekil ve sıfat Allah'ın yaratmasiyle meydana gelmiş ve yakında da aslına dönüp toprağa karışacaktır. Taaccüb edilecek, şaşılacak bu hâli ile kendini beğenip hayvandan aşağı bir seviyeye düşüşünü hâlâ anlayamayan inad nefse Allah imdad etsin.

Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz buyuruyor ki: "Üç şey insanı helâk eder: Bahillik (cimrilik), nefsine uymak ve ucub ve Günah işlemeseniz de sizin için günahtan fenâ olan şeyden korkarım, o da ucubdur."

Büyükler: (Ucub cahilliktir. İlâcı da ma'rifettir) demişlerdir.

ULÜ'L EBSAR : Basiret sahipleri demek olup Basiret maddesinde izah edilmiştir.

UŞŞÂK : Âşıklar demek olup Âşık'ın çoğuludur. Edebiyatta geçen uşşâk sözü, çoğunlukla mecazi âşıkları ifade eder. Âşık ise, mânevî ve ilâhî muhabbeti kâlbini kaplayan kimselerdir.

"Uşşâk-ı Hüdâ rü'yet-i dîdâra giderler"

UZLET : Yalnızlık demektir. Halktan ayrılıp tefekkür ve ibadetle uğraşmayı halvet ve uzlet müşterek tabirleriyle ifade ederler. Gayr olanların, mâsivâ yüklerinin sıkıntısından ve fitnesinden ayrılmak uzleti, bu niyetle tenha bir yere çekilmekte halveti ifade eder. Nakşî büyükleri (Cemiyette hayat vardır) diyerek, uzlet ve halveti bâtında başarıp zâhirlerini de halka vermişler ve bu üstün işe Halvet Der Encümen demişlerdir. Halvet Der Encümen hâli ile hallenen büyükler için (Ârif hem makamında, hem de onun dışındadır) vecizesi söylenmiştir.

ÜM : Ana, anne, valide demektir. Çoğulu analar mânâ-sına (Ümmehât)dır. Peygamberimizin pâk zevcelerinin hepsi mü'minlerin anneleridir. Ümmehât-ı nisvan, sahabe oldukları gibi, ahirette de Peygamberimizle aynı evde oturacak olan üstün ve temizler topluluğunun sıfatıdır. Peygamber efendimizin mübarek ve mukaddes rûhu da bütün rûhlarının anası denilmiştir.

Ümmü'l-Kitab'da kitabın anası, aslı orada mevcut olması, herşey orada kayıtlı bulunması dolayısıyla da Levh-i Mahfuz'a denilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in (müteşabih olmayan) (muhkem olan) âyetlerine de Ümmü'l-Kitap denildiği gibi, bütün sûrelerin aslı ve anası olmasından da Fatiha Sûresine de Ümmü'l-Kur'ân denilir.

Beldelerin (Şehirlerin ) anası mânâsı ile (Mekke-i Mükerreme) ye Ümmü'l-Bilâd veya Ümmü'l-Kura, Mısır'a Ümmü'd-dünya, kötülüklerin anası olması sebebinden de içkiye Ümmü'l-Habais denilmiştir.

Cemaat, kavim, taife ve bir dilde konuşan millet lügat mânâsına gelen (Ümmet) de, bir peygambere inanıp onun getirdiklerine uyan insan ve cinler topluluğuna tâbir edilmiştir.

ÜMMÎ : Anasından doğduğu gibi kalıp tahsil görmemiş, hiç kimseden ders almayıp mektep ve medresede okumamış kimsenin, okuyup yazması olmayanın sıfatı. Yalnız okumayı bilen yarı ümmî sayılmıştır.

Âlemlerin varlığıyla öğündüğü Hâtemü'l-Enbiyâ Hazretleri, hiçbir mektep ve kitaptan okumamış, insan ve cinlerin hiçbirisinden ders görmemiş olduğu halde, yani tam ümmî olduğu halde, evvel ve âhir, zâhir ve bâtın bütün ilimlerde bütün kemâliyle âlim bulunuyordu. Peygamberliğinin de büyük delillerinden olan bu ümmîlik, hiçbir yaradılmışa nasip olmayan bir ilâhî lütuf ve şereftir. Aşk âleminde Cenâb-ı Hakk'ın ilim sıfatından binlerce dünya yılı boyunca ve vasıtasız okumuştur. Bütün vehbî ilimler onun ilminden bir damla, manevî çağlayanların hepsi o uçsuz bucaksız okyanustan birer kadeh, o sonsuz güzelliklerden bir anın görüntüsüdür. Peygamberimizin en üstün vasıflarından olan beşeriyeti ümmîliği ve kulluğudur.

ÜSTAD VE ÜSTAZ : İlim ve sanatta âlim ve mâhir olan zâtlara denilir. İlimde mahâreti olana üstad, sanatta mahâreti olana da üstaz denildiği söylenmiştir. Mürşîde üstad denilmesi pek tabiidir.

ÜVEYS - ÜVEYSÎ : Veysel Karânî Hazretleri, Yemen'in Karn köyünden bir deve çobanı. Asr-ı saadet'te yaşadığı halde, Peygamberimizi ziyaret etmek için Medîne'ye gelmesine rağmen, annesinin beklemesine izni olmaması dolayısıyla görüşüp sahabe olamamış, Hz. Ali R.A.'nın rivayeti ile sabit olduğu gibi, tabiinin en büyüğü... "Rahmân'ın kokusunu Yemen tarafından alıyorum" buyuran Peygamberimizin Üveys'in ilâhî yakınlıklarını kastettiği tasavvuf kitaplarında kayıtlıdır.

Makam-ı Üveys, velâyette bir büyük makamın adıdır. Üveysî tabiri ile de, şeyhi vefat ettikten sonra onun rûhaniyetinden irşad edilen veya zâhirde hiç görüp tanımadığı halde, hayatta olsun olmasın bir mürşîd tarafından irşad edilen zâtların hâline denilmektedir. Şâhı Nakşîbendi Efendimizin Abdülhâlik Gücdevani hazretlerinden feyiz alması, Terzi Baba'nın bir mürşîde bağlı olmadığı halde Aliyyüsseptî hazretlerince irşadı bunun misalleridir. Paşa Hazretleri de Beşir Efendi Hazretlerinin vefatından sonra, Bayburt'taki kubbesinde baca gibi penceresi olan evindeki sülûkundan sonra hilâfete ulaştığını gayet dolaylı bir tarzda ve bir mürîde atfen anlatmıştır ki kendisi de Üveysîlerdendir.

Ayrıca Üveysî, Buharî ve Maruf irşad şekillerindendir.

VÂCİB - VÜCÛB - VÜCÛD : Lügatta lüzumlu, yapılması gerekli, bırakılması mümkün olmayan demektir. Zâruri olan da kastedilir. Fıkıhda, kat'i derecede bir delil ile sabit olmamakla beraber, kuvvetli delil ile sabit olan şeylere denilir. Vitir, Bayram namazları ve kurban kesmek gibi.. Yapılmaları sevap, terkedilmesi ise azaptır. Kelâm ıstılahında ise, yokluğu düşünülemeyen, varlığı zaruri ve kendinden olan demektir ve (kıyam bi nefsihi) olarak Allah'ın zâtına ait bir keyfiyettir. Vücudu mutlak ve kendiliğinden olan zâta (Vâcibû'l-vücûd) denilir.

İşte, hakiki vücud, Allah'a aittir. Varlık hakîkatta O'ndan ibarettir. Görünen ve bilinen herşey ondandır ve onun yaratmasiyledir. Buna kısaca (Vahdet), bu hâlin sekir erbabını istilâsına (Vahdet'i-vücûd), bu sekir hâlini geçipte Allah'ı bütün üstün şânı ile bilmekle birlikte, yaratı-lanların varlığını da yerli yerinde bilmeye (Vahde't-i şuhud) denilmiştir. Fenâ ve bekânın çiçekleri olarak birer hâl ifadesi olan ve seyri sülûkun konaklarında görülen bu halleri (Vahdeti vücud nazariyesi) gibi garplı ve maddeci ağzı ile söyleyenlerin (hâl) le ilgisi olmayan ve inkârcılara meyilli (kâl) ehli olduğu şüphesizdir.

VAKİT : Zaman, an, içinde bulunduğumuz, nefes alıp vermekte olduğumuz kısa zaman. Demek bahsinde temas edilmiştir. (Sofi vaktin oğludur) vecizesi ile, tasavvuf erbabının vakti değerlendirenlerden olduğuna işaret edilmiştir.

VAHY veya VAHİY : Cebrâil Aleyhisselâm aracılığı ile Peygambere lütfedilen ilâhî hitaplardır. Değişik şekillerde olduğu tarih ve siyer kitaplariyle kelâm kitaplarında çok uzun şekilde izah edilmiştir.

Evliyânın kâlbine ilham meleği vasitasiyle yapılan ilâhî lütuflara da vahiy denilmiştir. (Vahyi hâfi) veya (gönül vahyi) de denilen bu keşifler, başkalarına delil olmaz ise de, mürîdan ve tasavvuf erbabı ile sülûk ehline cezbedici bir hazînedir (ilham) veya (firâset) de denilen keyfiyetler bunlardır.

VÂRİD - VÂRİDAT : Bir kasıt ve gayret olmadan mürîdin kâlbine gelen manevi tecellîlere denilmiştir. Lügat mânâsı, gelen, erişen demektir. (Vird, vârid içindir) kâi-desine göre, virdine devam eden salike, bu virdin manevî lütfu olarak bir ilâhî lütuf doğacaktır ki buna varidat denilir. Kâlbe gelen varidat lisanı da açarsa, Sâlih Baba'da olduğu gibi, bilmediği sırları söyler, şiirlerle şerh ve izahlar yapar. İlim yoluyla olduğu gibi sohbet yoluyla da varidat neticesi aktarılabilir. Rüya ve keşifler de varidat olarak sayı-labilir.

Evrad maddesine bakınız.

VASL : Kavuşmak, birleşmek, âşıkın sevdiğine kavuşması demektir. Sofiye lisanında. Hakk'a kavuşmanın adıdır. Cenâb-ı Hak, bir şeyle birleşmek, ona hulûl etmek (içine girmek) gibi cisimlere ait fiillerden münezzeh, müberrâdır. Buradaki kavuşup birleşmeden maksat, keşif sahiplerinin basiretlerinden zulmânî perdelerin kaldırılarak yakınlık sırlarına vâkıf olmaları kastiyledir. Bu nurlarla keşiflerin hâsıl olması vasl sayılmıştır.

Vuslat ise, kavuşup buluşmanın adıdır. Kavuşmanın mutlaka olduğunu gösterir. Visal de vâsıl olma, kavuşma mânâsınadır.

VECD : Muhabbet sahibinin kâlbinde ilâhî heyecan anında doğan bir hâldir. Bu hâl fenânın başı ve ilâhî cezbenin öncüsüdür. Vecid hâli, hareket ve sekir hallerini, semai kuvvetle doğurup böyle vaziyetlere sahibini zorlayan önüne geçilmez bir yüksek heyecandır. Izdırapla ah çekip inlemek şeklinde olanı vezinli ve güzel sesle beyit söylenmediği veya sema ve raks yapılmadığı zaman hasıl olur. (Şeyh Cafer İbni Halevi anlatıyor: Hicaz yolunda Hz. Cüneyd'le beraberdik. Tûr'a çıkıp Hz. Musa'nın makamında durduk. O makamın heybeti bizi kapladı. Cüneyd'in işaretiyle beraberimizde bulunan sözcü bir beyt okudu ki, o beytin simaından Cüneyd tevacüd etti (vecde geldi). Biz de ona iştirak ettik. O tevacüdün şiddetinden yerde miyiz yahut göktemiyiz kendimizi bilmeyecek hale geldik. Yanımızda bulunanan kiliseden bir Papaz: Ey ümmet-i Muhammed, cevap veriniz, demişse de, iltifat edilmedi. İkinci nidası da cevapsız kaldı. Üçüncü nidasında, Mabudunuz hakkı için cevap veriniz sözüne birimiz cevap verdi. Sema nihayet bulduğunda, Papaz'ın cevap istediğini Cüneyd'e söyledik. Cüneyd'in istemesi üzerine papaz gelerek selâm verdi ve şeyhiniz hangisidir dedi. Biz de Cüneyd'i gösterdik. Dedi ki: Bu işlediğiniz şey ümmet-i Muhammed'in hepsine mi mahsus, yoksa bazısına mı ? Cüneyd dedi ki : Bazısına mahsustur. Papaz : Ne niyetle sema ediyorsunuz? Cüneyd de : Cenâb-ı Hakk'a reca ve muhabbetle halk-ı âlemi ervahda "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim" hita-bından hâsıl olan lezzeti bulmak niyetiyle sema ederiz, dedi. Papaz: Bu hitap nedir, dedi. Cüneyd'de, ezelî bir nidadır, buyurdu. Papaz: Ne niyetle sahva gelirsiniz, dedi. Cüneyd : Rabbimize icabet niyetiyle cevabını verdi. Papaz, Cüneyd'in elini tutup kelime-i şahadet getirdi ve îman eyledi. Papaz, îman ettikten sonra dedi  ki: İncil'de de böyle yazılmıştır ki ümmeti Muhammed'in hasları Sema'da dünyevî garazlardan kesilirler...)

Ashâb ve Tabiînden bir çoğunun ağlayıp, bazısının bayıldığı ve bir kısmının da vecdden öldüğü kesin rivayetlerdendir. Ne varki, Nakşîler vecd ve semâı, tarîkatlarında kullanmamışlar fakat usulünce yapan diğer tarîkatlara da -pektabii- hürmet etmişlerdir.

VELED-İ KÂLB : Kâlbin çocuğu mânâsına gelir. Bir mürîdin zikri kâlbini çalıştırmaya başlayınca bu hâle veled-i kâlb denilmiş ve bu kâlb çocuğu kâlbin hakîkatinde büyüye büyüye neticede esrâra âşina olup Hakk'a yaklaşacak olan ve zikrin hakîkatını ifade eden bir hâldir. (Mürşîd-i Kâmil mürîde terbiyet memesinden günde bir defa süt verir. Manen bebek gibi olan mürit bu feyiz sütü ile büyüye büyüye mükellef olacaktır. Tarîkatta mükellefiyete ulaşınca, yani Fenâfillah olunca, bu mürit tarîkatta sorumlu olur ve kâlbi uyanır. O zamana kadar mürit çocuktur. Tarîkat ahvalindeki kabahati için ceza verilmez ve terbiyet beşiğinde sallanır. Çocuklara ait muameleye tâbi tutulur.

"Geldi yetişti nev bahar taze bitti bostanımız

Bülbül gibi şâm u seher arttı bizim efgânımız"

Dede Paşa Hazretlerinin sohbetlerinden.

VELÎ - VELÂYET : Evliyâ, Evliyâullah, Mürşîd, Şeyh, Kılavuz, Kâmil, Mükemmil, Ârif, Sofi ve Mutasavvıf tabirlerinde izahı yapılanların hepsi de velîdir, evliyâdır. Allah'ın dostu ve yardım ettiği memurudur. Genel anlamda, mü'minlerin tamamıdır ki Allah'ın yardımı bunlara erişmiştir. Özel anlamda ise, tevbe, inabe ve evbe ile Cenâb-ı Hakk'a yaklaşıp O'nun hitabına mazhar olarak O'nun ikramlarına nâil olmuş Allah'ı seven o O'nun tarafından da sevilen bahtiyârlar topluluğudur.

Cenâb-ı Hakk'ın kendi sûretinde yarattığı insandan murat velîlerdir. Velîlerin nihayetteki gayesi ve son tekâ-mülü de Mürşîdi Kâmildir.

(Kâmil insan Allah kokar, Allah tadı ve lezzeti verir, insanları kâmil insan kemâle ulaştırır. "Var mıdır dünyada bir can kâmil insandan leziz" diyen Sâlih Baba bu hakîkatı ne güzel ifade etmiştir.) Dede Paza Hazretlerinin sohbetlerinden.

VERÂ : Takvânın sonunda hâsıl olan ve âriflere mahsus bir yüce hâldir. (İttika) Allah'dan korkup çekinmenin kemâl hâlidir. Haram olup olmadığı hakkında tereddüd edilen şeylerden ve serbest olsa da yakışıksız hallerden çekinmek demektir. (Şüphe ve tereddütleri terketmek) şeklinde de tarif edilmiştir. İnsanın kendisine lüzumu olmayan ve fayda belirtmeyen işleri bırakması, islâmiyetinin güzelliklerindendir. Verâdan Allah korkusu hâsıl olur. Verâsı olmayan ise sonunda rezil olur.

VİRD : Mürîdin hergün tekrarladığı dersidir. Allah'ı satın alacak hazine bununla hâsıl olacaktır. Zikir ile aynı mânâya gelecek şekilde vird edinilenlere de vird tabir olunmaktadır. Vird ise aslında, zikir yapılanla birlikte ve ondan ayrı olarak, hergün tekrar edilen ve zikrin dışında emredilen âyet, salavât ve nâfile namazlardır. Vird, sünnete uygun ve şeyhin emridir.

Bizim kıldığımız Evvabin namazı ile Teheccüd namazı, namazlardan sonra söylediğimiz beşer adet istiğfar ve "Fa'lemennehu" diye başlayıp "Salâten Tuncinâ" ile biten duâmız ile varsa herkesin şahsına emredilen diğer (ders harici yapılanlar) hep virddir.

Evrad maddesinde de izahat vardır.

VUKÛF-U ADEDÎ : Nakşî tabirlerindendir. Zikir olarak yapılan virdin sayısına hâkim olup onu emredilenden fazla yapmamaktır. Müritlerde, Allah ismi celilini kaç adet emredilmişse o kadar yapıp bir adet olsun fazla yapmamaktır. Letâif çekenlere has olarak emredilen ve (21-301) ara-sında söylenen Kelime-i Tevhîdi bir tek nefeste (Haps-i nefs ile) yirmibir adet zikredip kâlbe tesirini duyurmaktır. Buna nefesi tutmak mânâsına (Haps-i nefs) denilmiştir. (Bazı keşt) de böyledir.

Her nefese âgâh olup, her nefeste alınıp verilen soluğu gafletle değil uyanıklıkla ve zikirle alıp vermek, nefesine vâkıf olmaktır. Nefsine âgâh olmak, nefesine âgâh olmanın sonucudur. Nefsini bilen ise Rabbini bilir.

VUKÛF-U KALBÎ : Kâlbe vâkıf olmak demektir. Her nefeste nefesine vâkıf olurken, aynı zamanda ve nefes hâkimiyeti ile birlikte kâlbe de nazar edip ona da vâkıf ve hâkim olmaya çalışmaktır. Vukufu kâlbî ile meşgul ola ola neticede kâlb çocuğunun rüşde ermesi mümkün olacaktır. Vukufu kâlbi ile, havatır ve mâsivâ kâlbden çıkarılıp bir daha da konulmamanın idmanı yapılacaktır. En üstün şekli, râbıtayı kâlbe oturtup öylece nefese ve kâlbe nazar ile vukuf yapmaktır.

VUKÛF-U ZAMANÎ : (Hûş der dem) (Zararlı işlerin en büyüğü vaktini israf etmektir.) Hükmünü hatırlatıp içinde olunan anı, zamanı yani bu demi yerli yerinde kullanmaktır. Her vaktin işini o vakit içinde yapmaya azmedip asla ihmale düşmemek lâzımdır. Gecesini sabahleyin, gündüzünü de geceleyin muhasebe ve muhakeme edip hataları ıslah ve Hakk'ı ihyâ etmek de zamana vukufun şartlarıdır.

Vukufu zamani ile gündüzünü oruçlu, gecesini de ibadetle geçirenlerin ecrinin çok üstünde ecir ve sür'atli yol alınır.

Böylece, vukûf-u adedî ile nefese, vukûf-u kâlbî ile gönüle, vukûf-u zamanî ile de zamana hâkim olunarak maneviyat füzesi harekete hazır olup yükselip ulaşmanın sayılarına başlanmış demektir.

YÂD-DÂŞT : Yine özel Nakşî tabirlerdindendir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri; (Zikir ve huzurun kâlbe yerleşmesine) Yâd-Dâşt buyuruyor ki (Veled-i kâlb) hâsıl olduktan sonraki hâldir. Yine Mektûbât'ta, (Yâd-Dâşt, isimler, sıfatlar, şu'ûn ve itibarlar araya girmeksizin hâsıl olan tecellî-i zâtidir ki daimidir) denilmektedir.

YÂD-KERD : Mektûbat'ta, (Yâd-gird, Cenâb-ı Hakk'a yönelmeye çalışmak) şeklinde tarif edilmiştir. Bunun başı nefesine vâkıf olup onu kontrol ettikten sonra kelime-i tevhîdi haps-i nefs ile zikretmektir.

YAKAZA : Uyanıklık demektir. Kâlb ve rûh uyanıklığı asıl murâdedilen uyanıklıkdır. Hz. Ali'nin : (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) hikmetli kelâmı bu uyanmanın gaflet erbabı için ancak ölüm sonunda olacağına işaret etmektedir. Peygamberimiz de : (Benim gözlerim uyur da kâlbim uyumaz) buyurarak kâlbin hiç uyumayacak bir yaradılışının da bulunduğunu bildirmektedir. Âgâh olma ve âgâhlık halleri de yakın mânâlar taşımaktadır.

İnsanlar gaflet uykusundadır. Onları bu uykudan uyandıracak bir uyanığa muhtaçtırlar.

YAKÎN : Zihnî ve kâlbî bir duygu ve bir itminan (gönül itimadı) hissidir. Bir şeye ilim gözü ile bakarak şüpheyi kaldırmak ve o şey üzerinde itminan sahibi olmaktır. Bütünün parçadan büyük ve on adedinin üç adedinden fazla olduğuna kanaat etmek bunun misali olabilir.

Yakîn üç kısımdır. İlme'l-yakîn, Ayne'l-yakîn ve Hakke'l-yakîn.

Hakke'l-yakîn maddesinde izahat verilmiştir.

ZÂHİD ve ZÜHD : Zühd, bir şeye karşı olan meyil ve alâkayı terketmektir. Sofiye, (Dünya ve ona bağlı olanlardan uzaklaşmak) şeklinde ifade etmişlerdir. (Âhiret rahatlığını isteyebilmek için, dünya rahatlığından geçmek) diyenlere de, dünya ile âhiretin her ikisi de sivâdır diyenler olmuş, buna karşı da, Allah Kur'an-ı Kerim'de (Ahireti isteyin, cenneti ve nimetlerini taleb edin) buyurduğundan, âhireti istemek sivâ olmaz demişlerdir. Ne var ki, zühdün aslı, gayesine bağlıdır. Allah için olan iş, Allah'la birliktedir.

Avâmın zühdü, haramı; havvasın zühdü zarûri ihtiyaçların dışındakileri; Ehassın zühdü de, Cenâb-ı Hak'dan meşgul eden herşeyi terketmektir.

Zühd sahibinin, zâhidin alâmeti ise şunlardır: Bulduğuna sevinmeyip kaybettiğine üzülmemek, metheden ile zemmedeni aynı görmek, Cenâb-ı Hakk'a yakınlık bulması sebebinden ibadetlerinden lezzet almak.

Şeyh Şiblî zâhidin birisine: (Bizim indimizde zühd yoktur. Zira, sineğin kanadına bile bedel olmayan dünyanın ne kıymeti var ki  onun hakkında zühdedelim) buyurmuştur.

(Dünya, Hüdâ'dan gafil olmaktır.) Onun için gaflettir dünya ve mâsivâ olan. Gafleti olmayan, her şeyin şâhı ve mâliki olsa ona ziyan ulaşmaz.

ZÂHİR : Zuhur kökünden gelen ve görünen, baş gözü ile görünen, açıkta olan, sûret ve dış yüz mânâlarına kullanılan bir tâbirdir. Gözle görünüverene göre hüküm verenlere (Zâhiriyyûn) denilir. İşin iç ve özüne ulaşıp da gerçek sebep ve maksadı anlamaya uğraşmadan, hemen dış yüzdeki görüntülere göre hâdiseyi izaha çalışanlar zahiriyyundur. Halbuki (Ve'z-zâhir ve'l-bâtın) âyeti kerimesi ve benzerleri ile hadîs-i şerîflere göre, zâhir ile birlikte ve onun derûnunda bâtın da mevcuttur. Cenâb-ı Hak, bu âlemleri basit bir görünüşten ibaret yaratmamıştır. Görülen ve bilinenlerin içinde, onların bâtınında bir rivayete göre yetmiş, diğer bir rivayete göre de hadsiz hesapsız olan şekil, mânâ  ve sırlar mevcuttur. Bunların tamamını Allah bilir..

Şerîatın kelime ile ifade edilen ve yazı ile tesbit edilmiş olan bünyesi içinde; nice gizli ve derin mânâ, sebep ve hikmetler mevcuttur. Hemen verilen bir hükümde de vaziyet böyledir. Kur'an'da "Akletmiyormusunuz", "Anlamıyormusunuz", "ibret almıyormusunuz", "İdrak etmiyormusunuz" diye zâhirde kalınmadan bâtına inilmesi, batne ve ilerisindeki esrâra eğilme lüzumu sık sık ihtar edilmiştir.

İşte bu sebepten, tarîkat âlemi, zâhirde, sûret ve şekilde kalınmadan iç mânâlara yönelip bu mânâ ve sırların sahibine doğru yürümenin vasıtasıdır...

ZÂT : Lügatta, aslı, kendisi, özü mânâlarına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiği kadarıyla vâkıf olduğumuz isim ve sıfatları dışında aslını, künhünü akılların idrak edemeyip, havsalanın tartmayacağı mukaddes ve benzersiz olan hakîkatın ve mutlak vücûdun adıdır. O'nun tek, eşsiz ve benzersiz olan zâtı bütün kemâl sıfatlarını toplamış olup bütün noksanlıklardan uzaktır. Bütün âlemleri yoktan var eden, kudret ve azametine nihayet olmayan, bizi ve bizim görüp göremediğimizi yaratıp yaşatan, öldürüp dirilten O'dur. Vücud, kıdem, bekâ, havâdise muhâlefet, kıyam, vahdaniyet gibi selbî ve hayat, ilim, irâde, kudret, semi', basar, kelâm ve tekvîn gibi sıfatı sübûtiyesi bulunan 99 güzel adı Rahmân, Rahîm.. Gibi sayılıp isim ve sıfatlarının tamamı kendince mâlum olan ve hiçbir yaratık tarafından kullanılamayan Allah ism-i a'zamı ile anılan yüce Hâlıkımızın bilinmeyen zâtı hakkında düşünmek de şerîatımızda yasaktır. Çünkü:

"İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez

Zirâ bu terazi bu kadar sıkleti çekmez."

ZEMÎME : Zemme lâyık olan, beğenme imkânı olmayan, kötü ve aşağılık olan demektir.

(Ahlâk-ı zemîme) olarak, tarîkat ve tasavvuf ehline yakışmayan fıtrat ve islâmın beğenmeyip düzeltilmesini istediği huy ve davranışlardır. Nefs-i emmârenin âlet ve yardımcıları bulunan, kemâlin zıddı ve zevâlin sebebi olan huylardır. Tasavvuf, bunların temizlenip güzelleştirilmesi ile memurdur. Peygamberimiz (Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim) buyurmuştur.

Nefsânî sıfatlardan temizlenip ilâhî sıfatlara bürünen insan Allah'a yaklaşabilir. Buna zâhir ve bâtının ıslâhı demişlerdir. Nefsin ayıplarından ve zemmedilen sıfatlarından içeriyi temizlemek ve faydalı ve lüzumlu olan sıfatlarla da süslemek sâlikin gâyesidir.

"Allahu Teâlâya kullarının en sevgilisi ahlâkça en güzel olanıdır" hadîs-i şerîfi iyi ahlâk için yeterli bir delildir. Peygamberimiz bir duasında: "Ya Rabbî ben senden sıhhat, âfiyet ve güzel ahlâk dilerim" diye ricada bulunmuş ve "Ahlâkınızı güzelleştiriniz" emrini vermiştir.

Ucub, kibir, hased, hırs, cimrilik, yalan, gıybet, riyâ ve gazap gibi en kötü huylar ve bunların benzerleri, düzeltilmesi gereken ahlâk-ı zemîmelerdendir.

Allah'dan imdad ve ıslâh olmamızı dileriz.

ZENGİNLİK : Gınâ ve dünya maddelerinde de izah edilmiştir. Zenginlik kâlb zenginliği, fakirlik ise kemâl noksanlığıdır.

İnsana lâyık olan, ihtiyaç nisbetinde dünyalığa çalışmak, ilâhî hazîneden zenginlik verilirse şükretmek, verilmezse sabretmektir. Cenâb-ı Hak herkese lâyıkını verir. Hadîs-i şerîfte "iyi adam için iyi mal ne iyidir" buyurulmuştur.

"Gönlünde Allah sevgisi olan, fakir olsa da saîddir (yüksek ve bahtiyar), o kimse ki Cenâb-ı Hakk'a muhabbet duymuyorsa, fakir olsada zengin olsada şakîdir (isyankâr)" vecîzesi ile asıl ölçüye işaret edilmiştir.

Bir başka ölçü de şudur: "Zengine tevâzû, fakîre de minnet etmemek yaraşır". Zenginin cimriliği, fakîrin müsrifliği de kötü hasletlerdendir. Kârun, Mûsâ aleyhisse-lâmın akrabası ve misilsiz bir zengin olduğu halde, pinti ve ahmaklığından Allah onu zekâtını vermediği pis malı ile yere batırmıştır. Ehl-i Beyt büyükleri de, dünyâya kıymet vermediklerinden kimseye muhtaç olmamışlardır.

Madde devri olan zamanımızda, maddeyi hakîkatın altına atıp, hakîkata vasıta kılıp altında ezilmemek lâ-zımdır. Bu devirde zengin olanın onu binit yapması, fakir olanın ise bulduğu ile yetinmesi, isyana düşmemesi gerekir.

ZEVK : Lezzet alma, tad duyma mânâsına, ilâhî tecellîlerin başlangıcı olup velîlerin kâlblerine verilen irfan nûru demektir. Bu nûr sebebiyle hak ve bâtıl arasını ayırırlar, derin ve gizli sırları açığa çıkarır, manevî  hazineleri açar, gaybe ait ilimleri elde ederler. Bu zevkin yardımı ile ibadet ve kulluklarından lezzet alıp şevkleri ile yakınlıkları artar.

ZİKİR: Anmak, hatırlamak demektir. Allah'ın zikrini dil ve kâlbde devamlı olarak yapmak demektir. Sözünde, işinde ve hâlinde şerîata uygun olan kimse zikredici sayılır. Allah zikri ile devamlı olarak meşgul olma, bütün hayırlı işlerin en üstünüdür. Hiçbir kimse, zikre devam etmeden Allah'a ulaşamaz.

Kâlb beraber olmadan yalnız dil ile yapılan zikir bir kıymet ifade etmez.

Kâlb ile yapılan zikir ise hedefe çabucak ulaştırıcı bir sürat ve hassaya maliktir.

Zikrin efdalı, emredildiği şekilde ve tarzda yapılanıdır. Bir mürîd için aslında emrolunanın dışında zikir düşünülemez. Emirsiz zikirde ise, o esmanın nûru ve hakîkatı beraberinde bulunmadığından, manevî bir tesir hâsıl olmaz. Bazı zararlar yapan, muzır olanların şerri gibi hallere yakalananlar hep bu emirsiz ve başıboş yapılan zikirlerden hâsıl olmaktadır. İcazetli zikir ulaştırıcıdır, hiçbir tehlike de doğurmaz. Çünkü nûr olan yere muzır ve tehlike yaklaşamaz.

Avam ve gafilin zikri lisan ile, havassın zikri kâlb ile, ehassın zikri ise rûh ve sır iledir. Zâkir (zikreden) olmayan hâsir (hüsranda kalan) oldu, denilmiştir.

Zikir, başta Allah lafzı celâli ile veya "Lâ ilahe illallah" Kelime-i Tevhîdi ile yapılandır. Esmânın hepsi ile de yapılabilir. Tekrarında fayda vardır ki faydalı ve ulaştırıcı zikir, emredilen şekilde olanından ibarettir.

Allah zikri, tesbih, hamd, namaz ve Kur'an okumakla ilim tahsilinin hepsine şamildir. İbadetlerin hepsi zikir mefhûmuna dahildir. Her âzâ için bir zikir vardır ve yedi âzâ da ayrı ayrı zikredicidir. Her acize yardım, elin zikri; akrabayı ziyaret ayağın zikri, Allah korkusundan ağlamak ve Allah'ın kudretinin eserlerini ibretle seyretmek gözün zikri, Hakk'ı özlemek kâlbin zikri, Kur'an okumak ise lisanın zikridir.

Zikir yapmak, şerîata uymayı kolaylaştırdığı gibi nefsin isteklerini kırar ve gönül ile kâlbi açar. Zikir gafleti gideren ve kâlb temizliğini hâsıl eden tek vasıtadır. "Kâlbler ancak zikir ile itminana kavuşur" âyeti gereğince, muhabbet zikirle başlar ve onunla çoğalır. Zikir yapan ile zikredilen arasında bağ hâsıl olur. Bu bağ zevk ve sevgi verir. Sevgi itminana ulaştırır. Kâlbin itminanı ise saadetin kendisidir.

Paşa Hazretlerinin zikirin Allah tadı verdiğini mahlû-kata da tesir edip onların da -melekler gibi- zikir meclisine iştirak ederek nasiplerini aldıklarını beyan eden bir sohbetini nakletmek yerinde olacaktır:

- Hz. Pîr Bayburt'ta bir ihvanı sülûka koymuş. Malûm ya Bayburt kış memleketi. Evlerinin damı kubbemsi bir baca şeklinde. Bu bacadan başka pencere de yok. Mürîd zikrediyor. Bacadan bir bülbül gelip konuyor. Mürit zikrederken bülbül de başlıyor ötmeye. Akşama kadar bülbül şakıyor.. Sonra bacadan ayrılıp gidiyor. Benim sultanım, o neden? Zikrullahda bir lezzet var ki, o lezzet mahlûkatı da cezbediyor..

Bir ihvan soruyor:

- Kim bu sülûka konulan efendim?

Paşa bir an sükût edip bu soruyu duymamış gibi, bir şeyle meşgul iken Valide Hanım:

- Paşanın kendisidir, gurban...

Zikir, râbıta ile âhenkli olarak yapılmaya devam edilirse, bu hâl de iki kanat gibi çabucak ve tehlikesiz ulaştırıcı olur.

ZÜ'L-CENAHEYN : İki kanatlı demektir. Kuş nasıl iki kanadı olmadan uçamazsa, ilim ve marifet kanatlarının ikisine de mâlik olmayanlar gayb âleminin derinliklerinde uçamazlar. Zâhirî  ilmi ikmal eden bir zât bâtınî ilimleri de tamamlayınca bu sırlar âlemini uçarak geçer, menziline varıp hizmetini yaptıktan sonra, Peygamber varisi olarak geri döner ve halkı irşad için onların arasına kadar iner ve bu hazîneler ilmini pırlanta gibi kelâm ve inci gibi yazılarla ifade eder. Tasavvufta eser veren, gayb âleminin esrârını gözler önüne seren büyükler bunlardır. Bizim silsileden Sâmi-il Erzincânî, Abdurrahman-ı Tagî, Seyyid Sıbgatullah, Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin tamamı ile ondan öncekilerinin pek çoğu bu iki kanatlı ankâlardır. Ne var ki, zâhir ilmi olmayan evliyâullaha da, ilmi ledün açıldıktan sonra, Cenâb-ı Hakk'ın ilim sıfatı hâl olduğundan, yeteri kadar zâhirî ilim de lüzumu anında himmet edilir.

ZULMET : Karanlık demektir. İslâm, cehâlet, zulüm ve ahlâksızlığın üzerine doğup onların karanlığını giderdiğinden, güneştir, zulmetin zıddı olan nûrdur. Tarîkat da, zâhir boşluk ve loşluklarını giderip gerçek ilme ve irfâna sebep olduğundan, nûr üstüne nûrdur. Bu nûra kavuşup da onunla dünyasını aydınlatmayanlar, nefsin zulmet deryâlarını geçip de cemâl devletine ulaşamazlar.

 

Cenâb-ı Hak,

Azamet-i Kibriyâsı hürmetine,

Binbir ism-i şerîfi hürmetine,

Habîb-i Edîbi hürmetine,

Habîbinin vârisleri hürmetine,

Zâhir ve bâtın Cedd-i Âlîleri hürmetine;

bizleri Habîbine bağışlayıp Cennet ve Cemâline kavuştursun,

korktuğumuzdan emîn, umduğumuza nâil etsin inşâallah...

Âmîn, âmîn elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn...

 

Fehmi KUYUMCU

 

Yunus Emre derki,
Gel ey gardaş Hakk’ı bulayım dersen
Bir kâmil Mürşide varmazsan olmaz
Resul’ün cemalin göreyim dersen
Bir kâmil Mürşide varmazsan olmaz.
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam26
Toplam Ziyaret237914
Altın Hesaplama
Hava Durumu
Takvim
Site Haritası