Ö N S Ö Z
"Medh-i nakış nakkâşa râcîdir." denilmiştir. Bu ifade, esere değil, o eseri meydana getirene teveccüh edilmesini, asıl eser sahibi olanın kutlanmasını işaret etmektedir. Çok güzel yapılmış bir resmi değil, o resmi yapanı methetmek gerektiğini, sadece resmi methetmenin ise, aslında o resmi yapan ressamı, nakkâşı övmek demek olacağını anlatan bu ifadeden hareket edersek, bilinip nakledilen kadarıyla, Sâlih Baba Hazretlerini anlatıp tanıtabilmek için -bir nakışa benzetirsek üfleyenin, nasıl üflendiyse öyle ses veren kavala benzetirsek - yani, Sâlih Baba'ya şekil, renk, âhenk ve mâna veren o benzersiz usta sanatkârları anlatmakla bu önsöze başlamak istiyoruz.
Bu sebeple, gerek Sâlih Baba Hazretlerini anlatmanın, gerekse himmet ve zuhurat eseri bulunan divanının mahiyet ve mânâsını izah edebilmenin, ancak bu mânâyı nakşeden mânâ erlerinin -serpinti halinde ve fotoğraf tesbiti şeklindeki görüntülerini- nakiller destesi içindeki hatıra, emir ve tavsiyeleri hâlinde kaydetmemiz gerekmektedir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hâtemü'l-Enbiyâ Efendimizin mağara ve hicret arkadaşı, gökde Atik ve yerde Sıddık olan müşavir ve halifesi Ebubekir Sıddık Efendimizden sonra TARİK-Î SIDDIKİ, Bayezid-i Bestâmî Hazretlerinden sonra TARİK-Î TAYFURİYE, Şeyhü'l-Meşayih Abdülhâlik Gücdevani Hazretlerinden sonra TARİK-Î HÂCEGÂN, feyizli ve nurlu tarikatın imamı bulunan Şâh-ı Nakşibend Efendimizden bu yana da TARİK-Î NAKŞÎBENDİ isimleri ile anılmış olan şânı yüksek ve hükmü kıyamete kadar bâkî Nakşi tarikatı; zaman icabı muhtelif kollara ayrılmış ve maneviyatın bu askerî sisteminin gerektirdiği şekilde, bu kollar muhtelif islâmi bölgelerde kümelenmiştir.
Ahrâriye, Müceddidiye, Naciye, Mazhariye, Muradiye, Kasaniye ve Hâlidiye gibi kollar içinde en geniş ve yaygın olan kolun kurucusu Nakşilik bünyesinde Kâdiriliği de -yemek içindeki tad ve lezzet gibi- derc eden, son zamanın müceddidi, Mürşidi Sekaleyn Mevlânâ Ziyaeddin Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'dir. Paşa Hazretlerinin ifadesiyle "Yevmiye gün için bir halifesi bulunan" yani üçyüzaltmışbeş halife yetiştiren bu yüksek mürşidin kurduğu Halidî kolunun, böylece, üçyüzaltmışbeş şûbesi olduğu âşikârdır. Zâhirin tedbir ve genişleyen teşkilatlanmasına eş tedbir ve teşkilatı hemen kuran mâneviyat idaresi de, böylece, askerî sistemini genişletip kendi sevk ü idaresi içerisinde kendi ihtisaslaşmış sınıf ve şubelerini teşkil etmektedir.
1775 milâdide Bağdat yakınındaki Şehr-i Zur'un Karadağ kasabasında Hz. Osman soyundan doğmuş, zâhir ilimlerinin tamamını en mükemmel şekilde ikmal edip önce Kâdirî'den hilâfet almış ve Abdullah-ı Dehlevî Hazretlerinin yüksek tasarruf ve çekişi ile yaya olarak Hindistan'a giderek bir yıllık bir hizmetten sonra en yüksek mânevî makamlara erdiği müjdesi ile Nakşî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Ceştî tariklerinden hilâfet alıp önce, Bağdat'a sonra da Şam'a yerleşmiş ve:
- Git her istediğini sana verdim, denilerek ve zâhire de hükmü geçen bir bâtın sultanı olarak Nakşîliğe yeni bir şekil verip yeni ve hususi bir ruh ilâve etmiştir.
Bizim ibadet ve evrâdımızda yaptığı tecdid (müceddid olarak yapılanlar) ile büyüklüğü anlaşılan ve hükmü yürüyen bu ulu pîr, 1826 milâdîde Şam'da taundan vefat edip Sâlihiye mahallesindeki şehre hâkim tepenin üzerindeki zeytin, incir ve çiçek ve meyvesi hiç eksilmeyen nar ağaçları altından geçilen nurlu türbeye defnedilmiştir.
Tam isim ve şerecesi şöyledir: Ebü'l Baha Eş-şeyh Ziyaeddin Mevlânâ Hâlid bin Ahmed bin Hüseyinü'l-Os-mânîyü'ş-Şâfiiyyü'ş-Şehri Zurî.. Altı Parmak denilen Pir Mi-kâil torunlarındandır.
Ahlâk-ı hamide ve kerîmü'n-nefs sahibi bu mürşidin menakibi, Şeyh Muhammed bin Süleymânü'l-Bağdâdî hazretlerinin "Hadîkatü'n-Nediyye ve'l-Behcetü'l-Hâlidiyye" isimli eseri ile yeni harflerle "Mecdi Tâlid Tercümesi" olarak yayınlanan Seyyid İbrahim Fasih Hazretlerinin "El Mecdü'd-Tâlid fi menakıb-ı Şeyh Hâlid" isimli eserlerde teferruatı ile kaydedilmiş ve halifelerinin bir kısmı da zikredilmiştir.
Zâhir ve bâtın ilimlerindeki ekmeliyeti tasdik edilen bu zülcenaheyn büyüğün, Makâmât-ı Hariri Şerhi, Şerh-i Hadis, Farisi dilindeki Akaidü'l-İslâm, Akaid-i Nesefiye Talikâtı, İrade-i Cüz'iye Risalesi, Râbıta Risalesi ve ekserisi Farsça olan Âşıkâne Divânı, bilinen başlıca eserleridir.
Cenabı Hak derece ve kadrini yüceltip himmetini bizlere ulaştırsın.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin ilim ve tahsil arkadaşı olan ve Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri Hazretleriyle de amca-yeğen bulunan Seyyid Abdullah Hazretleri, Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerinin torunlarındandır. Halid-i Bağdâdî Hazretlerinin Abdullah Dehlevî Hazretlerine hizmet için yola çıkışında da ona arkadaş olmuş ve Delhi'ye birlikte ve yine arkadaş olarak gitmeye kararlı olarak seyahata başlamışlar. İran Azerbaycanı'na gelirken, bazı müşkülâtla karşılaşmışlar. Aralarında şöyle bir karara varmışlar: İki kişi olarak Delhi'ye gitmelerine maddî engeller var. İçlerinden birisi giderse, ikisinin de tedarikini alıp gidecek... Kim de oraya giderse, oradan aldığı feyiz ve manevi tecellilere öbürü de ortak olup o da bu mirastan hisse alacak... Kur'aya karar vermişlerken, Seyyid Abdullah Hazretleri, kendi yaşının ilerlemiş olduğunu, genç ve sıhhatli bulunan Halid-i Bağdâdî'nin gitmesinin daha münasip olacağını düşünerek arkadaşının alacağı nisbetteki hissesinin bâkî ve mahfuz olması şartını hatırlatarak gitmekten feragat ettiğini ifade etmiş. Böylece Delhi'ye gidip kısa bir müddet sonra bütün nisbetleri toplayarak Bağdat'a dönen Hâlidi Bağdâdi Hazretleri de, makamına kâim olup yüce mücedditlik mertebesine ulaşınca, ilim, yol ve kavil arkadaşıyla olan ahitlerine tamamiyle uyup Seyyid Abdullah Hazretlerini de -bizim araştırmalarımıza rağmen künhüne vâkıf olamadığımız bir şekilde- devlet ve saltanatına ortak etmiş. Silsile-i şerifte "Menbai'l-hilmi ve nûri'z-zulâmi el-hâdî beyne'l-aşâiri ve'l akvâm Hazret-i Sirâcüddîn min halef-i seyyid'il-enâm" ifadeleri ile anılan Mevlânâ Es-seyyid Abdullah Hazretleri, asıl mânâsında bir tarîkat piri ve mürşidi olmadığı, halife ve bağlısı bulunmadığı halde, en yüksek makam ve mertebelerin nimet ortağı olmuş. Silsiledeki yeri böylece bir akit ve taahhüt ortağı, bir nisbet aksi, lâhikası şeklinde emsali bulunmayan bir manevî emanet olarak, nisbeti devam ettirici değil de bir özel nâiblik hâli şeklindedir... Mübarek kabirleri, yeğeni ve nisbetin vârisi olarak Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin hususi muhabbetini taşıyıcı halifesi bulunan Seyyid Tâhâ Hazretleri'nin kabri ile yanyana Şemdinli'nin Nehri köyündedir.
Seyyid Abdullah Hazretleri, biraderzadesi, yani yeğeni olan ve yüksek ilim ve üstün ahlâkı ile etrafına ışık saçan Seyyid Tâhâ Hazretlerinden Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerine bahsedince, yanına getirmesini istiyor. Görüşüp buluşmalarından sonra da bir daha ayrılmayacak olan bağlılıkları kurulup hilâfete nail olması ve özel bir şûbe ile ve ayrı bir nisbetin vârisi hâlinde Şemdinli'de irşada başlıyor. Öyle ki İran Şâhı'nın iltifat ve bağışlarını "Osmanlı mülkünün sakini olmam, sizin bağışladığınız kasabaları almamamı gerektirir" diyerek reddediyor. Bu hadiselerin duyulmasından sonra İstanbul'a çağrılarak İran Şâhı'nın gönderdiği diğer hediyeleri devrin pâdişahı Abdülmecid'e takdim edip iltifatına nâil oluyor.
İlim, takvâ ve ma'rifette üstün kemâllerin sahibi bulunan Seyyid Tâhâ Hazretlerinin, zamanının irşad ve medar kutbu olduğu silsile-i şerifte kayıtlıdır.
Sohbeti sükût ile olduğu, onun sükûtundan sohbet nimetlerinin kemâliyle hâsıl olduğu nakledilmiştir. Bir şey sorulunca cevap verir, bunun haricinde sohbeti sükût ile olurmuş.
Birkaç keçiden başka varlığı olmayan bir köylü Van'a gelişlerinin birinde Seyyid Tâhâ'ya intisap etmiş. Bir müddet sonra, bir kaza neticesinde keçilerden çoğu telef olmuş. Adamın karısı da "Bize bu tesbih uğur getirmedi, git de sahibine iade et" diye teşvik etmesi üzerine huzura gelerek:
- Seyda, gurban, bu tesbih bize uğurlu gelmedi, keçiler telefoldu. Ben bu işten vazgeçeceğim, diyor. Tahâ-yi Hakkarî Hazretleri:
- Sen bilirsin, diyor ve köylü gidiyor. Aradan yıllar geçiyor. İçlerinde pekçok âlim de bulunan bir cemaate namaz kıldırmakta iken birdenbire el ve kolunu sallayarak:
- Defol, diye bir harekette bulunuyor. Namazdan sonra, cemaatten mahrem bir mürid:
- Seyda, bu ne hâldir, namaz fâsit olmadı mı? deyince:
- Eskiden, filân zamanda birisi Van'da bizden ders almıştı ya, keçileri telefolunca da tesbihini iade etmişti. İşte o zât hâlet-i nezide, tam ruh teslim edeceği zaman şeytan imanına musallat olmuş, onu îmandan mahrum olarak dâr-ı bekâya gönderiyordu. O hareketle mel'unu defedip onun ikrar ile gitmesine sebep oldum. Hareketim ihtiyarsız olduğundan, namazımız fâsit olmamıştır, buyurmuştur.
- Seyda, bu zât nisbetini muhafaza etmemiş, ikrarını iade etmemiş midir? denilince de
- Evet, bize bağlılığı yoktu ama, birkaç gün olsun hizmette bulundu... Teşehhüd miktarı da olsa bizimle sohbet edip bir müddet de hizmeti oldu.. Cenab-ı Hak lütfedip onun tehlikede olduğunu bize gösterdi... Yolumuza lâyık olan budur ki biz de onu şeytanın şerrinden kurtaralım.
Bir an sohbette bulunup birkaç gün hizmet edene böyle imanla gitmeyi bahşedenlerin, gücü yettiği nisbette hizmetini son nefesine kadar devam ettirenlere nasıl bir lütufta bulunacaklarını kıyas etmemiz icabediyor.
Böyle bir büyüğü bütün kemâlleri ile anlatmak imkânsız. Esasen büyüklerin nisbetlerini devam ettirenleri anlatmak da, o büyüğü methetmek demek olduğunu baş tarafta söylemiştik. Bu sebeple, zamanımıza biraz daha yakın yerde yaşamış olan Seyyid Sıbgatullah Hazretlerinden de birkaç cümle ile bahsetmeliyiz:
Seyyid Tâhâ'nın sayısı çok olan halifeleri arasında "Kardeşim Sâlih kâmildir, o herkesin başıdır" diye hatme ve teveccühü yapmasını emrettiği biraderi Sâlih Hazretlerinden sonraki ekmel vekili ve Gavs-ı A'zam olarak şöhreti hâlâ devam edeni Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî Hazretleri'dir. Seyyid Tâhâ Hazretleri Van'a teşrif edince, Abdülhakîm Hazretlerinin baba dedesi olan Seyyid Muhammed'in evinde misafir olurdu. Seyyid Muhammed'in biraderi Lütfi'nin oğlu olan Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî de işte bu misafirlikte Hizan'dan Van'a gelişinde intisap etmiş ve çok kısa zamanda kemâle ulaşmıştır.
Hilâfetinden sonra, kendisinin yüzlerce talebesi ile birlikte ilkbahar ve sonbaharda bir hamal tutup Nehri'ye şeyhini ziyarete giderdi. Bir ayağı aksak olduğundan, bir hamalın yardımı ile yolculuk yapabiliyordu.
Ziyarete gittiği bir seferde, amcası Molla Abdülhamid'in oğlu Seyyid Fehim Hazretlerini de beraber götürmüş, Seyyid Tâhâ'ya intisab eden Fehim Hazretleri de Seyyid Sâlih'in vefâtından sonra hilâfetle şereflenerek ayrı bir şûbenin kolbaşısı olmuştur.
Sıbgatullâh-i Arvâsî Hazretleri'nin ilim ve kemâl sahibi iken intisabeden üç halifesinden ilki, Molla Hâlid-i Olakî, ikincisi Molla Hâlid'in ilimdeki talebesi Abdurrahman-ı Meczub, üçüncüsü de nisbetin devamlı yürütücüsü ve son zamanın müceddidi büyük tasavvuf âlimi Abdurrahmân-ıTagî Hazretleridir.
Hizan'ın Gayda köyüne bir meşâyihin geldiği şâyi olunca, o civarda geniş ve derin ilmî vukuf ve otoritesi ile tanınmış âlimlerin başı olan Molla Hâlid-i Olakî, etrafında ilim adamları ile Bey ve Ağaları toplayarak Gavs Hazretlerini imtihan etmek üzere o zaman Kölât'da bulunmakta olan Seydâ'nın yanına gidiyor. İlimde rüsuh kazanıp deniz gibi olmuş (mütebahhir) âlimlerle vehbî ilim sahiplerinin cevap verebileceği oniki sual hazırlayıp etrafındaki eşraf ile huzura giriyorlar. İkram faslından sonra Gavs Hazretleri orada mevcut olan bir bağlısına hitaben başlıyor sohbet etmeye: Bir zaman âlimin biri, meşâyihden birini imtihan kasdiyle oniki sual hazırlamış. Birinci sual şöyleymiş, cevabı da böyle imiş, ikinci sual şu, cevabı da bu imiş diye Molla'nın soracağı sualleri daha o sormadan cevaplandırmaya başlamış. Molla Hâlid cevapları çok beğenmiş ama, kendi suallerinin de aynı olmasını -içinde tereddüt hâsıl olmasına rağmen- yine de tesadüftür diye ihtimale bırakmış. Böyle böyle hazırladığı suallerin sırası ile yedincisinin de cevabını pek mükemmel bir şekilde alan Molla Hâlid oraya düşüp bayılmış... Ayıldıktan sonra da Gavs'ın ellerine sarılıp velâyet kemâli ile mürşitlik kudretini tasdik ederek:
- Efendim, bu oniki suali hazırladığımda, bunların cevabını ancak çok yüksek dereceli velîlerin verebileceğini düşünmüştüm. Sualleri sormadan cevabını veren zâtın büyüklüğünü dil tariften âcizdir deyip özürler dileyerek bağlanmış ve yanındakilere de:
- Ben burada hizmet için kalacağım, isteyen gitsin, demiştir. Bir ay kadar Gavs'ın yanında kalan Molla Hâlid, cemaate namaz kıldırmakla vazifelendirilmiş... Bir akşam namazına dururken, "Gavs-ı A'zam olanlar, ilim ve hafızayı silermiş, acaba Sıbgatullah Hazretleri gerçekten Gavs-ı A'zam mıdır?" diye gönlünden geçirip tekbir alarak namaza başlamış. İlimde icazet veren ve fetvada Mısır'dan bu yana olan yerlerdeki soruları üstün ilim ve firaseti ile halleden bir fetva emini olan Molla Hâlid-i Olakî, cehren okumaya başlayacağı Fatiha-yı Şerifi bir türlü hatırlayıp okuyamamış. Tekrarladıkça hatırına bir harf bile gelmemiş. Neticede elinden tutup Gavs Hazretlerini imamete geçirip dışarı çıkarak Farsça uzun beyitlerini okuyup bu beyitlerle Seyda'nın Gavsiyyetini beyan etmiş. Böylece, çok meşayihlerin müritlerinin muhabbet ve mürid edebi gereğince, himmeti ona göre olsun diye bilitizam söyledikleri şekilde (Kutbü'z-zaman, Gavs-ı A'zam) şeklinde değil de tecrübe ve ilmî süzgeçten geçirerek, tahkik ile Seyda'nın Gavsiyyetini ilme'l-yakîn anlamış bulunuyor. Gavs-ı A'zam'ın Molla Hâlid-i Olakî'nin topladığı Minah isimli bir eseri mevcuttur.
Seyyid Sıbgatullah Hazretlerinin doğum ve vefat tarihlerini tesbit edemedik. Mübarek kabirleri, Hizan'ın Gayda köyü kenarında, bir meşe ağacının altındadır. Fotoğrafta açıkça görüldüğü gibi latin harfleriyle aynen "Gavs Seyit Sıbgatullah" kitabesi okunmakta meşayih ve âlimlere has olan sikke ve işaretlerle Kur'ân alfabesi ile başka herhangi bir ibare de kabir taşında bulunmamaktadır.(*)
Abdurrahman-ı Tagî Hazretleri, Hizan'ın Tag Köyünden. Önceleri Seyyid İbrahim-i Çirçâkî isimli Kâdirî şeyhinin halîfesi. O zaman Gavs-ı A'zam'ın şöhretininin yayıldığı bir devir. Gavs'a bağlı bir derviş arasıra Abdurrahman-ı Tagî ile görüşüp konuşuyor. Bir gün dervişe Seyda-yı Tagî soruyor: "Senin gidip geldiğin zât nasıl bir kimsedir, keşfi kerameti var mıdır?" İstihza ile söylenen bu sözlere karşı ümmî olan derviş diyor ki: "Bu Kölât Çayını geçince benim şeyhimin feyzi nasıldır görür ve bu alaydan vazgeçersin." Bunun üzerine işi te'vile kalkıp, "Yok, ben keşfi, kerameti var mıdır diye sormuştum. Bir daha gidersen ben de seninle geleyim" deyip kendi şeyhi İbrahim-i Çirçâkî'ye de vaziyeti anlatıyor. O zât da, "Bizim vazifemiz müslümanlara hizmettir, hizmet yolunu kapamak değil, git onların elini öpüp, hayır duasını al" buyuruyor. Dervişle birlikte yola çıkıp şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı bir tarikatın şeyhini görmeye gidiyor. Kölât Çayını geçince içinde bazı hallerin hâsıl olduğunu farkederek dervişin keşif sahibi olduğunu anlıyor. Bir akşam namazında Gavs-ı cemaatle buluyor. Kendisi bu hâli "Bu cemaat ancak melekler içinde olabilir, bana öyle tesir etti ki Gavs'ı görür görmez hemen ona bağlandım" diye ifade etmiştir. Öyle bağlanıyor ki artık onu görmeden duramıyor. Evine dönünce ayrıldığı için içi yanar ve bu muhabbet kendisini alev alev sararmış. Gidip yanında kalmayı da istirahatine mâni olur diye yapamaz, çok defa onun odasında dışarı bakan küçük pencere önünde elpençe durur, sabaha kadar kıpırdamadan bekler, kar üzerini kapatırmış. Sabahleyin karı açacak olan "karcı" ya Şeyh Hazretleri "Dikkatli olun, karşıdaki kar yığını değil Molla Abdurrahman(Tagî)dir" diye ikazda bulunurmuş. Böylesine bir bağlılık ve muhabbet... Seydâ bu muhabbetle mahbub olup makbul olmuş ve neticede "Kutbü'l-ârifin" olmuştur.
Bir gün Gavs Hazretleri, üç halifesi de mevcut iken: "Cenab-ı Hak şu anda bizim bütün isteklerimizi kabul buyurur. Sizlerin dilekleriniz nedir?" Molla Hâlid-i Olakî "Benim dileğim şudur: Ömrüm sonuna kadar ilim dersi vereyim ve ölümüm şehitlikle olsun", "senin dileğin oldu" buyuruyor Şeyh Hazretleri..
Abdurrahman-ı Meczub da şöyle dilekte bulunuyor: "Allah bu aşk ve cezbeyi benden kesmesin", "Senin ki de oldu" buyuruyor... Abdurrahman-ı Tagî'ye sıra gelince "Rabbimden dileğim, kıyamete kadar ailemden ve neslimden ilim adamlarının eksik olmamasıdır..." Gavs-ı A'zam Hazretleri "Seninki de oldu" buyuruyor...
Üçü de yerine gelen bu dilekler şöyle tahakkuk ediyor: Molla Hâlid 93 Rus harbinde, yaşlanmış bir halde, bir düşman süvari birliğine yalın-kılıç hücuma geçiyor, bu savlet sonunda şehadet rütbesine ulaşıyor. Bütün aramalara rağmen mübarek cesedi bulunamıyor...
Abdurrahman-ı Meczub da aşkı muhabbeti hiç kesilip azalmadan devam ederek cezbe ve istiğrak hâli ile dâr-ı bekâya ulaşıyor.
Abdurrahman-ı Tagî'nin ise, kızından olan nesl-i necîbi, yani damadı ve halifesi Şeyh Fethullah'ın sulbünden hâsıl olan evlâtları hem zâhirde hem bâtında ilim ve tasavvufu bir arada cemetmiş olarak o zamandan beri devam edip gelmektedir. Paşa Hazretleri, onların satır ve sadır ilminin ikisini de hiç bozulmadan taşımakta olduklarını ifade etmişlerdir. Hatta onların erkek evlâtlarının oniki ilmi okuyup icazet almadan memleket dışına çıkarılmadığını belirtmiştir.
"Sultânü'l ârifîn ve Kutbu'l aktâbu'l-vâsilîn" ünvanı ile yâdedilen ve halkın "Şeyh Seyda" olarak tanıdığı yüce Şeyh Abdurrahman-ı Tagî Hazretleri, zamanın evliyâ kafilesinin başkanı ve "Selef ve tâbi'în müceddidi" bulunuyordu. Bu büyük mürşidin kendi devrinde Mehdi Hazretlerinin idaresine kadar gelecek olan zamana mührünü vuran tasarrufu çoktur. Bunların bir kısmını bile anlatmak bir kitap hacmini bulur. Bu sebeple, yukarıda anlatılana ek olarak eşsiz bir menakıbını daha nakletmekle yetineceğiz:
Seyda Hazretleri, hilâfetinden önce, memleketinden uzak olan bir kürdün marabası iken, evini ziyaret maksadıyla yola çıkıyor, gece bir dağın başında ateş yakıp istirahat ederken o civardaki bir çoban "Buraya bir kervan konmuş, kervancılara biraz süt satayım" diye bir kap sütle gelip Hazreti yapayalnız görünce:
- Hocam, bu sütü satmaya getirmiştim ama sen bir âlime, hocaya benziyorsun, hayrıma içip bana dua et, diye sütü bırakıp ayrılıyor.
Yine o esnada vadinin derinliklerinden yukarıdaki ateşi gören bir bağcı da, kervan konaklamıştır zannıyla bağından bir sepet üzüm toplayarak satmak üzere getirip bakıyor ki, tek başına bir zât namaz kılıyor. Vaziyeti kavrayarak:
- Hocam, kervan geldi zannederek şu üzümü satmağa getirmiştim, bakıyorum da sen iyi ve âlim bir zâta benziyorsun, hayrıma afiyetle ye, bana da dua et, diye üzümü bırakıp gidiyor.
Bu zuhuratlar üzerine tefekkür eden Seyda Hazretleri:
- Allah rızkı dilediğine, dilediği şekilde lütfeder, ben bir ağanın yanında çalışmasam da O bana taksimindeki hissemi verir, öyle ise ilim ve amele sa'yedip Allah'a makbuliyete gayret edeyim, diyerek bir daha yarıcılık işine dönmüyor.
Bu hadise üzerinden seneler geçip yüksek mertebesini bulduktan sonra da -unutmayıp derûnunda değerlendirdiği bu hâtırası dolayısıyla- müridanın pek çoğunun rızkını genişletip, taşı tutsalar altın hâline getirmeye himmet buyurarak bu lütuf şeklini usul ve hadem hâlinde devam ettiriyor.
İşte bu himmetin bereketi halifelerinin pek çoğunda devam edip gelmekte ve müridanı Allah'ın GANİ ism-i şerifinin sâyesinde bulundurarak, gönüllere ağırlık veren maişet endişesi ile bir tarafı küfre yakın olan fukaralık zilletini bertaraf ediyor.
Bir sohbetinde Paşa Hazretleri şöyle buyurur:
- Resulullah Efendimiz "Biz fakirliğimizle iftihar ederiz" buyurmuştur. Risaletpenah Efendimizin fakirliği, dünya fakirliği, maddi yoksulluk değildir. Cenab-ı Allah her şeyi Habîbinin emrine vermiş, onun emrine âmâde kılmıştır. Buradaki fakirlikten mânâ, isteyici olmak, acziyetini bilmektir. Herşeyin Allah'ın azamet ve kudreti eseri olduğunu idraktır. Gönülden mâsivâyı çıkarmaktır. (Bu da fenafillah demektir.) Bir mürid zengin ise fakir amelli, fakir ise zengin gönüllü olabilirse hazmı tamam ve mânen hüner sahibi sayılır.
Bu nakil ve beyanlarla burada tekrar edilmesi uzayacak olan diğer sohbetlerde tüten mânâya göre, mevzuu şöyle hülâsa edebiliriz: Nefsani tarîklerde görülen ve öteden beri işin iç yüzünü bilmeyen kimselerce yerli yersiz tekrarlanıp durulan fakirlik, riyazet, açlık ve zenginlik gibi birtakım mefhumlar, rûhâni tarikatlarda çok ayrı ve değişik usullere bağlanmış, çok defa -tahdit edilen sahaları- büsbütün kaldırılmış olduğundan, Nakşî Mürşidleri, müridlerinin iç âleminde zenginliğin yapabileceği tahribatı sihr-i helâlîleri vasıtasiyle gidererek bu zenginliğin zerre miktarı zarar vermemesini temin edip aksine yararlı hâle getirmekte ve büyük kerametlerini de gizleyip normal işlerdenmiş gibi göstermektedirler.
Bir müridin ıslâh ve makbuliyetinin hangi amel ve hizmet sebebine bağlandığını, zenginlik veya fakirlik gibi hayat tarzlarından hangisinin hakkında hayırlı olacağını bilmeyenlerce ulu orta söylenen şöyle yap, böyle yap tavsi-yeleri ile nefsani tariklerde yetişmiş olan eski velîlerin usul ve hallerini tekrar edip duranlar, bizim kolun benzersiz ölçü ve irşad sisteminde yeri bulunmayan ve diğer tarîkatlarda zararlı çok misali görülüp duran Çavuş, Tarif ve Zâhir Halifeleri denilen şahısların yaptığı tehlikeli ve eksik işlerdendir. İrşada memur olan irşad halifesi ise, müridin geçmiş ve geleceği ile nimeti nerede ve ne şekilde bir amel ve fiile bağlı olduğunu memuriyeti icabı -kendisine Resulullah Efendimiz tarafından bildirilip gösterildiğinden- manevi icraatını yakîn ile dosdoğru yapar elhamdülillah...
Nitekim, bütün bu hususları kısa ifadesi için hülâsa eden Paşa'nın şu beyanı mevzumuzun kubbesini dikmektedir:
"Her muhitin müridi ayrıdır..."
Bu hüküm meşrep, bilgi ve görgü farklılıklarının, değişik mizaç ve muhitlerin ilâçlarının da değişik olması sebebiyle, insanların islâh ve irşadı sadece mürşitlerin yüksek kârıdır, demektedir.
"Sâlih sözün dinle peder
Tedbîrine verme keder
Tedbîri de takdîr eder
Derdine derman ara bul
Bir kâmil insan ara bul"
Şâh-ı Cihan olan Abdurrahman-ı Tagî Hazretleri öyle bir Rabbânî mürşittir ki onun yüksek himmeti böylece apayrı bir usuller zinciri hâlinde devam edip gitmektedir.
Abdurrahman-ı Tagî Hazretlerinin ondokuz halîfesi "Eshab-ı Kiram" (1978) kitabında şöylece sıralanmaktadır: "Fethullah Verkanisî, Abdurrahman, Molla Reşid Nurşinî, Abdulkahhar ve Abdülkadir Hezanî, Seyyid İbrahim Esirdî, Abdülhakim Fersafî, İbrahim Ninkî, Tahir Eberî, Abdülhadi ve Abdullah Hurusî, İbrahim ve Halil Çuhraşî, Ahmed Taşkesanî ve Hoca Erzincânî'dir. Buna Muhammed Sâmi Efendi de denir." Ancak burada onbeş tanesi sayılmıştır. Bunlardan Fethullah Verkânisî (ki Seyda-yı Tagî'nin damadıdır)'nin halifesi Muhammed Ziyaüddin Nurşinî, yine Seydâ'nın oğlu olup Mektûbât adı ile mektupları toplanmıştır. Hazret lâkabı ile de tanınmıştır.
Seydâ Hazretlerinin mektuplarını Şeyh Fethullah Hazretleri "Mektûbât" ismi altında toplamıştır.
Yine Seydâ Hazretleri damadı ile Ravza'yı ziyaretinde "Senin mensubun îman ile vefat eder" hitabına mazhar olmuş bir büyükler büyüğü olup 1304 Hicrîde 57 yaşında vefat etmiş ve Nurşin'de bugün herkesin bildiği yere defnedilmiştir.
Hâlid-i Bağdâdî, Seyyid Tâhâ, Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî ve Abdurrahmanı Tagî Hazretlerinin dördü (Seyyid Abdullah'ı da bunlara ilâve edince beşi) Kürt soyundan ve Şafiî mezhebindendir. Bunlardan sonra bizim kolda gelenler ise Türk ve Hanefîdir.
Ayrı ayrı herbirine mensupları olsun, tanıyıp duyanlar olsun bütün halk tarafından "Seyda" olarak hitabedilen Seyyid Tahâ, Seyyid Sıbgatullah ve Abdurrahman-ı Tagî Hazretlerinin biri için yazılıp da Paşa Hazretlerince kimin olduğunu bilmediği kaydıyla "Uzun dörtlükleri ihtiva ettiği halde bu kadarı hatırımıza geliyor" diye sık sık söylenen şu şiiri de teberrüken buraya alıyoruz:
Yetiş imdadıma Seyda
Yürekte yareler peyda
Olayım âşık-ı şeydâ
Aman Seyda Gurban Seyda
Ey Şâh-ı A'zam Şâhı tü
Hem kıblegâh-ı râh-ı tü
Vekmen seki dergâh-ı tü
Aman Seyda gurban Seyda
Tehi destem yüzüm kare
Gözüm yaşlı yürek yare
Sen derdime eyle çare
Aman Seyda gurban Seyda
Dolap gibi kurulmuşam
Bu dünyadan yorulmuşam
Ben Seydama kul olmuşam
Aman Seyda gurban Seyda
Muhterem oğlu Selahaddin Kırtıloğlu'dan alıp sonradan iade ettiğimiz el yazması bir kitapta (Bu kitabın hattı ile el yazması divanın hattı arasında çok yakın bir benzerlik vardır; bu sebeple de divanı yazan Alâeddin Efendinin kaleminden çıktığı düşünülebilir) Samiil Erzincâni Hazretleri şöyle anlatılıyor: (Neseben Erzincânî ve Kırtılzade denmekle maruf İbrahim Efendinin pak sülbünden 1264 tarihinde dünyaya teşrif buyurmuştur. İsmi şerifi Muhammed, latîf mahlâsı ise Sâmi'dir. Belde Müftüsü Kiremitçizâde Sâlih Efendiden okumuş, sonra Erzincan ulemâsından Hacı Sıddık Efendi'nin ders halkasından ilim tahsil ederek icazet almıştır. Daha sonra ilmini derinleştirmek için (der-i ulyâ'ya) İstanbul'a giderek orada da bir müddet okuduktan sonra Hınıs kasabası Rüştüye mektebinde "Mülkiye muallimliği" yapmıştır.
Önceleri, Kâdiri meşayihinden Süleymaniyeli Şeyh Abdurrahman Efendi'den Kâdiri, sonra da 1264 de vefat eden Vehbi Hayyâtî hazretlerinin halifesi bulunan Hâce Mustafa Fehmi Efendiden de Nakşî tarikatını ahzu telâkki buyurmuş, hatmi hâcegân okumak ve muhiblere zikir tâlimi yapmak ile vazifelendirilmişti. 1284 tarihinde vefat eden Erzincanlı Hacı Hafız Mustafa Rüştü (K.S. aziz) hazretlerinin de muhabbetini kazanmıştı. (Kitapta bu Hacı Hafız Mustafa Rüştü Efendi hakkında başkaca bir izahat yoktur. Selahattin Kırtıloğlu Bey, ulemâdan olduğunu ifade etmiştir.)
Takriben 1300 hicrîde Hınıs'ta muallim iken Sultânü'l-ârifin, Kutbul Aktâbü'l-vâsilin Mevlâna Eşşeyh Abdurrahmanı Tagî (K.S. aziz) Hazretlerinin hizmeti şeriflerine yetişerek kemâlât kademelerinin sonuna vasıl olmuştur. 1301 rûmî tarihi Ekiminde hilâfeti mutlaka ile (ekmel halife) tayin ve Allah'ın kullarını irşad için Erzincan'a dönmüştür."
Çocukluğundan beri üstün haller taşıdığını belirten bu kitaptaki bilgilerin özeti bu kadardır.
Hınıs'taki memuriyetinden Nurşin Dergâhının hilâfeti ile dönünce, Keleriç Köyüne (şimdi Karakaya) uğramış ve memuriyetinden önce, İstanbul'daki tahsilinden dönünce, imamlık yaptığı bu köyde Arapça hocalığını yaptığı zaman kemalini keşfetmiş olduğu Muhammed Beşir Efendi'ye: "İcazetli Nakşî halifesiyim, biat eder misin?" diye teklifte bulunmuş ve ilk müridi olan Beşir Efendi böylece intisap etmiştir.
Selahattin Kırtıloğlu Beyin ifadelerini aynen kaydediyoruz: "Bir daha memuriyet veya resmî vazife almayarak Selûke Köyüne dönüyor. Hayatta olan dedemden izin alarak onun bir arazisini satıp eski Erzincan'nın dışında tekke binası ve yanına da bir cami yaptırıyor. Civarda birer ikişer yapılan evlerle burada Mecidiye-i Kebir isimli mahalle meydana geli yor. Civarda ağaç yetiştirip gelirleriyle 8-9 adet değirmen ve dört takım da ev yaptırıyor. Bu dört evin birisi hatmeyi okuyana, ikisi imama, biri de hitabet imamına, değirmenlerden dördü aile efradına, dördü de tekkeye gelip gidenlerin yiyip içmelerine karşılık olmak üzere vakfediliyor. Cumhuriyet idaresi, vakfiyede "Mütevellisi büyük oğludur" denildiği halde bu gayrimenkulleri Vakıflar İdaresine devrediyor. Danıştay ve Temyiz kararları olduğu halde, gasbedilen bu mallar sahiplerine verilmeyip Vakıflarca az bir bedelle satılıyor... Yine Cumhuriyetten sonra, eski Erzincan'daki 8-10 cami tasfiyesi meyanında bizim tekkenin camii de kapatılmış ve vakfı da selbedilmiştir.
Erzincanlı Hocaların, bilhassa Çiğli Hocanın haksız ithamları ve çekememezlikleri yüzünden yaptıkları şikayet üzerine altı ay kadar yalnız Erzincan'da ikamete memur ediliyor. 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa'nın pederin kemaline şehadet eden yazısı üzerine Sultan Hamid serbest emrini gönderiyor.
İkinci haccına gitmek üzere 90 ihvanı ile İstanbul'a gidiyor. Sarayda bulunan Hah'lı Mustafa Paşa'nın tavassutu ile Sultan Abdülhamid'le görüşüyorlar. Hediye olarak verilecek para teklifini reddediyor. Sadece fakirlere verilmek üzere 60 lirayı kabul ediyor.
"Bizim vefatımızda kabrimizi camiin bahçesine, şuraya, üstü açık olarak yapın" dediği halde, ihvanlar üstü kapalı türbe yapıyorlar. Sonradan türbenin karşısına Halkevi binası yapılıyor. Halkevi başkanı -Böyle bir devrimci müessese yanında türbe olmaz- diye yıkılmasını istiyor. Fakat, büyük zelzelede, türbe ile birlikte Halkevi de yıkıldığından, başkanının mel'aneti tahakkuk etmiyor, ilâhi hikmet türbeyi vasiyete uygun şekle sokmak için yıkarken, mel'anet yuvasını zalimin kendi başına geçiriyor. Sonradan şimdiki kabri ben yaptırmış bulunuyorum. Kabir taşında "Nakşibendi şeyhlerinden Şeyh Muhammed Sami Kırtıloğlu 1264-1330" ibaresi yazılıdır.
Dedemin dedesine sipahilik zamanında devlet Kırtıl Timarı denilen bir timar vermiş. Kırtıl timarının icabına göre harbe gidecek kaç atlı -sipahi- hazır bulunduracaksa onları beslemek için bir kısım köylerin öşrünü dedem alırmış. Bu sebeple de kendilerine Kırtıloğlu denilmiştir.
Babamın kütüphanesinde üçbinden fazla kitap vardı. Zelzele sırasında birçoğu zayi oldu. Halifesi Hacı Abdurrahman Efendi bir kısmını götürmüş, diğerleri zelzeleye rağmen toplayıp sandıklara koyduğum halde, kendisine sandık lazım olan birinin yerlere boşaltıp dağıtmasından sonra, o hangamede kaybolmuştur."
Sâlih Baba'yı yetiştirip, oğul balı peteği gibi, ağzına kadar varidatla dolduran ve silsilei şerifte "Umde-ti Küberai âşıkîn, kutbü'l-irşadi bil-yakîn" ünvanını taşıyan Zülcenaheyn şeyh Samiil Erzincanî Hazretleri, Erzincan ve Erzurum havalisinde akranının hepsine faik bir ilim sahibi olduğu halde, maddi zaruretine çare bulmak üzere Erzurum vilâyeti makamlarından memuriyet istemiş ise de, o civarda münhal olmadığı cevabını almıştır.
Bir türbe önünden geçerken şu zâta fatiha okuyayım diye türbeye yaklaşınca:
- Nurşin, Nurşin diye (a böyle usulca) Nurşin diye bir seda duymuş ve vilâyete tekrar uğrayarak:
- Efendim Nurşin nedir, orada bir kadro var mıdır? diye sorunca da,
- Evet unuttuk, Hınıs'ta bir memuriyet var, istersen tayin edelim, mukabelesi üzerine oraya tayin edilerek gitmiş ve Seydâ Hazretlerinin memleketine gidiş ve intisabının baş-langıcı böyle bir zuhuratla olmuştur...
Bu hadiseyi bir sohbetinde nakleden Paşa Hazretleri şöyle buyurmuştur:
- Dedemiz olan (Şeyhinin şeyhi olması hasebiyle manen dedesidir) Sâmi-il Erzincânî Hazretleri, Şeyh Seydânın hizmetinde bir yıl kadar kalınca halifeliğine emir çıkmış ve o dergâha uzun senelerden beri hizmet eden müridan:
- Efendim, bu Hoca daha yeni geldi, hilâfet senelerce hizmeti geçenlerden birine verilseydi, şeklinde itirazda bulunmuştur. Seyda Hazretleri bunun üzerine, itiraz eden müridin birine:
- Bu Erzincanlı Hoca ile falan zâtın kabri şerifine gidin, ne zuhur ederse gelip nakledin, emrini vermiştir. Bu mürid neticeyi Şeyhine şöyle anlatmıştır:
- Efendim, Hoca ile emredilen kabre varıp o zâta teveccüh edince gördüm ki, bir ulu divan kurulmuş. Resulullah Efendimiz, yanında Hulefâ-i Râşidîn ve Sahabe Efendilerimiz ile Şâhı Nakşibend ve diğer Pirlerimiz oturmuşlar. Bu Hocayı huzura getirdiler, Peygamber Efendimizin emir buyurması üzerine Hoca'nın başına bir sarık sarılıp beline bir kuşak kuşatıldı ve eline de bir âsâ verilerek dua buyrulup fatiha çekildi..
Bunun üzerine Abdurrahmanı Tagî Hazretleri:
- Oğlum, Peygamberimizin emrine karşı muhalif olunur mu? Hocanın hilâfetini kimlerin emrettiğini gördün. Bizim reyimizle hilâfet olsa evlâdımıza halifelik verirdik, amma maneviyâtın emri yerine gelir. Hatta Hoca'nın nimetini daha önce vermemiz lazımdı, ama sizlerin böyle itirazınız olacağı mülâhazasiyle bir müddet de geciktirmiş bulunuyorum, demiştir.
Muhterem Abdurrahim Reyhan'ın beyanına göre, Piri Sâmi Hazretleri Erzurum'a gittiğinde, Seyda Hazretlerinin halifesi Taşkesenli Ahmed Efendi ile görüşmüş ve ondan inâbe almak istemiş ise de -Piri Sami Hazretlerinin hemen irşadı gerektiğinden ve bu şekildeki bir şahsın inabesinin de halifenin meşayihi hayatta ise ona yapılması gerektiği bir kaide olduğundan- Taşkesenli Ahmed Efendi, şeyhi Şeyh Seyda'yı tavsiye etmiştir.
Selahattin Kırtıloğlu Beyefendinin bu husustaki beyanı da aynen şöyledir: "Babam Hınıs'ta muallim iken arkadaşlık ettiği telgraf müdürü, şeyhi olan Piri Tagî'yi methediyor. Birlikte Nurşin'e gidiyorlar ve bu gidişte Seyda'ya inâbe ediyor. İntisabından sonra memuriyetinden istifa ederek Nurşin'e dönüp münhasıran hizmete devam ediyor. Hilâfetine emir çıkıp da dedikodu yapılınca Piri Tagî Hazretleri:
- Hoca'nın sobası temizlenip kuru odunla doldurulmuş, önüne de tutuşturucu yerleştirilmiş duruyordu... Ben sadece bir kibrit çaktım... Buyurmuştur."
Piri Sami Hazretlerinin evlâtları da şunlardır: Seyfeddin, Hacı Fahreddin, Hacı Nusreddin, Eşref ve Selahaddin Beyler... Piri Sami Hazretlerinin halifelerini de Abdurrahim Reyhan ve Selâhattin Kırtıloğlu şöylece saymışlardır. İkisinin beyanını birleştirerek kaydediyoruz:
1- Hah'lı Hacı Abdurrahman Efendi ki, Piri Sami ile oğlu Nusrettin Efendinin kayın biraderidir. Yani iki bacısı Piri Sami ve oğlu Nusrettin ile evlenmiştir. Teveccüh yapmasına dair icazeti Beşir Efendiye imzalatmış Piri Sami Hazretleri. Böylece de fiilen Piri Sami'nin vefatından sonra tebliğde bulunamamış, Beşir Efendiden başkasının hilâfetine ihvanlar müsade etmediğinden 1932'den sonra Keleriç köyünde ve tebliğ suretiyle tarikatı neşretmiştir.
2- Kelkit'li Hacı Ali Efendi.
3- Refahiye'nin Hanzar köyünden Hacı Hasan Efendi ki, Mekke'de vefat etmiştir.
4- Erzincan'lı Hacı Hoca denilen Mehmet Efendi. Bu dördü de âlim ve dördünün de hilâfeti Beşir Efendi'nin hilâfetinden sonradır. Yine yukarıda sayılanların dördü de Ledünni ilmi okumadıkları için sadece tebliğ halifesi olarak vazife yapmışlardır.
Beşir Efendi Hazretleri'ne gelince, 45 yıllık uzun hizmet müddetinin 27.nci senesinde irşad edilip Şeyhinin sağlığında hilâfeti mutlaka ile irşada memur olarak önce Otlukbeli'nde, sonra da Tercan'da tekke kurup müstakilen mürşidlik yapmış ve manevi makam ve mertebelerin en nihayetine ulaşmıştır. Mürşid-i Sakaleyn ve Kasımü'l-Erzak sıfatları ile (Müceddid gelecek idi ama müceddid zahirden geldi" beyanına başka bir husus ilâveye lüzum yoktur. İki defa hilâfet emri geldiği halde Piri Sami Hazretleri kendisinden ayırmak istemediğinden memuriyetini geciktirmiş, neticede Bayburt ve Tercan'da irşada memur olmuştur.
Babası Hüseyin Efendi, onun babası da Musa Efendi'dir. Doğum yeri Küpesük Köyü, büyüyüp yetiştiği ve yerleştiği yer de Keleriç. Ataları Küpesük'e Maraş veya Antep'ten gelmişler. Künye ve lakapları Emiroğulları'dır. Babası küçükken vefat ettiğinden dedesi ve amcası Hasan Efendi'nin yanında büyümüş. Baba ve annesinin tek evladı, kardeşi yokmuş. Amcası Abdülhamid Han'ın kayıkçısı iken bilâ varis vefat etmiş ve kendisine kalan çokça mala talip olmamış.
Beşir Efendi Hazretleri "yarım molla" tabir edilen bir şekilde medresede okumuş ve yukarıda anlatıldığı gibi Piri Sami Hazretlerinden ders almış ise de Arapçayı bitirmemiş, Piri Sami Hazretleri zekası dolayısiyle de kendisini çok severmiş.
Paşa Hazretlerinin bir sohbetinden kayda alındığı gibi, pekçok emlâkini satarak ihvanların ihtiyaçlarına sarfetmiştir.
İntisabından önce, elinde mevcut bulunan seyyidlik şeceresine ait belgeyi, intisabından sonra, -varlık hâsıl etmemesi için- bir duvarın deliğine koyarak üzerini sıvamış ve bir daha da aramadığından orada kaybolmuştur.
İlk zevcesi Abdurrahim Reyhan'ın ninesi Meysun. Bu evlilikten üçü erkek dördü de kız olmak üzere yedi evlâtları olmuş. En büyük evlâtları, yine Abdurrahim Reyhan'ın babası bulunan ve ilim sahibi olarak az bir müddet imamlık yaptıktan sonra dülgerlikle iştigal eden Hüseyin Efendi'dir. Paşa Hazretleri, Hz. Pir'in : "Velâyetini gördük elhamdülillah" diye bu oğlunun kemâlini ifade ettiğini anlatmıştır. Zaten "Eba Hüseyin Efendi" künyesi ile silsile-i şerifte okunması da velâyetinin kat'î bir delilidir.
İkinci evlâtları İsmail Efendi. En küçük evlâtları da Vehbi isimli üçüncü oğulları, Fadime, Mahbub, İzzet ve Zinnet de kızları. Mahbub 7 yaşında âmâ olmuş. İkinci okunuşta bir ibareyi hemen ezberlermiş. Kadınlara hatme okuyup ders tarifi ile vazifeli imiş.
İlk zevcesinin vefatından sonra evlendiği ikinci hanımı Fadime'den de Ahmed, Celâleddin, Taceddin isimli ve Buyruk soyadını taşıyan üç oğlu olmuş. Muhacerette iken ikamet ettikleri Kırşehir'de bu hanımı vefat etmiştir. Âliye isimli üçüncü hanımından da Hafız Muhammed, Necmeddin ve Fahreddin (ki soyadı Buyruk'tur) isimli üç oğlu olmuş ise de ilk ikisi Erzincan felaketinde vefat etmişler. Âliye hanım inabe ettiği gece, gökten ayın inip koynuna girdiğini görmüş. Bu rüya üzerine, dul olan Âliye hanımı, ikinci karısı da vefat etmiş bulunan Beşir Efendi ile ihvanların evlendirdiğini Muhterem Ahmet Buyruk anlatmıştır.
İlk halifesi ve büyük eseri Dede Paşa Hazretleridir. İkincisi, Tahrirat Kâtibi Nuri Efendi, üçüncüsü Nazım Hoca, dördüncüsü de Hidayet Efendi'dir.
Dördünün de seyri sülûku tamamladığı, icazetlerinin doldurulmasına rağmen kendilerine verilmediği, hatta Beşir Efendi Hazretlerinin (O icazetleri benimle birlikte kabre gömün) buyurduğu nakledilmiştir.
Muhterem oğlu Ahmet Buyruk'tan aynen naklediyorum: "Efendim buyurdu ki, filan zat da bize olan nisbetini muhafaza ederse halifemdir... Fakat o zat nisbeti muhafaza etti mi bilmiyorum..." Bu nakil de beşinci bir zatı muhteremi ifade etmekte idi.
Hazreti Pir'in vefat tarihi olan 1932'den sonra çok az bir müddet Nazım Hoca da ders vermiştir. Hidayet Efendi yakında zamana 1960-1964 arasında vefat etmiş fakat hiç ders vermemiştir. Böyle iken kerameti açık bir zat idi. Nuri Efendi ise felâkette kalmış ve Nazım Hoca gibi o da ders vermemiştir.
Mübarek kabirleri Terzibaba kabristanı girişinde, soldaki yolun az ilerisinde üzerini kucaklayıp örtmeye çalışan dalların altındadır. Kabrin ayak ucunda Hidayet Eendi'nin ka bir taşı fotoğrafta sağ alt köşede görülmektedir. Esasen kabrin çevresi, ihvan ve yakınların istilasına uğramış, geçecek, ayak basacak yer kalmamıştır.
Keşif, keramet ve harikalarının haddi payanı olmadığı nakledilen, hayat ve velâyeti ancak müstakil bir kitaba sığmayacak olan bu evliyaullah ile onun vârisinin menakiplerini toplamayı Cenab-ı Hak bize nasip etsin inşaallah...
"Önden gelenler mi üstündür, sonradan gelenler mi bilinmez" Hadisi şerifinin delâletine tamamıyla uygun olarak yükselmiş oldukları misilsiz yakınlıkla irşad ve tebliğ vazifesini yapmak üzere günahkârlar zümresinin arasına kadar teşrif etmiş olan ERZİNCANÎ şubesinin ikinci ve KAASIMU'L-ERZAK MÜRŞİD-İ SAKALEYN, HÂDİM-İ DERGÂH-I HAZRET-İ SAMİ EŞ-ŞEYH MUHAMMED BEŞİR-İL ERZİNCANÎ elkabıyla ölümsüzler halkasına dahil olan ve Paşa Hazretlerince "BEKÂ ENDER BEKÂ BULMUŞ GELMEMİŞ MİSLİ BİR DAHİ" diye küçük silsile-i şerifte senâ edilen bu büyüğün büyüklüğünü Paşa Hazretleri şöyle anlatmıştır:
- Sami-il Erzincanî Hazretleri buyurmuştur ki, "Şâhı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendiyi ziyaret etsin.." Yine Sami-il Erzincanî Hazretleri hilâfet verirken bizzat kendi makam ve derecesine ulaştığını belirterek şöyle buyurmuştur:
- İki aslan bir posta sığmaz, ya sen buradan çık, yahutda ben başka bir yere gideyim... Bunun üzerine Hazreti Pirin önce Otlukbeli'nde daha sonrada Tercan'da tekke kurduğu ve Piri Sami Hazretlerinin vefatından sonra tekrar Erzincan'a döndüğü malûmdur.
- Müceddid gelecek idi ama hikmetullah, müceddid zahirden gelince bu ihsan tahakkuk etmedi... diye kısa şekliyle yüksek kemali dile getirilen, bütün mahlûkatın rızıklarının taksim edicisi ve insanlarla cinlerin bu yüksek mürşidinin tekke arkadaşı, ihvanı olan Sâlih Baba'nın dergâha gelişini, intisap ve şiir söylemeye başlayışını Paşa Hazretleri muhtelif sohbetlerinde ifade etmiştir. Kabir taşında "Hulefayı Nakşibendiden Beşir Efendi" ibaresi hâkkedilmiştir.
Sâlih Baba'yı bazı karinelere göre değil, bu sohbet ve beyanlara göre anlayıp anlatmak, başka bir ifadeyle Sâlih Baba'ya tarikat ve tasavvuf gözünden bakmak da bizim usul ve borcumuzdur.
Bu bakışı yapmak, tasavvuf adesesi ile Sâlih Baba'yı görmek için, mensubu olmakla iftihar edip, sâyesinde bulunmanın şükründen âciz olduğumuz altın zincirin her cihetten tamamlanmış, tutunan herkesi çekip temizleyerek yücelten, kendisine eklenecek halkalara da misilsiz bir renk ve şekil veren som ve son halkasını da sür'atle geçen bir kuşun bakış seyri içinde anlatmamız icabetmektedir. Bu öyle bir müşkül iş ki, sanki, Kur'ân-ı Kerim'i bir cümle ile tarif ve izah etmeye, bir okyanusun binlerce âlem ve ahvalini bir fincan su ile anlatmaya benzer... Sanki, ateş böceğinin karanlıkta kısa bir çizgi olan ışığının güneşin aydınlığını ifadeye cür'et etmesi gibidir. Ne var ki, asıl konumuz Sâlih Baba Divanı'dır. Bu divan ise, Padişahların saray bahçelerinde geceleri yakılan fenerlere benzer. Bu fenerler hem o emsalsiz güzellikteki bahçeleri aydınlatır, hem de padişahın oturduğu sarayın yol ve kapısını gösterir. Biz, bu önsözde Padişahları sayıp onların bahçe ve saray lambaları ile güzellik ve gizlilikler üstünde yanan ışıkları işaret ediyoruz. Parmağımız o ışıkların yerini ve o mülkün maliklerinin istikametini gösterebilirse, şükrünü edadan aciziz.
H H
Hemen hepimizin büyük ölçüde görüp, duyup, bildiğimiz Dede Paşa Hazretleri.. Onun kemal ve velâyetinin künhünü anlamak ve anlatmak imkânsız. Beşerî seyirler içindeki hayatı ile bazı beyan ve tavsiyelerine ve bir kısım ölçülerine hülâseten temas edip geçiyoruz.
Kışın Bayburt'taki meşhur Sarı Konak'ta oturup kapılarını misafir ve ihtiyaç içindekilere daima açık tutan, yazları da Aşağı Lori Köyünde çok geniş arazilerinin hasadı için oturan ve İzni Ağalar diye bilinen tanınmış eşraf ailesinden. Babası Hacı Hüseyin Efendi, annesi de Gülhanım. Her ikisi de Seyyidlerden ve Abdurrahim Reyhan'ın ifadesine göre Hüseynî'lerden.
Adı Musa olan ve Baştürk soyadını kullanan Paşa'nın resmî doğum kayıt tarihi 1300 olmasına rağmen, bizzat ifadeleriyle sabit olduğu üzere 5-6 sene sonra nüfusa tescil ettirilmiş. Buna göre 1294-1295 doğumlu. Babasının dede adı da Musa olduğundan, aile içinde (Dede, dede) diye sevilmiş ve Dede Paşa olarak da anılmış ve böylece, Dede, Dede Paşa şeklinde anılagelmiştir. Küçük yaşta yetim kalmış ve vârisi bulunduğu geniş emlâkin idaresi ile birlikte dayısının nezaretinde büyümüş. Subyan Mektebi ve Rüştiyeyi bitirmiş... 18 yaşında, Aşağı Lori'ye tebliğe gelen Beşir Efendi Hazretlerine intisap ederek onun bütün hayatı boyunca yanından ayrılmamış, Abdurrahim Reyhan'ın ifadesiyle "Çok zengin aile çocuğu olduğu halde, dünya işi ve ticaretiyle meşgul olmamış, şeyhinin hizmetinde, tebliğde gezmiş, çok harika ve kerametler kendisi ve şeyhinden görülmüştür."
Her sene, 9-10 ay şeyhi ile tebliğde gezip hizmette bulunduktan sonra, 2-3 ay da hasad için evine döner, hasad bedelinden yeteri kadarını ailesine bırakıp, asıl büyük kısmını altın halinde ve heybe ile "Dede Paşanın odası" diye müridanın bildiği bir yere bırakır, tekke ve ihvanın ihtiyacına terkedermiş.
Tercan'daki tekkede geceleri sabaha kadar yüksek dairevi duvarlar içindeki dergâhın etrafında dolaşarak nöbet tutar, vakti gelince de şeyhinin bulunduğu yeri kıbleye getirerek teheccüdü kılarmış. Camii, ders ve sohbethanesi, haremi, ihvan yatakhaneleri ile aşhanesi, fırını ve sair ihtiyaçları karşılayacak teşkilatı ile bir külliye olan tekkede soh-bete doyum olmadığını, ekmek ve yemeklerin nefasetine hâlâ kanamadığını daima ifade eder ve o zamanlardaymış gibi dinçleşip neşelenirdi. Yaz günleri Beşir Efendinin Keleriç'teki hâlâ duran üzüm bağını gece gündüz -köpeklerin tahribatından korumak üzere- beklediğini fakat ne hikmetse diğer bağlardan hiç çıkmayan köpeklerin bu bağa asla uğramadıklarını anlatırdı. O devri ve bu köyü bilenlerden tesbit ettiğimize göre, kendisi de beklediği şeyhinin bağından katiyen üzüm almaz, para ile başka bağcılardan üzüm satın alarak yerdi. Ankara ve İstanbul'da bulunduğu sıralarda bazı neşeli anlarda, bilhassa hatmeden sonraları ev halkı ile yaptığı doyulmaz sohbetlerde "Hz. Pir geçerken mahlûkat tazim eder, yılanlar dikilip ayağa kalkardı.. Cinlerden 400 den fazla müridi vardı... Hızır Aleyhisselam ile her istediği zaman görüşürdü, kar ve tipili havalarda tebliğe çıktığı köylerde şeytanların dağlara doğru kaçıştıklarını gözümüzle görürdük, muhacirlikte ikamet ettiği Kırşehir'de 500'den fazla müridi hasıl olmuştu. Kırşehir'de kalması için israr edip tedbir aldılarsa da Erzincan'a dönmeyi murad etti. Müridi için öyle merhametli idi ki dil tariften âcizdir." şeklindeki beyanlarının az bir kısmını kaydetmekle iktifa ediyoruz.
Öyle bir azim ve sadakatle bağlanmıştı ki, tekkelerin ilgasından sonra Şeyhefendisi Erzincan'da evine çekilmiş, gözaltında tutuluyor. Hatmeyi bile herkes kendi âleminde yapıyor. Bu devirde bir kış günü Paşa Bayburt'tan Erzincan'a geliyor. Müthiş fırtına, kar yağıyor. Hz. Piri rahatsız etmiyeyim diye, dış kapının eşiğine başını koyan Paşa'nın üzerini kar kapatıyor. Sabahleyin kapıyı açan Valide Hanım Paşayı içeri alıyor.. Böyle sayılamayacak kadar çok ve değişik muhabbet ve teslimiyet örnekleri ile uzun ömrü dopdolu... Anlatmak ve yazmakla bitmez... Paşa'nın kemalini Beşir Efendi ile Piri Sami Hazretleri de ayrı ayrı ve defaatle ifade etmişlerdir.
Bu meyanda, Kırtıloğlu Tekkesinde, Piri Sami Hazretlerinin yapacağı bir teveccühde yüzlerce, belki de bine yakın ihvanla oturulmuş. Herkes, normal olarak teveccühü yaptıracak olan Piri Sami Hazretlerine dönmüş vaziyette otururken, sonradan gelen Beşir Efendi Hazretlerini hisseden Dede Paşa, hemen kendi şeyhine dönerek teveccüh sonuna kadar böylece şeyhine yüz çevirip teveccühü yapan zâta ihtiyarı ile sırtını çevirerek oturuyor. Teveccühten sonra Piri Sami Hazretleri halifesi Beşir Efendi Hazretlerine:
- Kimdir bu kara sakallı genç, nereden buldun onu? diye sorunca, Beşir Efendi:
- Bayburtlu, Dede Paşa derler... diye izahat veriyor... Piri Sami Hazretleri:
- Gönlüne nazar ettim de bir an bile senden ayrılmıyordu... Hatta bu kalbî bağı kendime çevirmeye uğraştım da bir türlü çeviremedim... Ona iyi bak ki senin de benim de yüzümü ağartacaktır o... Buyurduğunu pek çok kimseler nakletmiştir.
Eskiden, teheccüd namazı iki rekat kılınacaksa, ilk rekatta Yasin, ikinci rekatta da Tebareke sureleri okunurdu. İkişerden dört rekat kılınacaksa, ilk iki rekatta Yasin suresi ikiye bölünerek okunur, ikinci iki rekatta da Tebareke suresi ikiye taksim edilerek kılınırdı. Tarikata yeni giren bir müridi de ihvanların eski ve önde gelenlerinden biri çağırarak "Dersini nasıl yapıyorsun, virdlerini nasıl ifa ediyorsun" diye sıkı bir kontroldan geçirir, bu usulle de yeni mürid noksanlarını ikmal ederdi. Nefsimin yeni ders aldığım günlerde ihvanın ileri gelenlerinden olan Nuri Efendi beni çağırarak "Gel bakalım Dede, dersini nasıl yapıyorsun" diye sordu, anlattım... Bütün emirleri teker teker sorup cevabını aldıktan sonra "Teheccüdü nasıl kılıyorsun" deyince, "İlk iki rekatta Fatihadan sonra beşer, ikinci iki rekatta da birinci de yedi ikincide beş ihlâs okuyorum" deyince: "Seni bid'at sahibi, tarikatımıza bid'at mı sokacaksın" diye bana hücum edip döğmeye teşebbüs etti. "Efendim, ben kendi reyimle böyle yapmıyorum, sebebini bu emri veren Hz. Pîr'e sor" diyerek elinden kurtuldum... diye başından geçen bir olayı anlatan Paşa Hazretleri, bu beyanı ile pek çok ve pek büyük bir hususu ehemmiyetsiz bir hadiseymiş gibi anlatıvermiştir. Halbuki burada, bu hadisede çok ehemmiyetli hakikatler gizlidir. Bir defa, bir tarikat kaidesi ancak müceddit vasıtasıyla değiştirilebilir. İkincisi de, bu değişiklik, bir ihtiyacı karşılamak ve zaman icabı hasıl olacak zaruretlere istinaden ve yine kendisine icabedene hasredilir. Dede Paşa Hazretlerinin nasıl misilsiz bir ses ve eda ile Kurân'ı okuduğu ve Yasin ile Tebareke surelerini hıfzetmiş olduğu herkesçe malûmdur. Bu teheccüd tarifi, idraki olanlarca hemen anlaşılır ki bizler için, bizlerin hâlini tâ o zamanda ve işin başında gören büyük bir keramet-i manevidir... Bir selâhiyet ve tasarruftur. Ayrıca Dede Paşa Hazretlerinin vârisliğinin de ayrı bir icazetidir. Yeri gelmişken ifadesinde fayda vardır. Teheccüd namazı yatıp kalktıktan sonra kılınan bir namazdır. Yatsı namazının sonunda kılınmasına müsade edilmesi de ayrı bir tecdid selâhiyyeti ve tasarrufudur ki bu da Paşa Hazretlerine has olan bir tasarruftur. "Keramet, kerameti gizlemektir" hükmünce, en büyük harikaları lâlettayin hadiseler şeklinde gösterip gizlemek suretiyle türaba vermektir. Kendi kadem ve rengi içinde, mahviyet ve yokluk toprağı ile örtmektir... Tasavvuf ıstılahları kısmında Türab (Toprak) maddesinde izaha çalıştığımız gibi, toprağı hakikatına kemaliyle ulaşan en yüksek mürşitlerin kârıdır bu hâl.. Her hareket, tavır ve sözü âyet ve hadis ıtrı, nübüvvet kemâlinin bir aksi olduğu halde "Biz birşey bilir bir kimse değiliz, söylenen kelâm sizin kemalinizin aksidir" diyen, kendisinden -zaruret icabı- sâdır olan keşif ve kerametleri daima "Hz. Pirin bir himmeti, bir lütfudur" diye şeyhine atfeden, "Hz. Pir bizim sûretimize girip size öyle görünmüş" diye kemali büyüğüne lâyık gören Dede Paşa Hazretlerinin ifade ve davranışlarının mânâsına ve özüne âşina olabilmeyi bizlere Allah nasip etsin inşaallah. Himmet ve sohbetin netice gayesi bu öze, bu inciye ulaşmadadır... Onun için, ekseri sohbetleri, baygın ve esarette olan ruhumuzun uyandırılmasına matuf bulunuyordu. Bu sebeple de, ruha ait inceliklerle özelliklerin duyulmamış derinliklerini gösteren tablolar çizer ve ruhu uyandırmaya çalışırdı. Muhabbeti gayrete eş edip bu araçla ulaşmayı ima ve ihsas ederdi. Noksanların yavaş yavaş ve kendi idrakimizle tamamlanmasını arzu eder, yasaklardan uzaklaşıp emirlere uymamızın gittikçe artan bir muhabbet kıvamında çoğalıp büyümesini muradederdi. Nefis ve şeytanın mürşidi kâmil yanında bir hükmü olamayacağını beyanla emre uyup ruhu uyandıracak sebeplere himmet ve gayreti isterdi. Şeriat, şeriat... Hatme, hatme, hatme, rabıta, rabıta, illâ râbıta... Sohbet ve daima sohbet. "Sohbet kalbi safi eder, huzur müridi bozulur da sohbet müridi bozulmaz"buyururdu.
H H
İşin başı ve aslı olan şeriat ise, emirlerin tamamına uyup, yasakların tamamından uzaklaşmayı icabeder. Yine şeriat birlik ve beraberlikle islâmi şuur ve gayreti icabeder. Bu ise müride zaten hem farz, hem vacip, hem de sünnet-i müekkededir. Anlayana "Emr-i bi'l- maruf ve nehy-i ani'l münker" şarttır... Bu da islâmi şuur ve gayretle olur.. İslâm, islâmî gayret ve teşkilât olmadan yaşanılamaz. Hepimizin çoluk çocuklarımızın yetişip kurtulması buna bağlı olduğunun idraki lâzımdır.
Köyde, kentte, esnaf ve tüccar arasında, daire ve mekteplerde olan yaşayış ve telkin belli... Bu islâm dışı usul, ders, okul ve işlerin düzelmesi ise bu şuur ve gayrete bağlıdır. İşte Paşa Hazretleri, bütün mahrem sohbetlerinde bu şuur ve gayreti ifadeye çalışmış ve buna himmet etmiştir. Bizler de sadece nefsimizi kurtarmak değil, nefsimizle birlikte bütün islâm nefeslerini de kurtarmanın şuuruna yönelmedikçe bize emanet edilen vazifeyi yapmamış oluruz. Bu halde ise, zaten tek başına nefsimizi islah ve kurtarmayı da yapamayız. Aslında tarikat, cemaat şuurunu nefse yerleştirmek ve gayret ve hizmet kemerini kuşanmaktır. Tarikatta ilerlemiş ve makbul olmuş kimselerde ise "Nefsî, nefsî enaniyeti" ne işe yarar?.. Esasen, bir müslümana yeteri kadar bilgi farzdır. Farzı yapmayan ise nefsi nasıl kurtarabilir... Allah cümlemizi islâm şuur ve firasetine ulaştırsın...
H H
"Yüzümüzün karası ile altmış yıl hizmetimiz var" buyurmuş Paşa Hazretleri.. Açıktan yapılacak zaman ve yerde açıktan, örtülü ve gizli yapılacak zaman ve yerde de ona göre hizmet etmiştir. "Cenabı Hakkın da siyaseti vardır, Habibinin de siyaseti vardır, Evliyaullahın da siyaseti vardır. Siyaset ise şarttır" buyurmuştur ki, bu ifade idrak sahiplerine yeter. Te'vil erbabı ile kuru sofular ise zaten muhatabımız değildir...
H H
Doksan beş yılı bulan bereketli ve feyizli ömrünün onsekiz yılını çıkarsak, yetmiş yedi senelik bilfiil hizmette geçen ve yakın zamanlarda emsali bulunmayan böyle bir manevi hayat ve marifet sahibi Dede Paşa Hazretleri de her yaradılış gibi fani âlemden ayrılmış, 4 Eylül 1973 Salı-Çarşamba gecesi bekâ âlemine yürümüştür.
Misilsiz bir yön, şekil, eda, renk ve ıtır verdiği bağlılarına şöyle de bir müjde vermiştir: "Bizi bizim vefatımızdan sonra anlarsınız, kılıç kınında iken kesmez ama, kından sıyrılınca turnalar hangi göle konarmış görürsünüz". Bu müjdeli kerametin neticelerini de körler bile görür, sağırlar da işitir hâle gelmiştir...
Herkesin bildiği ve tereddütsüz de tasdik edip kabul ettiği gibi, Şeyhefendisinin en büyük oğlundan torunu bulunan Muhterem Abdurrahim Reyhan'ı Ekmel Halife, İrşad Vekili ve Yol Vârisi olarak yetiştirip bırakmıştır. 1957 yılında vefat etmiş bulunan ilk zevcesi Şefika hanımdan olan evlatları sırası ile şunlardır:
Adışah, Ayşe, Mehmet, Makbule, Hüsameddin, Nureddin, Hayreddin ve Şükrane.
İlk iki kızı ile son oğlu Hayreddin ve en küçük evlâdı Şükrane vefat etmişler. Büyük oğlu Mehmed Baştürk, Aşağı Lori Köyünde, dede mirası hanedanlığı devam ettiriyor. Hüsameddin ve Nureddin Baştürk'ler de Muhterem babalarını hatırlatıcı birer göz nuru olarak Erzincan'da ikamet ediyorlar. Makbule hanım ise, Kelkit'in Posus Köyünde... İkinci kızı Ayşe hanım da Muhterem Ahmed Buyruk ile evli iken genç yaşında bu fani âlemden ayrılmıştır.
Paşa Hazretlerinin ikinci defa 1962 de evlendiği Havva Validemiz ise, Paşa'nın bizzat ifade ettiği şekilde yazıyoruz ki, kendi yüksek makamından -zaman icabı- habersiz olarak ihvanlara hizmete devam etmektedir.
Sâlih Baba Hazretlerinin divanına eğilmemiz için pekçok sebep varsa da bunların başında, tekrarına daima şahit olduğumuz müekket sohbetlerde:
- Ehl-i aşkın kelâmını gûşe edip (küpe edip)kulağımıza asalım, tavsiyesidir. Bu tavsiyeyi duymayanımız yoktur ve yine Sâlih Baba'nın ehl-i aşkın kibarı ve sâlihi olduğunu da izah gereksizdir.
"Tecdid etmiş hükmü, zâhirde kaldırıp âdâbı
Paşamızdır müceddid-i âlâ-yı âhir zaman"
beytinde kısaca ifade edildiği gibi, o Paşa öyle bir Paşa idi ki,
- Şimdiki zamanda zâhir adabı kaldırılmış hâl gizlenmiştir. Emir Resulullah Efendimizden günlük olarak gelmektedir. Velîlerin selâhiyeti alınmış olduğundan şimdi seyr ü sülûk sokakta, işyerinde ikmal ettirilmekte. Zaman icabı, buna benzer bazı serbestlikler Mehdi Hazretlerinin teşrifine kadar, maneviyata ziyan vermez, deyip;
- Hizmet, amelen de hizmettir, bedenen de hizmettir, malen de hizmettir, herhangisi olsa hizmettir. Hizmet Allah içindir, Allah ise emek zayi etmez, buyururdu.
O Paşa ki, siyasete atılan ve parti kuran dostlarımıza: "Hizmetiniz, Resulullah Efendimize sağlığında yapılan hizmet gibidir." diyerek dualar eder, onların gıyabında ise yüzünü yere koyarak muvaffakiyetleri için tazarru ve niyazlarda bulunur ve aynı şahıslardan teşekkül etmiş olan ricalinin her ziyaretlerinde de : "Eskiden takva devri vardı, sonradan fetva devri açıldı, şimdi ise siyaset devridir, siyasetimiz İslâmın siyaseti olsun" sohbetinde bulunur ve gayet mahrem sohbetlerde ise, bu partilerin manen Mehdi Hazretlerine asker yetiştirmekle vazifeli bulunduğunu ifade buyururdu..
- Dua edin kardeşlerim, dua mutlaka menziline varır, buyurmuştur. Bu sebeple, dualarımız da onun dua ve tavsiyeleridir:
- Yarabbi rıza-i ilâhine uyan amellerle bizi lütuflandır,
- Yarabbi, Şeyhimizin eteğinden elimizi kesme,
- Yarabbi, aklımızı fazl u tevfikinden ayırma,
- Yarabbi, nimetini hazmı ile kerem buyur.
SULTÂNÜ'L-EVLİYÂ VE Bİ-MERHEM-İ SIRR-I ESRAR-I ENBİYA Keramet-i mânevisi ile büyük silsile-i şerifte şânını zikreden vârisinin bu mucizevi çaptaki tesbiti yeterli olup, biz üstün kemalini ifadeden âciziz. Yalnız şu beyitle iktifa ediyoruz:
"Zâtında tükenir efendim bu tafsilin sonu
Tamamını bilir ancak Zülcelâl-i Ve'l- İkram"
Bir asırlık bir kemal ve irfanın bu şanlı sahibi hemen bütün sohbetlerini Sâlih Baba'nın şiirlerinden mevzua uygun düşen beyit ve mısralarla süsler ve tesiri bir haftadan fazla bir zaman devam eden emsalsiz teveccühlerinde de bu beyitleri okurdu. Hatta, tekkelerin kaldırılmasından önce her sabah teveccüh yapıldığını belirtir, şimdi ise BİR MÜRİDE BÜTÜN ÖMRÜNDE BİR TEVECCÜH YETER buyururdu.
Banttan satıra alınan bir sohbeti aynen şöyledir:
- "Alemde Sâlih Baba'nın Kitabı elde olsada okuyup serian dinlesek. Çünkü Sâlih Baba'nın Kitabı, müridler için, şimdi şu zamanda, bir mürşiddir. Tarikat-ı âliyenin her usûlü, her âdâbı ne ise tamamıyla (onlardan) bahseder. Hem de kendisi vehbi ilim (sahibi) amma lâkin, çok ağır lügatı da yoktur. Yani lügatı da çabuk anlaşılır benim sultanım."
Muhtelif vesilelerle defalarca tekrarına şahit olduğumuz sohbetlerinde ise meâlen:
- "Bizim tarîkimizde ümmî, âşık ve sâdık bir Sâlih Baba var. Bu Sâlih Baba bir gazelinde buyurur ki..." diyerek şiirini okur ve "Bu şiir zuhurattır, hâl kelâmıdır, söyledendir söyleden sırrı ile söylenmiştir şehzadem" buyururdu.
"Kırtıloğlu dergâhında Sâlih Baba'yı nefsim görmüşemdir, kendisini tanımak şerefine eriştik elhamdülillah" diyerek her fırsatta izahlarda bulunur, muhtelif cihetlerden tafsilât verirdi. Biz bazan iki Sâlih'i aynı şahıs zannederek yanılır, bazan da bu hususta bilgiler, o andaki sohbet zeminine ait olan kısmı ile kısaca anlatıldığından, hadisenin tamamını yeterli bir çerçeve içinde ve yerli yerinde göremezdik.
Erzincanlı Orhan Aktepe Bey tarafından yeni harfelerle daktilo edilmiş divan nüshasını aslı ile karşılaştırmaya Erzincan'a gittiğimizde, aşağıda hikaye etmeye çalıştığımız Sâlih Baba'ların hayatlarını, Muhterem Abdurrahim Reyhan'ın "Paşamdan böyle işittik" diye bize naklettiklerinden kaleme almış bulunuyoruz:
"- Pîr-i Sâmi Hazretlerinin tebliğe çıkışlarında ve ekseri sohbetlerinde huzurundan eksik etmediği, zaman ve zemine münasip düşen, sohbet tazelenmesine vesile olan beyitleri o anda ve yerli yerinde söylemede büyük maharet gösteren Müezzin Sâlih veya bir gözü arızalı olduğundan halkın Kör Sâlih dediği bir müridi vardı. Bu zat ara sıra demkeşlik yapar, Ermeni meyhanelerinde içki içer, dergaha dönüşünde de, şeyhine görünmemek için köşe bucağa gizlenirdi. Böyle bir içki âlemi sonunda, geldiği dergâhın sohbethânesine girmeyip mahcub ve ezik bir halde sofadan:
"Kuleden, kuleden, sesin aldım kuleden,
O senin kaşın gözün beni sana kul eden"
beyitlerini okuyunca Pîr-i Sâmi Hazretleri:
- Gel Sâlih, senin her aybın hünerdir. Buyurmuş ve bu hitap üzerine iç âleminde bir değişiklik olmuş ve bundan sonra aslâ içki içmemiştir."
Rus işgalinde bu Müezzin Sâlih önce Yozgat'a muhacir olmuş sonra da Konya'ya gidip neticede Çorum'da vefat etmiştir. Onun buralardaki hayatını Selahattin Kırtıloğlu Bey şöyle anlatmıştır: "Muhacerette Yozgat'ta bir lokantaya uğradığımda, Kör Sâlih ile karşılaştım. Çalışmakta olduğu bu lokantadan ayrılarak benimle birlikte satın aldığım tek atlı arabayı kullanmak üzere Tokat ve Zile'ye gelmiş, oralardan temin ettiğim yağları satmak üzere bu arabayla Erzurum'a nakletmiştir. Neticede külfet ve tehlikeli olan bu işi bıraktığımız zaman, Tokat'taki camide veda için minareye çıkarak gayet hoş ve tesirli sesiyle salâtü selâm ve sabah ezanı okumuş, namazdan sonra da tekrar Yozgat'a dönmek üzere bizimle vedalaşmıştır. Yozgat'ta az bir müddet yeniden lokantada çalışmış ve oradan Konya'ya gitmiştir. En nihayet Çorum'a yerleşmiş ve orada vefat etmiştir. Çorumlular kabrine bir ağaç dikerek takdir ettikleri dervişliğine ta'zimde bulunmuşlardır."
Yine Abdurrahim Reyhan'ın beyanına dönerek ifade ediyoruz ki: "Türbesinden hastalar toprak alır, hastalıkları şifa bulurmuş. Kabrin toprağı bittikçe yeniden toprak konulurmuş. O havalide şair Sâlih Baba'nın şiirlerini okuyup sohbetler yaptığı anlaşılmaktadır.
Nota ve mûsikî usullerine vâkıf olarak acaip bir tesirli sesle sohbet zeminine göre beyit söyleyen bu Müezzin Sâlih ile çekingen, ümmî, içine kapalı bir çilingir ustası olan Sâlih, aynı mahalle sakini olarak birbirlerine hâl hatır sorar, arkadaşlık ederlerdi. Bir gün aralarında konuşurken:
- Bir gün sen bizim şeyhin sohbetine gel, bir gün de ben senin şeyhinin sohbetine geleyim, hangisinin sohbetinden lezzet alır, içimizde ısınma olursa ikimiz de o şeyhin tarîkatına girelim diyen Müezzin Sâlih'in teklifi üzerine, şeriatsiz hallere saptığından battal olmuş bir tarikata dahil olan ve bu yüzden manen gıdalanamayan Sâlih Usta, Kırtıloğlu dergâhında bir gün sohbet dinlemiş. İkinci günü kendi şeyhinin sohbetinde bulunacakları yerde yeniden Pîr-i Sâmi hazretlerinin sohbetinde bulunmuşlar. Asıl maya ve cevheri şeriata bağlılık olah hâlis tarikatın yüksek nimet ve tasarrufunu taşıyan bu ulu şeyhin tuzağına gönüllü olarak yakalanan Sâlih Usta da böylece bir daha eski tarîkatına dönmemiş, zâhirde bağ gibi görünen çürük alâkasından ayrılıp kopmaz ve eskimez bağlarla yeni şeyhine bağlanmıştır.
Bu şekilde Kırtıloğlu dergâhına intisap eden Sâlih Usta, sessiz, mahcup ve bilgisiz bir kimse olarak sohbethanenin arka taraflarında köşe-bucak gizlenir kimse ile temas etmeye çekinir bir vaziyette, kendi hâlinde oturur, gölge misali gelir ve giderdi.
Sâlih Usta için biteviye hareketsiz geçen günlerin birinde, Yunus Emre, Niyazi Mısrî ve Kuddusî Baba gibi büyüklerin hikmetli şiirlerinden beyit ve kıtaların okunmakta olduğu sohbethanede Aktar Hacı İbrahim Ağa:
- Efendim, bizim kolun büyüklerinde de şâirler olsaydı da onların şiirlerini okuyup kendi usul ve âdâbımızın safâsı ile feyizâb olsaydık... Siz de bir şeyler yazsaydınız... deyince Pîr-i Sâmi Hazretleri:
- Oğlum, bu bir himmet ve zuhûrat işidir. Şiiri bizim Sâlih bile söyler... buyurarak eli ile de arka taraflarda gizlenecek yer arayan Sâlih Usta'ya işaret edince, Sâlih'in derûnu, bilip duymadığı acâip bir varidat ile dolarak hemen o anda irticalen şiir söylemeye başlamış ve yine o anda "fena" ya kavuşmuştur. Bu vâridatı, vehbî hâl ve ilimle söylediği şiirleri, Pîr-i Sâmi Hazretlerinin:
- Yeter Sâlih.. Demesine kadar devam edip tamamlanmış ve bu emirden sonra da -başladığı gibi- kesilmiştir."
Sâlih Baba'nın bu mânevi hâlinin dışında, maddi hayatının ekseri yönlerinde fazla bir bilgimiz yok. 60-70 sene gibi kısa bir müddet geçmesine rağmen, onun aile, iş, evlat ve nesebi hakkında elle tutulur bir bilgeye rastlayamadık. Orhan Aktepe Bey, Sâlih Baba'nın Tüfekçigil ailesinden bir çilingir ustası olduğunu, divandaki ifade ve ibarelere göre 1846 da doğup tahminen 1906 da vefat ettiğini, şiire başladığında 54 yaşlarında olduğunu kaydediyor. Bütün bunlar, neticede ihtimali ifadeler... Büyük meşakkat ve çilelerle meydana getirdiği eser ve araştırmaları, şükranlara seza bir gayret ve çok himmet almış dervişlerde nâdiren rastlanan maddi ferâgat nümûnesi olan bu emeğini -pirler emek zayi etmez- manevî karşılığına havale ederek helallık aldığımızı belirterek teşekkürlerimizi sunarız.
Ne var ki, ilim, sanat ve ticaret gibi bir maksat taşımayan ve sadece tasavvufî bir neşve ile hazırlanan bu eserde bile olsa, divan sahibi için bazı sağlam bilgileri temin etme fikri bizi fazlasiyle meşgul ediyordu. Nihayet himmet oldu, Sâlih Baba'nın akrabalarını araştırma fikri hatırımıza geldi. Böylece de bazı bilgiler elde etmemiz mümkün oldu. Sâlih Baba'nın Ankara'da ikamet eden bir amcazadesi, Ahmet Cemil Tüfekçi Paşa'nın asil, kibar ve lütufkâr işaretleriyle İstanbul'da ikamet eden diğer amcazadesi Abdurrahman Tüfekçi Beyefendiye mektup yazarak bilgi istedik... Cevaben lütfedilen bir ruh asaletini aksettirici bütün işaretleri taşıyan bu mektubu aynen dercediyoruz. Bu münasebetle, gerek Paşa Hazretlerine gerekse Abdurrahman Tüfekçi Beyefendiye teşekkür ve dualar ederiz.
19.7.1979 / İstanbul
Muhterem Fehmi Beyefendi,
Büyük amcam yani babamın amcası Sâlih Baba Hazretlerine karşı beslediğiniz büyük saygı ve hürmete ve bize karşı gösterdiğiniz iltifata çok teşekkür ederim. Sâlih Baba hakkındaki bilgilerimi arz ediyorum.
Sâlih Baba Mustafa isminde imamlık yapan bir zâtın oğludur. Annesi Âtike Hanım'dır. Sâlih Baba tüfekçi ustası idi, gerek babam Halim Efendi ve amcam Mustafa Efendi yanında çalışarak tüfekçi ustası olmuşlar. Kendisi sakat idi, bir kolu çolak, bir ayağı kısa, aksak idi.
İki defa evlenmiş birinci evliliğinden iki oğlu var idi. Büyük oğlu Osman hem dilsiz hem sağır idi, o da tüfekçi ustası idi. İkinci oğlu İstanbul'a gitmiş, adı Fehmi imiş ve orada kalmış. İkinci evliliğinden Dursun isminde bir oğlu var idi, dilsiz olan oğlu dükkânı açar sonra Sâlih Baba dükkâna gelir müşterilerle O konuşurdu.
Akşamları tekkeye gider Şeyh Sâmi Efendi'nin sohbetinde bulunurdu. Bizleri çok severdi, ziyaretine gittiğimizde bize bir kuruş verirdi, o vakit bir kuruş çok para idi.
Son zamanlarında çok düşkündü, hasta idi, bir sene bizde kaldı. 1325 yılında vefat etti. Kırtıloğlu Tekkesi civarında Ak mezarlığa defnedildi. Vefatında tahminen 90 yaşında vardı.
Küçük oğlu Dursun babasının vefatından sonra İstanbul'a, kardeşi Fehmi Efendi'nin yanına gitmiş idi. Dursun da denizde yıkanırken boğulduğunu işittik. Dilsiz olan Osman da babasının vefatından sonra çok yaşamadı. Benim bildiklerim bu kadar.
Halen Sâlih Baba'nın kendi soyundan hiç kimsesi yoktur, neslinden Cemil Paşa ile bendenizden başka kimse yoktur.
Sâlih Baba'nın tahsili: Okur-yazar idi, güzel şiirleri var idi. Meselâ, "Şeyhim gül ben onun yaprağıyım, Allah'ım yaprağım beni gülden ayırma." gibi manzum şiirleri var idi.
Sâlih Baba'nın şiirleri yazılı olan kitabı seferberlikte ben asker idim, muhacerette bir çok eşya ile birlikte o kıymetli eser de zâyi oldu, bizde başkaca bir eser yoktur. Fakat Erzincan'da Karşıyaka Karatuş ve civar köylerde Şeyh Efendinin müritleri vardı. Sâlih Babanın Şeyh Sâmi Hazretleri hakkında yazdığı kitap onlarda da vardı. Selahattin Efendi onları da tanır, Kelkit'te de müritleri vardı, aradan hayli zaman geçti, şahıslar deyişti, oralardan buldurmak mümkün olur mu, bunları Selahattin Efendi tanır.
O zamanlar işittiğimize nazaran Erzincan'a gelen ehl-i din seyyahlar gelir amcamı bulurlarmış, bir çok zaman birlikte kalırlarmış. Son zamanında kimse ile temas etmezdi. Bildiklerim bu kadar.
Cenab-ı Allah'tan size uzun ömürler diler sonsuz saygı ve hürmetlerimi sunarım.
Abdurrahman Tüfekçi
İmza
Bu çok değerli mektup, bizim maksadımız için yeterli bilgi ve Sâlih Baba içinde tatminkâr izahatı ihtiva etmektedir. Bunun dışında Erzurum'da el yazması bir kitaptan söz edilmişse de, araştırma fırsatı bulamadık. İlerde, ilmî ve edebî araştırma yapacaklara bir işaret olur ümîdiyle de bu kaydı koymayı faydalı buluyoruz. Sâlih Baba hakkında fazla bir bilgiye rastlamanın çok az bir ihtimal taşıdığını, zira, Erzincan felâketinde yazılı eserlerin büyük ekseriyetinin zâyi olduğunu, umulmadık bir tesadüfle bazı kayıtlar ele geçerse, ehlinin onu değerlendireceğini umuyoruz.
Sâlih Baba Divanının tamamı sadece "Fenafi'ş-şeyh" hâlinin akislerinden ibaret bulunduğundan, Osmanlı Divan edebiyatında emsali yoktur. Diğer divanlar, ya ilerleyip değişen hallerin sonunda peyderpey meydana gelmiş ve bu sebeple de müritlikten mükemmilliğe kadar olan geçitlerin her birinden tablolar göstermiş, yahut da kendisinde tasavvuf hali olmadığı halde, zamanın usulünce sırf şâirlik kabiliyyeti ile yazılmıştır. Böylesi de şiiri güzel olsa bile "hâl" aksettirici değildir.
Sâlih Baba Divanı, sadece rabıtadan ibarettir, denilse yanlış olmaz.
Bu sebepden olacak ki, Paşa Hazretleri:
- Sâlih Baba Divanı, tarîkat âdâbı ve müritlik halleri ile mürşitlerin şânını,
Fuzûlî Hazretlerinin divanı da, muhabbet ve aşk âlemini,
Kuddusî Baba Divanı ise, tasavvufun -bidayetinden nihayetine kadar- tamamını,
En güzel ve kemalli tarzda ifade ve nazmeden eserlerdir, buyurmuştur.
H H
Divan sözü, "hem Farsça hem de Arapça olan müşterek kelimelerdendir" denilmektedir. Çok değişik mânâlarda kullanılmış ve bir takım ayrı ıstılahlara ad olmuştur.
1- Devletin idârî ve bilhassa mâlî kayıtlarının tutulduğu deftere divan denilmiştir.
2- Devlet işlerinin idaresiyle alâkalı encümenlere de divan tabir edilmiştir.
3- Herhangi bir konu üzerinde hazırlanan eser mânâsına da divan tabiri kullanılmıştır. Divânü'l-Lugâti't-Türk, Divânü'l Hamase, vs. gibi. Sonradan bu geniş mânâ daraltılarak, manzum sözlerin topluca yazıldığı kitaba divan ismi verilmiştir. En sonunda da yalnız bir şairin şiirlerini toplayan esere divan denilmeye başlanmıştır.
Divan tertibinde, tevhid, münacaat, naat gibi şiirlerin baş tarafa yazılması, ondan sonra devlet büyükleri veya tasavvuf pîrlerinin öğülmesine ait olanlarından başlanılmak üzere kaside ve gazellerin (hurufu heca) yani alfabetik harf dizisi ile sıralanması ve daha sonra da rubai, kıt'a, murabba, müseddes, muamma, müstezat ve şarkı tarzındaki şiirlerin kaydı ile meydana getirilen manzum kitabın büyük ve genişine divan, küçük hacimlisine de divançe denilmiştir.
Tasavvuf erbabının "hâl" ile, vâridat ile, cezbe ile ilâhî muhabbetin istilâsı sırasında söyledikleri şiirlerin toplanmasından meydana gelen divanlarını; zamanın usulü gereğince şâirlik kabiliyetiyle yazılan ve çok büyük bir ekseriyetinde ruha ve maneviyata değil haz ve cismânî zevklere hitabeden ve zâhir ile ilgili "kâl" erbabından olan kimselerin divanlarından ayrı mütala'a etmek gerekmektedir. Bunların ilki, Allah'ın "aşk" sıfatının mahsulü olduğundan, yüksek bir ilmi gayet ince, usta ve hoş bir ifade ile örülü bir san'at demeti içinde ve muhabbeten akseden bir "kemal" li nazımla muhib ve dervişleri Allah'ın zâtına çekici bir "hâl" taşımaktadır. Sohbet, hatme ve teveccüh içinde okunan bu "hâl kelâmları", muhabbet ve hâl aksettirici bir vasıta olmakta, amel ve seyirlerin nefis ve bedene ağır gelen güçlüklerini yumuşatıp, sevdirerek ruha gıda ve gönle safâ haline getirmektedir. Bu özelliği ile ehl-i aşkın kelâmı, sadece mâneviyat denizinde yetişen emsalsiz bir inciye benzer. Sâlih Baba Divanı da, müritler için hem duygu ve azalara zevk veren bir lezzet, hem de gönül ve ruha ilâhi nağmelerden yapılmış meşakkatsiz çekip götürücü bir binek ve süratli bir manevi araçtır. Diğer guruptaki divanlar ise, mânâya göre madde gibi, aşka nisbetle bedeni haz ve sevdalar gibi güdük bir cismani ve mecazi âletten ibarettir ve mevzuumuzun tamamen dışında kalır...
Sahâbe ve Ehl-i Beyt Büyüklerinin çoğu, Tâbiîn'in seçkinleri ile tarîkat pîrlerinin hemen tamamı bu ilâhi nazım şelâlesi içinde bulunmuşlar, aşk ve hâl sâhibi olan dervişler de bu güzellik ve letafet köpükleri içerisinde cisim ve ruhlarını yıkamışlar, o renk ve ahenk ile, o yol kesici nefsi bayıltıp Allah'ın güzel hitabını hatırlatarak rûhu uyandıran ıtır ile yollarına zevk ve sürurla devam etmişlerdir...
Son olarak da,
A - Arşiv,
B- Hükümdarın oturduğu sedir,
C- Osmanlı Devletinde birkaç köyden ibaret küçük bir idari birlik,
D- Divan-ı harp, Divan-ı âlî gibi bazı mahkemeler,
E- Bir âmir huzurunda eller önde kavuşmuş olarak ihtiram ve hürmetle durmak gibi bazı eşya ve kuruluşlarla bazı hallere de divan tabir edilmiştir.
Maneviyat erlerinin en küçüğünden en büyüğüne kadar olan çeşitli toplantılarına da divan denilmekte, her makam ve kademede emirle toplanan hakikat erbabının meclisine de bu tabir ifade vasıtası olmaktadır.
H H
Maneviyat sahiplerinin divanları, ilim, san'at ve aşkı meczetmiş manzumeler olarak divan san'at ve tarzının sır ve usaresini, kaymağını teşkil ederler. Yunus Emre, Niyazi Mısrî, Fuzûî, Sezâî, Ruşenî, Eşrefoğlu Rumî, Nakşî, Gülşenî, Aziz Mahmud Hüdaî ve Kuddûsî Baba gibi mürşitlerin divanları bu gurubun ilk akla gelenleri. Yüzlerce kemalli divan sahibi içinde, Sâlih Baba da öz ve söz sahibi olanlardan biridir. İlim ve tetkikatı, tecrübe ve san'atı olmadığı halde, aniden ve irticalen söylediği şiirleri, yüksek ve muvazeneli bir ilmi kemalli ve yepyeni bir ifade ile emsali bulunmayan bir vâridat ve hâl sedefi içerisinde, aşk malzemesinden yapılmış bir bâtın incisi, bulunmaz bir râbıta kumaşından iğne ve ipliksiz dikilmiş bir fenâfi'ş-şeyh elbisesidir. Bu zarif divan, her türlü şiir çeşidinin ustalıkla kullanıldığı bir san'at pırlantası ve râbıta ıtrı, muhabbet burağıdır.
İnşaallah bu divanı ilim, tasavvuf ve san'at yönlerinden şerhedenler, bu hakikatları birer birer izah ve ispat ederler.
"Sâlihlerin anıldığı yere Allah'ın lütuf ve ihsanı yağar", "Bir kimsenin hayatını yazan, onu diriltmiş gibi ecir alır" hadîs-i şerîflerine mazhar olmasını dilediğimiz bu kitapta, önce Sâlih Baba'nın yetiştirildiği ârifler mektebinin hocaları, altın zincirin son halkaları, velîler topluluğunun seçkinleri kısaca anlatılmaya çalışılmıştır. Onların şânına yakışmayan her ifade onlara ait değildir. Onlara lâyık olanlar ise, âcizin ifadesi olduğundan yeterli değil ise de, "Varını takdim edenin sıkılmasına gerek yoktur" düsturunca affa lâyık görülür inşaallah... Onlar çok büyük, nihayetsiz kemalli ve hadsiz şekilde ayıp örtücü olduklarından, söze değil iç ve öze, sûrete değil niyete göre lütuflarını bezlederler, lütuf ve ihsan mürşitlere has ortak bir evsaf olduğundan, her noksanımızı da tekmil ederler inşaallah...
Yakınlarımız, noksanı bize ait olan bu kısma ait olarak ilâve edilebilecek sağlam nakilleri bize -mümkün ise yazılı olarak- ulaştırırsa, ilerde yazmayı tasarladığımız geniş menâkıb kitabına aktarmamız kâbildir.
Bu bölümde, Seyyid Abdullah, Gavs-ı Hizânî, Abdurrahman-ı Tagî ve Pîr-i Sâmi Hazretleri hakkında yazılanlar bulduklarımızın tamamıdır. Diğerlerinde ise, bunlara göre önsözü uzatmamak endişesinden tercihler yapıp kısaltma ve kifayet yolu seçilmiştir.
Kitap ve kayıtlardan aldıklarımızın dışında, Abdurrahim Reyhan, Ahmet Buyruk, Nurettin Baştürk, Selahattin Kırtıloğlu ile Tahir Silahtaroğlu beyefendilerin beyanlarından büyük ölçüde faydalandık. Allah onlardan râzı olsun.
H H
Bu kitabın aslını, Sâlih Baba'nın "Rabıta-i Nakş-i Hayâlî" ismini verdiği divanı teşkil etmekte ve bu asıl kısım da bu önsözden sonraya alınmış bulunmaktadır.
El yazması ve tek nüsha olan divanla sonradan gayet mahdut miktarda basılıp belirli şahıslara verilen basma divan ve Abdurrahim Reyhan'ın dikkatli ve dirayetli tercihine bağlı karşılaştırma sonunda tashihini yaptığımız bu nüsha, bir "mukabele" titizliği içinde hazırlanmıştır. Bizim şubeye ve ihvanlara mahsus olduğundan, tasavvufî gayeden başka bir hususa itibar edilmemiştir...
Her sahifenin altında, o sahifedeki lügatların mânâları -mısraların sonunda işaret edilen rakamlara göre- ifade edilmiştir. Hazırlanması çok zor olan bu tarz ile, bu devrin okuyucusuna mânâları sökmek için büyük kolaylık getirildiği kanaatindeyiz.
Üçüncü ve son kısımda ise, tasavvuf edebiyatında geçen terim ve deyimlerin kısaca izahları yapılmış, herkesin bilmesine imkân olmayan, hususi merak ve ihtisası gerektiren bu bahisle, bir kısım sofiye tâbirleri açıklanmıştır.
Bu açıklamalar, uzun zaman almış, pek çok muteber eserin bir arada ve mukayeseli olarak tetkikini gerektirmiş, geceli gündüzlü ağır bir çalışma sonunda -pekçok kitap ve eser tedarikinden ayrı olarak bazı istişarelerin ışığında ve daimi bir himmetin sayesinde- elinizdeki kısa fakat özlü izahlar meydana gelmiştir.
H H
Âşık şâirin dediği gibi:
"Dil-rübâsın sevdiğim, yoktur nazîrin bi-ictibah"
Hiç şüphesiz nazîri, eşi ve benzeri bulunmayan, böyle olduğu halde, nübüvvet kemaline ait bir tekemmül ile bu benzersiz büyüklüğünü tevazu ve mahviyet arzında gizleyen Dede Paşa Hazretlerini lâyıkıyla ifade edemedik. Zâten Onu lâyıkıyla anlatmak da imkânsız.
"Cân-ı cânan, âşık-ı Yezdan, kurb-u Sultan, Kutbü'l-ârifan" elkâbı ne kadar mânâlı ve şiir gibi bir güzel ifade ahengi içinde ve hakikat tercümanı.
Kâmil insan ve insanların kâmili olan, her sözü "Kibârın kelâmı, kelâmın kibârıdır" hükmüne aynen uyan, yine her sohbeti âriflerin nazmiyle bezenen Dede Paşa Hazretlerinin gül kokulu mübarek toprağının alındığı yer olan kabr-i şerifinin kitabesi de şiir ve inciden köpüklerle çağlayan bir nazım olsa ne kadar âhenkli olurdu... Fakat, velâyet devletinin "âlem-i emirden" olan latîfelerini aşktan sonraki Peygamberlik kemâlâtına ulaştıran "âlem-i halk" taki inişin ufkuna, toprak maddelerinin hakikatlarının en sonuna vardıran seyri ve yüce ve misilsiz kademi dolayısıyla, "zenginlik, tevazu, kemal, mahviyeti gerektirir" hükmünce, kabrinde de bu kadem ve tarz ile renge boyandığından olacak, yine burada da toprağı gibi hâlis ve fakat yine de son derece mütevazi olmuştur... Allah'ın kelamı olan Kur'ân-ı Kerîm, erişilmez bir mûcize olarak, ilâhi nazımdır, nazım da gönle tesir edici büyük bir hassaya mâliktir... O'nun için, bir zuhurat olduğu halde, kabir taşına yazıla-mıyan şu dörtlük, bizim gönül kitâbemize hâkkedilmiştir:
"Dede Paşa'dır mahlâsı
Cemî-i evliyâ hâsı
İrşâd etmiştir çok nâsı
O idi zamanın Gavsı..."
Bu eser, daima kusurları bize ait olmak üzere, O'nun pek aziz ve mukaddes ruh-u tayyibesine ithaf edilmiştir...
Yine bu eserin hariç ve dahilde satılmasına rıza gösterilmemiştir. Bu sebeple, mahdut miktarda basılmış ve tevzi yerleri de -pek az istisnasiyle- büyüğümüz ve rehberimiz olan Muhterem Abdurrahim Reyhan'ın emrine tahsis kılınmıştır. Esasen önsözün tamamı da O'nun tasvibinden sonra şekillenmiştir...
Zenginlik; cömertlik ve mahviyet ile birleşip kemallenirse, hakikatine ulaşıp şükrü eda edilmiş ve gayesine varmış olur. Sâlih Baba'nın divanını satmadan neşredilebilmek, kâğıt ve basım işlerinin ateş pahasına çıktığı bu devirde, karşılıksız bu işi yapmak ta şükreden zenginlerin kârıdır. Bu işin çok yüksek bedelini gönüllü olarak veren, diğer büyük çaplı hayır işlerinin de daima öncüsü olan Mazhar Bayatlı'ya Cenabı Hak zâhir ve bâtın, dünya ve âhiret saadet ve selâmetlerinin tamamını ve âlâsını lütfetsin, korktuğundan emîn, umduğuna nâil etsin inşaallah..
Bu duaya, bu eserin hazırlanmasında, her kademede büyük emek ve gayreti geçen Orhan Âlimoğlu ile Osman Güneş ve Selahaddin Türker ve Yüksel Yalçınkaya beylerle az çok emeği geçen, fikir, tavsiye ve teşvikleriyle bize yardımcı olan bütün arkadaşların da ortak olmalarını, onların da bu duadan hissedar olmalarını dilemekteyiz..
Sâlih Baba Hazretleri ile mensubu olduğu şerefli silsilenin gelmiş ve gelecek bütün Pîr, Hulefâ ve mürîdânları ile zâhir ve bâtın cedd-i âlîlerinin mübarek ruhlarına, bilhassa, Dede nâmı ile satıra alınıp yine o isimle gizlenen,
"... Verâsetin nâzenini, âhirin serdarıdır
Hem zâhir hem bâtında ayniyle Sıddîk-ı zaman..
Mülkle birlikte teba'aya tasarruf hatimedir,
Adalet devletinde Ömer ve hayâda Osman..
Nimetin tadı, lezzeti misali marifeti,
Ebû Türâb'dır bir adı, velâyette Eba Hasan..
Hilkati bire inmiş tekmil olup kemâlâtın,
İsm-i şerifine demişler: Dede Paşa Sultan..."
mısralarında anlatmaya çalıştığımız, insanın kalbine feyiz ve safâ doldurmakta eşi, emsali bulunmayan Dede Paşa Hazretlerinin mübarek, mutahhar ve muazzez rûh-u şeriflerine Fâtiha sırrının yoldaş olmasını, himmet ve nisbetlerinin bizleri ihâta ve istiâb etmesini niyaz ederiz.
Ankara, 18 Ekim 1979 Perşembe
Fehmi KUYUMCU
1
Bed' olunsun besmeleyle hamdeleyle evsatı
Salavatullah hatm olunsun bula canlar izzeti
Çok salât ile selam olsun Resûlü Ahmed'e
Bu kadar isyan ile bizlere demiş ümmetî
Sadhezâran âlini evlâdını ashâbını
Fâtihayla yâd edelim kıla Hak çok rahmeti
Çâr-ı Yârı ol Ebû-Bekr ü Ömer Osman Ali
Sâyesinde anların buldu bu İslam kuvveti
Geldi bunca âlim ü fâzıl meşâyıh kâmilîn
Hep merâtib üzredir bu âlemin devriyyeti
Sâni'ın sun'unda cümle mest ü hayran oldular
Seyr edip vahdet yüzünden görmediler kesreti
Ehl-i dünyâyı görüp bir bir temâşâ ettiler
Hep esîr etmiş olârı hubb-ı dünyâ illeti
Cümle âlem kabza-i kudretdedir çün gördüler
Her biri bir âlet olmuş dönderir bu fülketi
Gördüler kim içlerinde bazı derdliler gezer
El çekip işbu cihandan eylemişler uzleti
Çıkmağa derban bırakmaz cenge yok tâkatleri
Nâ-tüvan olmuş çeker bunlar belâ-yı mihneti
Her tarafı devrederler mürşid-i rabbâniler
Anları kurtarmak içindir olârın hizmeti
Vâris-i Ahmed olar can derdinin dermânıdır
Her marîzin derdine göre verirler şerbeti
Ekseri nakşında kaldı görmedi Nakkâş'ını
Ehl-i irfânın bilinmez oldu kadri kıymeti
Hamdulillah gezmedikse Hind'i Bağdad'ı Yemen
Hak nasîb etdi bize zî-kadri âlî-himmeti
Pîr-i Sâmî Hazretini bize irsal eyledi
Beldemiz kıldı münevver ref' olundu zulmeti
Kuvve-i kudsiyyesiyle cümle irşad eyledi
Kim ki destinden tutup sıdk ile kıldı bî'ati
Hem şerî'at hem tarîkat hem hakîkat kâmili
Hakk ile icrâ edip eyler bu yolda gayreti
Kâbiliyyet bizde olmazsa meşâyih neylesin
İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti
Sâlihem şeyhim Muhammed [Pîr-i] Sâmî'dir [benim]
İstemem bundan ziyâde devlet ile rifati
2
Eğer pîrim bana eylerse himmet
Zuhûra getirem birkaç meâni
O'dur aslım benim fer'i mukayyed
O'dur dil şehrinin nûru îmânı
Görünür cebhesinde nûr-ı Ahmed
Olardır vâris-i peygamberâni
Olar kâim-makâm-ı Mustafâ'dır
Olardır şehr-i ilmin pâsubânı
Olar can ilinin bülbülleridir
Bütün olmuş olârın âşiyânı
Olârın ruhlarının yok karârı
Dolaşırlar zemîni âsumânı
Olar bu âlemi devran ederler
Ararlar derde düşen nâ-tüvânı
Bular bu âlemin hem berzahında
Esîr etmiş durur çok pehlivânı
Kişiye derd büyük sermâyedir bil
Düşürür yola âhir kârubânı
Hevâ-yı nefsine tâbi olanlar
Bular kande bulur dârü'l-emânı
Alamazlar özün nefsin elinden
Beşerdir dâim ol eyler ziyânı
Ömür bir cevherdir kadri bilinmez
Sakın gafletle geçirme zamânı
Cihanda şimdi kâl ehli çoğaldı
Söz ile kandırırlar çok civânı
Sürüyü büsbütün kendileri yer
Ederler maskara her dem çobânı
Bular benzer koyun başlı kilâba
Buların dünyadır dîni imânı
Sefînen yok ise kalma karada
Ara bul sen dahi bir keştibânı
Hudâ hâzır diye ikrar edersin
Kimin yânında söylersin yalânı
Ya dersin bir-durur Hallâk-ı âlem
Beğenmezsin filan oğlu filânı
Benim gözümde görürsün hilâli
Senin gözünde görmezsin girânı
Helâk etmek dilersin mâr-ı nefsin
Ya sen beslersin ol ejder yılânı
Eğer derdin olaydı ey birâder
Bulurdun sen de bir Hızr-ı zamânı
Hakîkat güllerin görmek dilersen
Arayıp sen de bul bir bağçevânı
O kim âmâ-durur çeşm-i basîri
Göremez Pîr-i Sâmî gibi cânı
Cihanda Mürşid-i Rabbâni Ol'dur
Der'i âsîlerin dârü'l-emânı
Kamu derdlilerin dermânı Ol'dur
Bu asrın hem O'dur kutb-ı zamânı
Füyûzâtı erişir şarka garba
Sarıbdır nisbeti cümle cihânı
Meded pîrim benim ol dest-gîrim
Ziyâlandır kulûb-ı âşıkânı
Derûnum pâk edip hubb-ı sivâdan
Münevver eylemek şânındır ânı
Bu ten-i Ya'kûb'un ref' et hicâbın
Görünsün Yûsuf'un vuslat nişânı
Seni Hak bilmeyen ol geçrevîler
Bulûğa ermez anların imânı
Kelâm-ı Hakk'a gûş olmayanlar
Alamaz himmeti feyz-i pirânı
Senin sâyende sâlihdir bu Sâlih
Ki senden gayrı yoktur mihribânı
3
Erişti himmet-i şeyhim inâyet eyledi Mevlâ
Açıp "lâ" perdesin gördüm kamusu "mazhar-ı illâ"
Hüve'l-Evvel Hüve'l-Âhir Hüve'l-Bâtın Hüve'z-Zâhir
Hüve'r-Rahîm Hüve'l-Kâhir Hüve'l-Ferd ü Hüve'l-Mevlâ
"Ve in min şey'in illâ" dan meğer kim olmadın âgâh
Kuru da'vâ ile kaldın çürüttün ömrü vâveylâ
Ki sen ol nûr-ı Ahmed'ken Ahad'den vâhidiyyetken
Dahi sırr-ı hüviyyetken kalasın âlem-i süflâ
Yalancı nefsimi bildim büyük düşman imiş gördüm
Kulûb-ı mutmain oldum bu âlem oldu hep me'vâ
Bilindi "küntü kenz" sırrı açıldı perde-i zulmet
Görürem bu cihan halkı kimi Mecnun kimi Leylâ
Elinde var iken fırsat geçirme idegör gayret
Tutagör bir yed-i kudret olunsun menzilin bâlâ
Tena'um içre cennetten celâli kahrına düştün
Yedi tamuya bend oldun düşün bir mebdein ara
Tenin toprak canın sudur nefis bâd-ı hevâdandır
İyi bil nârıdır rûhun meded ermek dile nûra
Şerî'at pâyine bend ol hakîkat râhına azm et
Bulup bir mürşid-i kâmil bu derdin çâresin ara
Pir-i Sâmî gibi şâhı bulup sıdk ile kıl âhı
Açar ol müstakim râhı eriştirir seni yâra
Ayırma Sâlih'i yâ Rab Muhammed şeyh-i Sâmî'den
Ağardı lihyemiz şâhım velâkin kalbimiz kara
4
Sen sana gel ey gönül kılma hased kibr ü riyâ
Bu sıfatlarla tahalluk eden oldu eşkıyâ
Sıdk ile bîat kılıp oldun mu ümmet Ahmed'e
Kuru lâf ile geçirip ömrü kaldın sufliyâ
"Evvelü mâ halakallâhu rûhî"dedi Resûl
Hem sahîh ahbarla buyurdu hadîs-i kudsiyâ
Ümmü'l-ervah olduğıyçün zâtını setr eyledi
Hem "Kuli'r-rûhu min emr-i Rabbî"geldi kâfiyâ
Akl-ı Evvel'dir Muhammed Akl-ı Küll'ün mazharı
"Evvelü ma halakallâhu lî akl" sâhib-hayâ
Hem buyurdu "Evvelü mâ halakallâhu Levh el-kalem"
Sûre-i "Nûn ve'l-kalem"den anlayıp kıl fehmiyâ
Âlem-i amâ'da iken esmâlar (oldu) tamam
Hak buyurdu "yâ habîbim küntü kenzen mahfiyâ"
Hem "Fe ahbebtü "anın şânında buyurdu Ahad
"Ahsen-i takvim" habîbim dedi "sensin" Kibriyâ
Mazhar-ı nûr oldu Ol nûr hayâdan terledi
Cebhesi vech-i terinden geldi cümle enbiyâ
Zâtı ilmin mazharıdır kâinatın mefhari
Yüzünün nûrundan aldı şems ile encüm ziyâ
Gözleri nûr-ı basardır "Kâbe kavseyn" kaşları
Vechi mirât-ı Hudâ'dır "kün fe-kân"ın şehriyâ
Dişleri dürr ü mücevher lebleri âb-ı hayât
Nefhası Rûhü'l-Kudüs'dür ruhleridir müntehâ
"Lâ nebiyye ba'di" buyurdu Hâtemü'l-Mürselîn
Oldu anın ayağı tozu âl ile tûtiyâ
Kâinâtın mebdeidir sırr-ı Hakkın mahremi
Geldi hakkında Anın "Ve'ş-şems"ü "ve'n-necmi hevâ"
Parmağıyla çün işâret kıldı mâh etti nüzûl
Şakk olundu secde kıldı şod mutî-i mâhiyâ
Tuttu dünyâyı Muhammed ümmeti şark ile garb
Geldi bunca âlim (ü) zâhid meşâyih asfiyâ
Oturup taht-ı hilâfet üstüne vârisleri
Âlem-i mülk-i bekâya gitti bunca evliyâ
Hamdulillah bize irsâl etti Hak bir kâmili
Mürşidimiz Hazret-i Şeyhim Muhammed Sâmîyâ
Dest-gîr ol Sâlih'e dünyâ ve mâfîhâda Sen
Kıl şefa'at hürmetine Pîr-i A'zam Nakşiyâ
5
Bu fânî dünyâyı gezdim dolaştım
Aslımdan bir haber veren yok bana
Çok erenler sohbetine ulaştım
Aslımdan bir haber veren yok bana
Hâküi bâd ü âbuı âteş bünyâdım
Sûret-i beşerde âdemdir adım
Bilmem cinnî miyem yoksa dîv-zâdım
Aslımdan bir haber veren yok bana
Ben de bu derd ile iflâh olmazam
Rûz u şeb ağlaram bir an gülmezem
Kanden gelip gideceğim bilmezem
Aslımdan bir haber veren yok bana
Arada söylenir bunca kîl ü kâl
Çokları özsüzdür çıkmaz bir meâl
Söyleyip dinlemek büyük bir vebâl
Aslımdan bir haber veren yok bana
Acâib kalmışam işbu insâna
Ekserî dönmüşler vahşî hayvâna
Ya ben mecnûn yâhûd anlar dîvâne
Aslımdan bir haber veren yok bana
Abd u Hak beyninde yüzbin hicâb var
Her hicabda yüzbin sual cevab var
Burada inceden ince hisab var
Aslımdan bir haber veren yok bana
"Men aref" sırrına vâkıf olmadım
Çok muhbire vardım haber almadım
Hergiz bundan eşed bir derd görmedim
Aslımdan bir haber veren yok bana
Yetmiş üç fırkanın ser-tâcı benem
Kangısına sorsam der "nâcî benem"
Bildim ki cümlenin muhtâcı benem
Aslımdan bir haber veren yok bana
Hevâ-yı hevesden ayık olmadım
Aslâ bir amele fâik olmadım
Esrâr-ı pîrime lâyık olmadım
Aslımdan bir haber veren yok bana
Azdan az bulunur dünyâda kemal
Nicesi eblehdir nicesi echel
Kangısına sorsam der "ben mükemmel"
Aslımdan bir haber veren yok bana
Bir dâr-ı meşakkat mülk-i fenâdır
Su üzre kurulmuş dipsiz binâdır
Basîret ehline ibret-nümâdır
Aslımdan bir haber veren yok bana
Sana geldim pîrim Muhammed Sâmî
Sensin bu cihânın kutb u imâmı
Def' eyle gönlümden işbu gamâmı
Aslımdan bir haber veren yok bana
Nefsim bana çok eyledi inâdı
Felek sillesini bende sınadı
Kırıldı Sâlih'in kolu kanadı
Aslımdan bir haber veren yok bana
6
Cemâlin arzı kılmazsa dilârâ
Derûnumda sağalmaz işbu yara
Hevâya gitti ömr-i nâzenînim
İki âlemde kaldım bahtı kara
Belâ bahrinde gark oldu sefînem
Ümîd kalmadı çıkmağa kenâra
Erenlerden bana olmadı imdâd
Mukadder böyle yazılmış ne çâre
Aman dedikçe yaman oldu hâlim
Visâle çâre yok ol gül'izâra
Cefâdan gayrı görmedim safâsın
Aceb bilmem ki n'etdim ben o yâra
Mukadder olmaz imiş lâ-yugayyer
Ne hâsıl gezmeden Belh'i Buhâra
Der-i Sâmî'ye geldim ilticâya
Dedim kıl merhamet bu ihtiyâra
Ki bende kalmadı hergiz liyâkat
Mukâbil olmağa bu nefs-i mâra
Pîrinden himmeti bol iste Sâlih
Seni Mevlâ bu gafletten uyara
7
Bir noktada pinhân imiş
Gör neyledi bu derd bana
Ol cân içinde cân imiş
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Vahdet bâğında andelîb
Olmuş iken kaldım garîb
Bu derd bana oldu nasîb
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Üç kerre doğdum aneden
Kurtulmadım efsâneden
Usanmışam bu hâneden
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Bıraktım ad u sanımı
Ben ararım cânânımı
Çok görmeyin noksânımı
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
İlletle ma'zur olmuşam
Kıllet ile hor olmuşam
Halk içre menfûr olmuşam
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Çakmağ-ı aşkı çakmışam
Râz-ı derûnum yakmışam
Benliğimi bırakmışam
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Elde kemânını tutar
Bağrım gözedir tîr atar
Oldu ciğer neyden beter
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
İsmâil'em bağlı elim
Kemendlidir pâyım belim
Ben iverim kurban olim
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Yandırdı Nemrûd nârını
İbrâhim'in gülzârını
Ol dosta verdi vârını
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Görün Mesîhâ neyledi
Doğmazdan evvel söyledi
Çok mürde ihyâ eyledi
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Görün Muhammed neyledi
Mâh'a işaret eyledi
Pişmiş kuzular söyledi
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Geldi hakikat erleri
Vahdet ilinin şirleri
Mülk-ü bekâ serverleri
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu derd devlet bana
Her ilme şâmil Sâmiyâ
İlmiyle âmil Sâmiyâ
Mürşid-i kâmil Sâmiyâ
Gör neyledi bu derd bana
Oldu bu dert devlet bana
Vaktin imâmı Sâmî'dir
Kutb-ı zamânı Sâmî'dir
Sâlih gulâm-ı Sâmî'dir
Gör neyledi bu dert bana
Oldu bu dert devlet bana
8
Pîr-i Sâmî gel eriş sen dâde Allah aşkına
Nefs elinden kıl bizi âzâde Allah aşkına
Pîr-i Tâgî hürmetiyçün kıl terahhum bizleri
Gel bırakma bizleri ilhâda Allah aşkına
Bu fenâ gülzârı içre kalmışız hayvân-sıfat
İşte geldik sâhib-i irşâda Allah aşkına
Nefs-i hayvânın esîri olmuşuz kurtar bizi
Koyma bizi berzah-ı süflâda Allah aşkına
Bağ-ı vahdet güllerisiz goncanız solmaz sizin
Andelibrâ gelmişiz feryâda Allah aşkına
Teşneyiz sed eylemiş derban hayâtın yolların
Zülfikârı çek eriş imdâda Allah aşkına
Hak ayan iken velâkin yok basîret aynımız
Kalmışız biz âlem-i a'mâda Allah aşkına
Pîr-i Sâmî Hazretine ilticâya gelmişiz
Hükm eder nisbetleri Bagdad'a Allah aşkına
Pîr-i Tâgî şeyhimizin şeyhidir hem Salihâ
Rûz u şeb gözler bizi me'vâda Allah aşkına
9
Gam günümdür gel eriş sultânım Allah aşkına
Küsdün ise tez barış hubânım Allah aşkına
Hasretinden yandı cismim ciğerim oldu kebâb
Sâkiyâ sun bâdeyi atşânım Allah aşkına
Bu derûnum bir aceb derde giriftar eyledin
Rûz u şeb bu zâr ile giryânım Allah aşkına
Derd ile Eyyûb'u geçtim hasret-i Yakûb'u da
Kande göster Yûsuf-ı Kenân'ım Allah aşkına
Âh u zârım duysa râhibler çilîpâdan geçer
Pûte-i aşkında yandır cânım Allah aşkına
Nutkun enfâs-ı Mesîhâ nûr-ı Ahmed'dir özün
Gizleme hep sendedir dermânım Allah aşkına
Dest-gîrim olmaz isen Hazret-i Pîrim benim
Berri bahri yandırır efgânım Allah aşkına
Çekdiğim derdi belâyı Şeyh-i San'â çekmedi
Söyle açsın bâbımı derbânım Allah aşkına
Ben de Eyyûb'un belâsın sevdiğimden çekmişem
Bir canım var al sana kurbânım Allah aşkına
Gezdi Sâlih senden özge bulmadı hâzık-tabib
Pîr-i Sâmî ol benim Lokmânım Allah aşkına
10
Evvelâ derdi kazanıp sonra gel dermân ara
Bahr-ı aşkı nûş ediben âbı yok ummân ara
Bu beşer nefsin elinden kurtaramazsın özün
Bir velînin gönlüne gir mekteb-i irfân ara
"Men aref" sırrına vâkıf olmak istersen eğer
"Kulli şey'in hâlikun" de nefha-i Rahmân ara
Kîl ü kâl ile geçirme ömrüne ey müddeî
Nutk-ı Ahmed'den zuhûr-ı Hazret-i Kur'ân ara
Evvelâ kıl hâne-i dilde gazâ-yı ekberi
Pâk edip beyti sanemden Hızrı veş mihmân ara
Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını
Pîre teslîm et özün bir mürşidi bürhân ara
Derdi olmayan tabîb dükkânına basmaz kadem
Hasret-i hicrâna yanıp Hazret-i Lokmân ara
Gir Tarîk-i Nakşibend'e cân u dilden hâdim ol
Pîr-i Sâmî Hazreti'nden haddi yok ihsân ara
Dest-i kudret destini bil nûr-ı Ahmed zâtını
Sıdk ile sâlik oluben arşa dek seyrân ara
Hep ledünnîdir kelâmı vâris-i Ahmed'dir Ol
Cephesinde gör cemâli Yûsuf-ı Kenân ara
Söyleyen Sâlih'dir amma söyleten Sâmi'durur
Bulmak istersen birâder böyle bir sultân ara
11
Berzahda kalır ermez ise bu garîb insân
Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ
Âh eyle gönül belki Hudâ eyleye ihsân
Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ
Bu ikisidir zübde-i esrâr-ı hakîkat
Bir kâmile irgür var ise sende hamiyyet
Bu ikiden izhâr olur esrâr-ı hüviyyet
Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ
İster isen vuslatı derûn ile ara
Kıllet ile zillet ile derd ile ara
Nutkeyler olara erse seng ile hârâ
Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ
Tevrât ile İncil ü Zebûr Kâf ile ara
Bu derde düşen zümre-i esnâf ile ara
Bunlar ile erişirsin vuslat-ı yâra
Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ
Esmâlarına emr edip ol Kâdir ü Mennân
Bir "Ahsen-i takvîm" le yaratıldı bu insân
Ol sûrete nefh eylediği Nefha-i Rahmân
Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ
Bil fer'indir âlemde olan nûr ile ervâh
Hep cümle maâdin ile zî-rûh olan eşbâh
Aynı da değil gayrı değil ol buna âgâh
Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ
Ger ister isen sözlerime hüccet ü bürhân
Meydânda-durur Hazret-i Sâmî gibi sultân
Cân ile gözü sem'i sözü vech ile yeksân
Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ
Bundan geri Sâlih dahi sen olma mükedder
Sâmî gibi bir sultânı hem kıldı müyesser
Takdîr-i ezel sana da olmuştur mukadder
Envâr-ı Muhammed ile enfâs-ı Mesîhâ
12
Söz ile bir kalbe doğmaz ledünnî
Bütün âzâları dil olmayınca
Nefs-i emmârenin bilinmez fendi
Gönül şehri bahr-ı Nîl olmayınca
Söz ile bulunmaz bir sâdık muhîb
Derde düşmeyince aranmaz tabîb
Her bir şükûfeye konmaz andelîb
Mâdem ki içinde gül olmayınca
Her bir âşık vâsıl olmaz yârına
Berdâr olmayınca vuslat dârına
Pervâne-veş düşüp aşkın nârına
Mansûr gibi yanıp kül olmayınca
El çek mâsivâdan bırak bu câhı
Râz-ı derûnundan eylegil âhı
Cânân illerinin açılmaz râhı
Varıp bir kâmile kul olmayınca
Pîr-i Sâmî gibi sâhib-irşâdı
Bulup kapısında kılak feryâdı
Hiç birimiz bulamazık necâtı
Bizim delîlimiz Ol olmayınca
Sâlih bu sözlerin yalan olamaz
Her beşer sûretli insân olamaz
Her bir kimse ehl-i irfân olamaz
Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca
13
Hazret-i pîrimden olaldan münîb
Zâhir oldu çok alâmetler acîb
Ten senin bu can senin cânân senin
Benliğim kaldır aradan yâ Mucîb
Yûsuf-ı cânânıma irgür meni
Hüsn-i ruhsârına eyle andelîb
Dest-i pîrimden içirip bâdeyi
Cür'a-i vahdet meyinden kıl nasîb
Defter-i uşşâka kayd et adımı
Hürmetine Mefhar-i âlem Habîb
Pîr-i Sâmî Hazretin yâ Rabbenâ
Bu derûnum derdine eyle tabîb
Senden özge yok enîsim yâ İlâh
Sâlih'i bırakma bu yerde garîb
14
Dâd elinden ey gönül kıldın bana cevr ü itâb
Yandırıp râz-ı derûnum bağrımı kıldın kebâb
Çokları nûr-ı cemâlinle müşerref eyledin
Ağladıkça ben kaçındın yüzüne çekdin nikâb
Her belâ çevgânına karşı tutup bu boynumu
Bu vücûdum şehrini baştan başa kıldın harâb
İstedikçe vuslatı ferdâya saldın sen beni
Hasret-i hicrân odundan var mı artık bir azâb
Serseri gezme cihânda sen sana gel ey gönül
Bir gün olur başına döner bu etdiğin dolâb
Pîr-i Sâmî Hazretine ilticâya gelmişem
Sun bize vahdet meyinden bir kadeh memlû şarâb
Sırr-ı vahdet âlemine eyle mahrem bizleri
İyd-ı vuslat günleridir aradan kalksın hicâb
Sâlihem Leylâ-sıfat bir dilberin Mecnûnuyum
Perdeyi yüzden götür ey mazhar-ı âlî-cenâb
15
Hudânın lutfu ihsânı şerî'ât
Marîzin cümle dermânı şerî'ât
Dahi hem "küntü kenz" in mebdeinden
Giyüben şekl-i nûrânî şerî'ât
Dahi Hayy isminin hem mazharıdır
Odur hem ümm-i rûhânî şerî'ât
Müdebbir isminin hem cevheridir
Behiştin hûrî gılmânı şerî'ât
Kalem şakk oldu ilm ü hikmetinden
Yazıldı cümle elvân-ı şerî'ât
Yazıldı levh-i mahfûza serâser
Kamu esrârı ayânı şerî'ât
Dahi Mûsâ'ya nutk etti şecerden
Asâdan yardı ummânı şerî'ât
Ki İsmâil kıluben inkıyâdı
Erişti kebşi kurbân-ı şerî'ât
Dahi esrârı nûr-ı Mustafâ'dır
Kılan izhâr-ı Kur'ân'ı şerî'ât
Dahi mi'râca teşrîfinden Ahmed
Delîli akl-ı furkân-ı şerî'ât
Hicablar ref' olup "Nûrun alâ nûr"
Hitâb-ı nûr-ı Rabbânî şerî'ât
Hem otuz iki harfin aslıdır ol
Kelâmın bahri ummânı şerî'ât
Ki ansız bir nebî gelmez zuhûra
Asâsı elde bürhânı şerî'ât
Hakîkat hâfızı dîv-i recîmden
Alır berzahdan insânı şerî'ât
Hakîkat ehlinin hem muktedâsı
Kamu ebrârın îmânı şerî'ât
Hakîkat lübbü esrâr-ı kelâmdır
Zuhûra getiren anı şerî'ât
Hakîkat rûhudur hem evliyânın
Dahi ecsâm ile cânı şerî'ât
Hakîkat mazharı hem ism-i zâttır
Sıfatın cümle bürhânı şerî'ât
Hakîkat gerçi kim şems-i Hudâ'dır
O şemsin mâh-ı tâbânı şerî'ât
Hakîkat ehlinin yoktur nişânı
İmâret eden ekvânı şerî'ât
Hakîkat kenzinin mîftâhı oldur
Dahi hem hısnı derbânı şerî'ât
Hakîkat ehlinin düşmânı çoktur
Olubdur şâh-ı merdânı şerî'ât
Anı bilmezse kimse Hakkı bilmez
Usâtın dârü'l-emânı şerî'ât
Hakîkat âlemi kenz-i hafîdir
Açıktır cümle meydân-ı şerî'ât
Hakîkat semtine ilkâ eder ol
Kamu ehl-i muhibbânı şerî'ât
Cemî-i âlemi kılmış ihâta
Dahi hem arş-ı rahmânî şerî'ât
Yürütür hükmünü şark ile garba
Hudânın emri fermânı şerî'ât
Hakîkat hâlidir hem evliyânın
Kamu ef'âli ayânı şerî'ât
Kulûb-ı evliyâdır âşiyânı
Kurulmuş taht-ı sultânı şerî'ât
Sakın her mürşide varma hazer kıl
Görürsen anda noksân-ı şerî'ât
Sakın nefsim hevâya tâbi olma
Sen anı sanma kim fânî şerî'ât
Varıp dergâh-ı Sâmîde gulâm ol
Kılan icrâ O'dur şân-ı şerî'ât
Hakîkat Mürşid-i Rabbânî Ol'dur
Kamu hubbu suhandânı şerî'ât
Hakîkatten beyân eyler meânî
Kamu tevîli tıbyânı şerî'ât
Dahi ismi Muhammed Şeyh-i Sâmî
Lisânından eder ceryan şerî'ât
Recâsı Sâlih'in budur Pîrinden
Kılam icrâ-yı hakkânî şerî'ât
16
Şeş ciheti başdan başa kaplamış
Gelir her taraftan hû-yı muhabbet
Hâl-i hindû askerini toplamış
Sarmış haddin ile mûy-ı muhabbet
Bülbüle çekdirir âh ile zârı
Pervâneye dâim gösterir nârı
Mecnûn'un Leylâ'sı Mansûr'un dârı
Ezelden böyledir hûy-ı muhabbet
Pîrimden arz etmiş hûb-cemâlini
Gönlüne derc etmiş hep kemâlini
Dilinden şerh eyler her bir hâlini
Dağılır Sâmî'den bûy-ı muhabbet
Gâh kendini gizler girer ebcede
Gâhi ebrû ile ayn-ı esvede
Gâhi de aks eder şâb-ı emrede
Anlardan gösterir rûy-ı muhabbet
Gâhi sultân olur gâhi dilenci
Gâhi doğru olur gâhi yalancı
Gâhi tüccâr olur gâhi talancı
Gezer ili hem çarşıyı muhabbet
Gâh ahdine vefâsını gösterir
Gâh Sâlih'e safâsını gösterir
Gâh şiddetle cefâsını gösterir
Yaklaştıkça yârin köyü muhabbet
17
Haddini bil müddeî gel etme her cân ile bahs
Bârı boncuk olan etmez dürr ü mercân ile bahs
Ârifin her bir kelâmı hüccet ü bürhân ile
Kuru da'vâ ile olmaz ehl-i irfân ile bahs
Sen yalancı nefs elinden kurtaramazsın özün
Nâ-münâsib eylemeklik kâmil insân ile bahs
Marifetden dem urursun belde zünnârın durur
Kesmeden zünnârını eylersin îmân ile bahs
Geçti ömrün nefsin ile etmedin bir gün cihâd
Rûz u şeb etmek dilersin şâh-ı merdân ile bahs
Pîr-i Sâmî Hazretine eylemezsin bîatı
Bî-edeb etmek dilersin öyle sultân ile bahs
Sâlihem şeyhim güneştir ben anın bir zerresi
Zerre hiç eyler mi aslâ şems-i tâbân ile bahs
18
Senin hasret firâkındır benim giryânıma bâis
Senin vuslat şarâbındır benim bürhânıma bâis
Cemâlin kıblegâhımdır nazargâh-ı ilâhımdır
Benim hep dûd-ı âhımdır kamu efgânıma bâis
Senin aşk-ı hayâlinden kayırmam çektiğim derdi
Cemâlin arz kılmazsın nedir noksânıma bâis
Kamu bu âlemin aslı muhabbetden değil midir
Nedir kahr-ı celâl içre dil-i vîrânıma bâis
Cefâdan kaçmaz âşıklar senin hüsnün visâlinden
Firâk-ı infisâlindir ciğer-sûzânıma bâis
Pîrimiz serverimizdir Muhammed Hazret-i Sâmî
Anın nûr-ı cemâlidir benim dermânıma bâis
Kulûbum eyledi ihyâ münevver kıldı dil şehrin
Anın enfâsı kudsîdir benim irfânıma bâis
Menem Sâlih hulûs ile gulâm oldum kapısında
Memât iken hayât buldum olup dîvânıma bâis
19
Ey birâder derd-i aşka mübtelâ olmak da güç
Sûret-i insânide hayvan-sıfat kalmak da güç
Bağrımın kanı kurudu ciğerim oldu kebâb
Hasret-i hicrân oduna her zaman yanmak da güç
Derd nedir dermân nedir yâ ben beni bilmem neyim
Nâr u nûrun berzahında sararıp solmak da güç
Nûr-ı Ahmed'dir özüm dürr-ı yetîmî bendedir
Bu beşer nefsin elinden anı kurtarmak da güç
Gevher-i nefsimi yutmuş bir amansız ejdehâ
Bî-basar mârın elinden şeb-çerâğ almak da güç
Müttakîler kisvetine müddeîler girdiler
Muhtefî oldu erenler arayıp bulmak da güç
Bahriler ummâna daldı pek çoğaldı dehriler
Öyle mülhidler ile bahs-i dîne dalmak da güç
Hep hatîâtın büyüğü hubb-ı dünyâ bilirem
Ânı terk etmek de güç pek kipce sarılmak da güç
Öyle bir derde giriftâr olmuşum âlemde kim
İttisâle çâre yokdur dahi ayrılmak da güç
Hâne-i dil cennet-i irfâna dâhil olmadan
Âr u nâmus şişesini taşlara çalmak da güç
Pîr-i Sâmî gibi sultâna kılalım iktidâ
Keştibânsız fülkümüzü engine salmak da güç
Derdimi defter edip sultânıma arz eylesem
Ol bilirken cümle hâlim arz-ı hâl sunmak da güç
Hamdulillah böyle bir sultâna hâdim olmuşam
Sâlihem sıdk ile şâhım hizmetin kılmak da güç
20
Esîr-i nefse kul oldun yeter gel bu hevâdan geç
Bu ömrü kîl ü kâl ile çürüttün bu sivâdan geç
Yediğin su ile toprak kamu giydiklerin nârdır
Bu âlem âşiyandır gel bırak berzah yuvadan geç
Gel ey sûfî kıl insâfı bırak gel Zeyd ile Amr'ı
Geçirme yok yere ömrü hased kibr ü riyâdan geç
Yalancı nefse kul olma düşün bir mebde-i aslın
Bulup bir mürşid-i kâmil bütün bey' ü şirâ'dan geç
Bulup Sâmî gibi şâhı görürsün ulu dergâhı
Olup her ilme âgâhı kamu ağ u karadan geç
Cihânın yaz u kışın gör ne etmiş Perver işin gör
Hemân sen kendi işin gör misâfirsin buradan geç
Hemân ref' idegör varlık hicâbın sen dahi Sâlih
Görünsün sana vahdet âfitâbı mâcerâdan geç
21
Giriftâr-ı aceb sevdâ-yı aşk oldun mu sen Sâlih
İçip vahdet meyinin cür'asın kandın mı sen Sâlih
Hevâ-yı nefsine tâbi olup gaflette mi kaldın
Firâk-ı hasret ile sararıp soldun mu sen Sâlih
Eriştin mi bu âlemde aceb bir himmet ehline
Kuru da'vâyile ömrün geçirüp kaldın mı sen Sâlih
Ömür sermayesini cümle kîl ü kâle sarf ettin
Kulûb-ı ârifan ile aceb doldun mu sen Sâlih
Bağırtlak gibi illerde gezip âvâre mi kaldın
Olup Ferhad bu benlik dağını deldin mi sen Sâlih
Biraz kutta-ı râhîlerle ömrün zay'e mi verdin
Pîr-i Sâmî gibi şâhı varıp buldun mu sen Sâlih
Der'i âsîlerin dârü'l-emânıdır bilâ-şübhe
Kılıp bîat aceb sıdk ile kul oldun mu sen Sâlih
Riyâ ile olan amel seni nârdan halâs etmez
Aceb ismin gibi bilmem amel kıldın mı sen Sâlih
22
Derûnun derdini her yerde açma
Sabr eyle bu yolda olmagıl ilhâh
Gizle esrârını meydâna saçma
Her yerde açılıp olma sen şerrâh
Râh-ı müstakîmi bırakma elden
Evrâdı ezkârı terk etme dilden
Sıdk ile kulluk et cân u gönülden
Çok feth-i bâb eyler Ol Ganî Fettâh
Bir tabîb-i hâzık Lokmâna yürü
Cân u ten derdine dermâna yürü
Pîr-i Sâmî gibi sultâna yürü
O'dur kalbimizi eyleyen ıslâh
Eğnime giymişem gam libâsını
Murg-veş beklerem ten yuvasını
Sâlihem çekerem aşk belâsını
Âhir bu derd beni eylemez iflâh
23
Cihân bâğında gülşandır meşâyih
O gülşan içre hûbândır meşâyih
Bular ilm-i ledün serverleridir
Gürûh-ı ehl-i irfândır meşâyih
Şerîat âlimi hem âmilidir
Kamusu kâmil insândır meşâyih
Bular hep enbiyâ vârisleridir
Ulûmu keşf-i Kur'ân'dır meşâyih
Bulardır fâtih-i sırr-ı velâyet
Derûnu bahr u ummândır meşâyih
Bular râh-ı Muhammed'le giderler
Kelâmı cümle bürhândır meşâyih
Hilâfet tahtgâhında oturup
Kamusu gizli sultandır meşâyih
Pîrimizdir Muhammed Şeyh-i Sâmî
Cemâli nûr-ı îmândır meşâyih
Kapısına gelenler olur irşâd
Tabîb-i aynı Lokmândır meşâyih
Gönüller âlemine hükm ederler
Acâib rûh-ı sultândır meşâyih
Firâkından bu Sâlih eyler âhı
Ziyâr-ı azm-i pîrândır meşâyih
24
Seni hayvân iken insân eder şeyh
Gönüller şehrine mihmân eder şeyh
İçirip bir kadeh aşkın meyinden
Gedâ iken seni sultân eder şeyh
Münevver eyleyip kalbin sarayın
Derûnun derdine dermân eder şeyh
Olursun "men aref" sırrından âgâh
Seni katre iken ummân eder şeyh
Haber verir hakîkat illerinden
Sana çok tuhfeler ihsân eder şeyh
Sana söyler ledünnîden meânî
Hakîkat ilm ile irfân eder şeyh
Olursun vahdetin sırrından âgâh
Seni bir noktada yeksân eder şeyh
Bulursun Pîr-i Sâmî gibi şâhı
Bir anda vâsıl-ı cânân eder şeyh
Olunca râbıta Sâlih pîrine
Mugaylanlıkları gülşan eder şeyh
25
El-meded ey Pîr-i Sâmî Şâh-ı hûbân el-meded
Pîr-i Tâgî hürmetine eyle ihsân el-meded
Benliğimiz berzahından nefsimiz eyle halâs
Hürmetine ism-i a'zam Kâf-ı Kur'ân el-meded
Aç basîret aynımız ferdâya salma sen bizi
Kıl terahhum çekmeyelim bend-i hüsrân el-meded
Hem yüzün Sebu'l-Mesânî "kenz-i vahdet" kalbiniz
Hâfız-ı hıfz-ı emânet sensin ey cân el-meded
Kâbe inşâ-yı Halîl'dir sendedir beyt-i Celîl
Sensin Allah'ın delîli rûh-ı sultân el-meded
Sen makâm-ı kudsîden kurtarmağa geldin bizi
Ahdine eyle vefâ kıl derde dermân el-meded
Nûr-ı Ahmed'le boyandın hem dem-i Îsâ ile
Vuslatınla bizleri kıl cümle şâdân el-meded
Cânâ cânân cân dahi cânânâ kavuşmak diler
Arada var "berzahun lâyebgıyâni" el-meded
Pîr-i Sâmî sâyesinde çok muammâ söylerem
Sâlih'i eylerse şâhım ehl-i irfân el-meded
26
Bu cihân halkını seyrân eyledim
Hep âşinâ buldum görmedim bir yâd
Gezdim çâr-köşeyi devrân eyledim
Hep yerli yerince yaratmış üstâd
Döner çarh-ı felek aslâ yorulmaz
Sâni'in sun'una akıllar ermez
Ârif olan bu dünyâya sarılmaz
Her kimi sevdiyse eyledi berbâd
Çok Rüstem'ler çok sultânlar yer yedi
Çok hânları harâb etti yürüdi
Tamu yedi semâ yedi yer yedi
Bu merâtib üzre olunmuş îcâd
Bilinmez âlemin sırrı nihândır
Dört şâhın hükmüyle döner cihândır
Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd
Sâlihem ben bu esrâra ermedim
Bâğ-ı vahdet güllerini dermedim
Çok meşâyih devr eyledim görmedim
Pîr-i Sâmî gibi bir sâhib-irşâd
27
Nutk-ı pâkindir efendim bana bürhândan lezîz
Zîr-i hâkindir efendim bana dermândan lezîz
Yûsuf-ı Kenân-ı hüsnün aklımı yağma eder
Dişlerin dürr ü mücevher sohbetin cândan lezîz
Ârifin her bir kelâmı bir mücevher kânıdır
Cânlara verir hayâtı âb-ı hayatdan lezîz
Ehl-i nefsin sözleri akl-ı maâşdan gelir
Ehl-i irfânın kelâmı dürr ü mercândan lezîz
Aç basîret gözlerin bir bak cihâna müddeî
Var mıdır dünyâda bir cân kâmil insândan lezîz
Çok meşâyih devr edip hergiz nazîrin görmedim
Hazret-i şeyhim Muhammed Sâmî Sultândan lezîz
Sâlihem şeyhim Muhammed Pîr-i Sâmî'dir benim
Ol durur dünyâ ve mâfîhâ bana cândan lezîz
28
Kapına varan olmaz mı telezzüz
Cemâlin gören olmaz mı telezzüz
Sana ihlâs ile sâlik olanlar
Senin aşkınla bulmaz mı telezzüz
Yürekden sıdk ile Allah diyenler
Derûnu cümle dolmaz mı telezzüz
Huzûrunda senin irşâd olanlar
Kalıp hayretde kılmaz mı telezzüz
Girip dil şehrine kalbin derinde
Duran şeytânı sürmez mi telezzüz
Hakîkat erleri vahdet yüzünden
Kamu eşyâda görmez mi telezzüz
Bu cân Yûsuf'unun hüsnün görenler
Serin sevdâya salmaz mı telezzüz
Pîrimiz Şeyh-i Sâmî sohbetini
İşiten kalbe ermez mi telezzüz
Alanlar himmeti Sâlih pîrinden
Dimâğ-ı câna girmez mi telezzüz
29
Gezeriz hayvân-ı nâtık misâli
Ekl ü şurbdan gayrı ne kârımız var
Kesret-i sevk içre çok lâübâî
Söylemeden gayri ne kârımız var
Pîr-i Sâmî kademinde turâbız
Ne câh gözediriz ne kâmyâbız
Kanâat-nişîniz ehl-i harâbız
Âlem-i ekvânda devrânımız var
Bizlere tarîfe ne hâcet gülü
Ezelden olmuşuz anın bülbülü
Her ırgalandıkça mûyunun teli
Gûnâ gûnâ bûy u elvânımız var
İmtihân-ı yârdır cevr ile sitem
Müsâvîdir bizde hem medh ile zem
Şiddet-i berzahdan bizlere ne gam
Pîr-i Tâgî gibi sultânımız var
Nefsim bana râm ol düşme teşvîşe
Hep fâsiddir bu kurduğun endîşe
Sürüsün yedirmez kurt ile kuşa
Pîr-i Sâmî gibi arslanımız var
Mezûniyyet almış aşk mektebinden
Doyulmaz şâhımın hem sohbetinden
"Sırr-ı leben" zâhir olur lebinden
Bî-fehim çok gâfil insânımız var
Gönlüme nakş oldu hubb-ı cemâli
Terk eyledim cümle hep kîl ü kâli
Dünyâ-perestlerin çok ise mâli
Bizim de İmâm-ı zamanımız var
"Men aref" sırrına vâkıf olmuşam
Nefsim ile hem Rabbimi bilmişem
Mutmainne kalasına girmişem
Gâyrette bir metîn hisârımız var
Himmet-i evliyâ bize yâr iken
Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken
Seyyid Tâhâ Sıbgatullah var iken
"Kâbe kavseyn"e dek seyrânımız var
Gönderdi Sâmî'sin ol Pîr-i Tâgî
Erzincân şehrinde kurdu otagı
Sâmî'dir cihânın hem şeb-çerâgı
Bizim de ahd ile peymânımız var
Benlik berzahından âzâd olmuşuz
Her bir sohbetinden irşâd olmuşuz
Böyle bir sultâna evlâd olmuşuz
Daha bundan büyük ne şânımız var
Gönül fehm edeli "lâ"dan "illâ"yı
Mecnûn-veş biz de bulduk Leylâ'yı
Nûr-ı cemâlinde seyr et Mevlâ'yı
Bir rûh-ı musaffâ mir'âtımız var
Âteş-i aşkınla yandır Sâlih'i
Şarâb-ı lebinle kandır Sâlih'i
Taklîd'den tahkîke döndür Sâlih'i
Afv eyle hizmette noksânımız var
30
Sıdkı ile sâlik olan illâya giderler
Âzâde olup vahdet-i kübrâya giderler
Aldanma sakın katreye ummânı dilersen
Dil-beste olan cümlesi deryâya giderler
Hem dâmen-i şeyhi tutagör kalma yolundan
Ol zümre-i Sâmî kamu Mevlâ'ya giderler
Sibâ'i-sıfat yok yere ömrünü geçirme
Hem kadre eren Leyle-i İsrâ'ya giderler
Mülkün mü sanırsın acebâ işbu cihânı
Târik olanın cümlesi me'vâya giderler
Cem oldu vücûdunda senin çâr-ı anâsır
Hep sonra gine geldigi ârâya giderler
Hep varlığını anlar alıp müflis olursun
Amâl-i kabîhin kamu şekvâya giderler
Ârifler ayı görmeyicek savmını bozmaz
İftara olar nimet-i uzmâya giderler
Sâlih sözünü dâima sâlihlere söyler
Anlar dahi Sâmî gibi bedrâya giderler
31
Ey nefha-i cân bülbülü gizleme cânân sendedir
Aratma gel ehl-i dili ol gül-i handân sendedir
Düştün anâsır bendine aldandın anın fendine
Şehr-i hakîkat semtine cezb ile devrân sendedir
Emmâre nefsin sözleri dönderdi Hak'dan yüzleri
Dîv-i recîmden bizleri kurtar ki meydân sendedir
Râh-ı hakîkat rehberi şâh-ı velâyet serveri
Kıl kâmyâb bu kem-teri her türlü ihsân sendedir
Kesretten erip vahdete mir'ât olupsun Hazrete
Bizi eriştir vuslata hem peyk-i Rahmân sendedir
Bahrü'l-hayâtın âbısın âşıkların mihrâbısın
Şehr-i ulûmun bâbısın esrâr-ı bürhân sendedir
Kenzü'l-hakâyık mahremi cemü'l-meşâyih ekremi
Bu kâinâtın efhamı mühr-i Süleymân sendedir
Yüzüne çekmişsin nikâb kimden edersin ihticâb
Ey mazhar-ı âlî-cenâb şems-i şebistân sendedir
Nutkun Mesîhâ'nın demi âşıkların olmaz gamı
Sun bizlere câm-ı Cem'i bu denlü atşân sendedir
Yoluna bu cânım fedâ aşkın bana olsun gıdâ
Ey Sâmî-yi nûr-ı Hudâ derdime dermân sendedir
Aşkına cümle pîrlerin gönder hakîkat şîrlerin
Kahr et bu nefsim askerin emr ile fermân sendedir
Sâlih diler senden meded ey mahrem-i sırr-ı Ahad
Hem mazhar-ı Ferd ü Samed ol Kâf-ı Kur'ân sendedir
32
Hayât-bahş eyle şâhım bu derûnum eylegil hûşyâr
Hakîkat tîrin irgür murg-ı cânı eylegil bîdâr
Hidâyet âfitâbı ref' edip kesret sehâbını
Münevver eyle dil şehrin derûnum eylegil gülzâr
Saâdet neyyiri sensin velâkin bî-haber huffâş
Basîret tûtîyâsın çek dü çeşmim eylegil envâr
Temevvüc eylemiş deryâ-yı vahdet hem derûnunda
Harâb-ı vâridâtındır dehânından olur ezkâr
Hitâb-ı "küntü kenz" in sırrına mahrem olan sensin
"Fe ahbebtü" senin şânındadır ey mazhar-ı dîdâr
Sıyâmın vaslile açmak diler bu abd-i miskînin
Cemâlin arz edip zülfün teline eylegil berdâr
Nemîdânende esrârın behâyim-veş sıfat câna
Rehâ bulur bu dûzahdan cemâlin eyleyen züvvâr
Be-hakk-ı Pîr-i Tâgî Seyyid-i şâh-ı velâyet hem
Eriştir vuslat-ı yâra meded ey seyyidü'l-ebrâr
Muînim melceim sensin gulâmındır senin Sâlih
Diler kim sâye-i Sâmî'de ol olsun ulül-ebsâr
33
Bir Leylânın Mecnûnuyam cânân ilinin cânıdır
Bir dilberin meftûnuyam bu cân anın kurbânıdır
"Sebu'l-Mesânî"dir yüzü nutk-ı Mesîhâ'dır sözü
Nûr-ı Muhammed'dir özü ol nefha-i Rahmânî'dir
Arş-ı muazzam başıdır hem "Kâbe kavseyn" kaşıdır
Ol akl-ı evvel cûşudur "kün" emrinin fermânıdır
Âşıkların sevdâsıdır âriflerin me'vâsıdır
Sâlihlerin Leylâsıdır kâmillerin seyrânıdır
Bahrü'l-hayât peymânesi hem gevher-i dürdânesi
Şems-i Hudâ pervânesi cümle maâdin kânıdır
Aşk u muhabbet hânesi âlem anın dîvânesi
Hep cümle hüsnün anesi bir Yûsuf-ı Kenân'ıdır
Gâhî şecerden söyler ol gâhî hacerden söyler ol
Gâhî beşerden söyler ol bir mantık-ı bürhânıdır
Cevlân eder bu arada bir pertev-i nûr-ı Hudâ
Şeyhim Muhammed Sâmî de ol dilber-i rûhânîdir
Her kim ki tuttu destini soyundu varlık postunu
Buldu hakîkat dostunu bildi bu dünyâ fânîdir
Budur recâsı âsînin göster yüzün leylâsının
Sâlih dâim Mevlâ'sının hem kulu hem kurbânıdır
34
Gelin ey yâr-ı sâdıklar
Bu meydân-ı muhabbettir
Bütün cem olsun âşıklar
Bu meydân-ı muhabbettir
Pîrimiz Sâmî Hazrettir
Gelin dergâha dervîşler
Kılalım zevk ü cünbüşler
Hudâ'nındır kamu işler
Bu meydân-ı muhabbettir
Şefîimiz Muhammed'dir
Çalındı mahşerin Sûrı
Göründü Ahmed'in nûrı
Bezendi cümleten hûri
Bu meydân-ı muhabbettir
Bu bir ıyd-ı meserrettir
Kuralım halka-i zikri
Kamu bir edelim fikri
Kılalım hamd ile şükri
Bu meydân-ı muhabbettir
Tarîk-i ehl-i iffettir
Teveccühe gelin ihvân
Kuruldu halka-i Rahmân
Açıldı ravza-i rıdvân
Bu meydân-ı muhabbettir
Bu bir uzmâ-yı nimettir
Erişti Hazret-i Sâmî
İçirdi bizlere câmı
Kamu mestetti ağlâmı
Bu meydân-ı muhabbettir
Sülûk ehline hayrettir
Erişti şeyh-i memdûhı
Şifâ-yâb etti mecrûhı
Berâber evliyâ rûhı
Bu meydân-ı muhabbettir
Kamusu ehl-i vahdettir
Erişti Sidre'den cânân
Bilesince kamu gılmân
Dayansın işbu Erzincân
Bu meydân-ı muhabbettir
Temâşâgâh-ı hikmettir
Erişti Hazret-i Tâgî
Dağıttı leşker-i zâgi
Kurup dergâha otağı
Bu meydân-ı muhabbettir
Dü çeşmi nûr-ı Ahmed'dir
Hakîkat şemsi râhıdır
Velîler cilvegâhıdır
Füyûzatı İlâhîdir
Bu meydân-ı muhabbettir
Dahi sırr-ı nübüvvettir
Menem Sâlih şecî'âne
Girip aşk ile meydâne
Getirdim koçu kurbâne
Bu meydân-ı muhabbettir
Şarâb-ı aşk-ı Hazrettir
35
Dilerem senden ey zât-ı mutahhar
Bana cânânımı eyle müyesser
Cemî-i enbiyânın hakkı yâ Rab
Alıp cüz'üm beni eyle muammer
Hayâli gönlüme nakş oldu çıkmaz
Yed-i kudretle olmuşdur musavver
Çü sensin Hâlık-ı "nahnu kasemnâ"
Çü sensin Âlim u Binâ mukadder
İlâhî kime gidem ilticâya
Var iken Pîr-i Sâmî gibi server
Bana andan gelir nisbet kokusu
Meşâmma erişir bûy-ı muattar
Çü gönlü hikmete sandûka olmuş
Açıldıkça çıkar her türlü gevher
Anın ile muhabbet eyleyenler
Olur irşâd misâl-i "Pend-i Attâr"
Rumûz-ı noktayı fehm eyleyenler
Bilir her sözlerini bir mücevher
Duyaldan "küntü kenz" in sırrını biz
Olup nakşında Nakkâş'ın muhayyer
Sözünü özünü fehm eyleyenler
Olardır nûr-ı Ahmed'le münevver
Egerçi sen seni bildinse Sâlih
Bilirsin ki muhayyersin muhayyer
36
Tabîbler yarama sarman merhemi
İlâc kabûl etmez bu bir yaredir
Sardıkça merhemi artıyor gamım
Anladım ki bir sağalmaz yaredir
Var mı bir ehl-i aşk murâda ermiş
Her biri bir hâle giriftâr olmuş
Bu yara da bana yârimden gelmiş
Ben ağlarım bu onulmaz yaredir
Kendi görür kendi sorar hâlimi
Günbegün artırır âh u zârımı
Kimden kime sunam arz-ı hâlimi
Yine benim arz-ı hâlim yâredir
Benim yârim şeyhim Muhammed Sâmî
Andan gayrı saran yoktur yaremi
Rahm eyle sultânım eyle keremi
Vücûdumda sağ yerim yok yaredir
Sâlihem kimseye açmam râzımı
Koluma kondurdum şâhin-bâzımı
Yârdan gayrı çeken yoktur nâzımı
Yine bütün hasb-i hâlim yâredir
37
Bizim bu âlem-i mülk içre bir devrânımız vardır
Açılmış râh-ı Sıddık'dan büyük meydânımız vardır
Ezelden âşıkız aşkın belâsın inkıyâd ettik
Ki biz abdâl-ı aşkız derd gibi dermânımız vardır
Acâib andelîbiz kim bizim hiç goncamız solmaz
Hümâ-yı kuds-i lâhûtuz bekâ gülşanımız vardır
Bizi isyân ile meşhûn sanar bu âlemin halkı
Ki biz ârif-i a'râfız bir özge şânımız vardır
Şikâr almaklığa geldik şikâr olduk bu âlemde
Anâsır bendine düşdük aceb seyrânımız vardır
Bu kesrette şühûd-ı vahdetiz gafletdeyiz sanma
Hümâ-yı âsumânız ol kadar irfânımız vardır
Cevâhir kenzini bulduk olup hâdim kapısında
Ki elbette bizim ol hisseden ihsânımız vardır
Tutup destim kabûl etti beni Ol Hazret-i Şeyhim
Bi-hamdillah Pîr-i Sâmî gibi sultânımız vardır
Tarîkat rütbesin giydir hevâmız Hû'ya tahvîl et
Kılalım seyr-i lillah sen gibi Lokmân'ımız vardır
İlâhî sâye-i Sâmî'de derdim ihtitâm eyle
Bağışla Sâlihem pîrime çok noksânımız vardır
38
Bize vahdet sarâyından gelen nûr-ı safâdır pîr
Marîz olan kulûbâtın kamusuna şifâdır pîr
Anın Cibrîl'dir aklı doğup burc-ı saâdetden
Delîl-i peyk-i Rahmân'dır halîl-i enbiyâdır pîr
Bular rûh-ı musaffâdır ki "cemü'l-cem" e varmışlar
Cemî'den farka gelmişler vekîl-i Mustafâ'dır pîr
Yemîni arş makâmıdır ledünniyât kelâmıdır
Bular vaktin imâmıdır delîl-i pîşvâdır pîr
Bakarlar ahd-i mîsâka gönül vermezler âfâka
Cemî-i kalb-i uşşâka veren nûr u ziyâdır pîr
Okurlar mekteb-i dilden alırlar bûyu her gülden
Bular gelmiştir iç ilden gürûh-ı asfiyâdır pîr
Bular bir özge cândırlar bular dârü'l-emândırlar
Bular kutb-ı zamândırlar kamu vahdet-nümâdır pîr
Kapısında seni me'yus kılmak şânına düşmez
Kabûl-i hazret eyler bir büyük sâhib-atâdır pîr
Pîrimiz Hazret-i Rehber Muhammed Sâmî-yi Server
Kamu uşşâkı mest eyler yüzü şems ü duhâdır pîr
Tutup destin seni makbûl-i dergâh eyledi Sâlih
Sözü hak kavli mutlak zî-hayâ sâhib-vefâdır pîr
39
Evvelâ bir pîre teslîm olmayan dervîş midir
Eşiğinde baş koyup cân vermeyen dervîş midir
Mekteb-i irfâna girip almayan ders-i sabak
Hızr ile âb-ı hayâta varmayan dervîş midir
Harfi savtı olmayan bir şehre basmayıp kadem
"Alleme'l-esmâ" rumûzun bilmeyen dervîş midir
Günde yetmiş kez hitâb-ı "İrci'î" den bî-haber
"Fedhulî" sırrından âgâh olmayan dervîş midir
Mâsivânın illetinden soyunup abdâl olup
Cân verip ölmezden evvel ölmeyen dervîş midir
Bu fenâ gülzârı içre fâili mef'ûlünü
Her sıfâttan zât-ı Hakk'ı bilmeyen dervîş midir
Kabre girip haşre varıp hem sırâtı geçmeden
Kevser-i Haydar'dan içip kanmayan dervîş midir
Andelîb-râ her seher bâğ-ı behişte girmeyip
Açılıp gül gibi handân olmayan dervîş midir
Varını yağmaya verip İbrahim Edhem gibi
Arayıp Hızr-ı zamânı bulmayan dervîş midir
Pîr-i Sâmî Hazretine sıdk ile bîat edip
Rûz u şeb bâbında hizmet kılmayan dervîş midir
Şeyhü'l-ekberdir efendim bu asırda şübhesiz
Böyle bir âlî-makâma gelmeyen dervîş midir
Sâlihem sıdk ile bende olmuşam sultânıma
Ağlayarak bu kapıda gülmeyen dervîş midir
40
Yetiş ey keştibânım büsbütün deryâda yangın var
Değil deryâ yalınız cümle hep sahrâda yangın var
Açıldı bağ-ı vahdet gülleri mest oldu bülbüller
Zemîn ü âsumân dünyâ ve mâfîhâda yangın var
Erişti nev-bahâr vakti figâna başladı bülbül
Değil bülbül yalınız ol gül-i ranâda yangın var
Kaşınla kirpigin zülfün beni mest etti ey dilber
Değil mestâne gözler kâmet-i zîbâda yangın var
Muhabbetden yarattı Ol Habîb'i Hazret-i Mennân
Değil kim Ol Muhammed Hazret-i Mevlâ'da yangın var
Hitab-ı "kün fekân" erdi zuhûra geldi akl-ı küll
Felekler gulgule düştü kamu esmâda yangın var
Zemîne indi me'vâdan nice yıllar döküp kan yaş
Yalınız ağlayan Âdem değil Havvâ'da yangın var
Nice yıl hasret-i hicrân oduyla yaktı Kenân'ı
Yanan Yakûb değil gör Yûsuf u Zelhâ'da yangın var
Cihân halk olalı göster bana âsûde ahvâlin
Ki yok bir istirâhat esfel ü alâda yangın var
Erişti Sâmî-yi Sultân berâber dilber-i rûhân
Değil yalınız Erzincân Yemen San'â'da yangın var
Bilinmez Sâlih'in rengi çalınır tablı gülbangı
Kurulmuş Kerbelâ cengi yaman gavgâda yangın var
41
Pîrim Muhammed Sâmî'dir mir'ât-ı Rahmân bendedir
Dergâhı vuslat-kâmıdır Ol nûr-ı sultân bendedir
Hem Mantıku't-tayr olmuşam aynı iken gayr olmuşam
Sırrı iken seyr olmuşam gizli nümâyân bendedir
Hem nûrı hem nâr olmuşam hem güli hem hâr olmuşam
Yağmur olup kar olmuşam hem âb-ı bârân bendedir
Bu âlemin mesti benim dervîşlerin postu benim
Bir altı yok desti benim çok kenz-i hemyân bendedir
Hem âsiyâb hem dâneyim ne uslu ne dîvâneyim
Hem gevher-i dürdâneyim la'l ile mercân bendedir
Gâhî tüvânger gâh gedâ gâhî semûm gâhî gıdâ
Gâh karada gâhî suda berr ile ummân bendedir
Gâh cânlara cânân benim gâh âfet-i devrân benim
Gâh âşık-ı Yezdân benim Yûsuf-ı Kenân bendedir
Gâhî gulam gâhî hoca gâhî yigit gâhî koca
Gâh gündüzem gâhî gece hem mâh-ı tâbân bendedir
Gâh ehl-i sanat oluram gâh ehl-i vahdet oluram
Gâh ehl-i himmet oluram her türlü elvân bendedir
Şems-i Hudâ zerresiyem bu âlemin kübrâsıyem
Bahrü'l-hayât katresiyem hem âb-ı hayât bendedir
Gâh yanaram gâh tüterem gâh güle karşı öterem
Gâh âteşe cân ataram hem şem-i pervân bendedir
Gâh dil hazînem gâhi şâd gâhî uyûnam gâh Fırad
Gâhî oluram Keykûbad âlem-i devrân bendedir
Sâlih bu himmet câmîdir maksûdu vuslat-kâmıdır
Madem ki pîrim Sâmî'dir hem kebş-i kurbân bendedir
42
"Küntü kenz" in mebdeinden aşk u sevdâ "Hû" çeker
"Lâ"yı iskât eyleyenler dâim illâ "Hû" çeker
Can kulağın tut basîret gözlerin aç müddeî
Her bir eşyânın yüzünden her bir esmâ "Hû" çeker
"Ahsen-i Takvîm" rumûzu "Alleme'l-esmâ" durur
Kâinâtın zübdesi Mahbûb-ı Mevlâ "Hû" çeker
Çık anâsır gömleğinden gir hüviyyet şehrine
Yek nefes kılmış ihâta zîr ü bâlâ "Hû" çeker
Hâki bâdı âbı âteş sen ne sandın zâhidâ
İsm-i a'zamdır bular nakş-ı dilârâ "Hû" çeker
Mekteb-i irfâna gir oku hakîkat dersini
"Kâf u nûn" un menşeinden kûh u sahrâ "Hû" çeker
Kâbız ismin mazharıdır bil bu hâkin aslını
Kabza-i kudrettedir leyl ü nehâr "Hû" çeker
Mazhar-ı Hayy olduğiyçün âb u bâdın aslı bil
Nefha-i Rahmânî'den dünyâ vü ukbâ "Hû" çeker
"İsm-i Rabbim" mazharı şems-i cihandır şübhesiz
Âleme oldur mürebbî seng-i hârâ "Hû" çeker
Nakşibendî'ler kurunca halka-i illâ-yı Hû
Keşf olur arz u semâvât arş-ı alâ "Hû" çeker
Hey tahâretten habersiz râbıta bilmez hasîs
Nefha-i âdem deminden cümle deryâ "Hû" çeker
Râbıta oldukça Sâmî Hazretine sâlikân
Ravza-i tevhîd misâli cismi hep yâ "Hû" çeker
Mürşid-i kâmil güneş sâlikler anın zerresi
Râbıta oldukça pîre cümle a'zâ "Hû" çeker
Salihem bir benliğim var âriyettir ol dahi
Anı da şeyhim alırsa ağ u kara "Hû" çeker
43
Bu cihân bülbüllerinin gülleri tez hâr olur
Balına aldanma kim arısı anın mâr olur
Ârif isen olma ey dil zerre denli akla yâr
Şehveti dünyâ-peresttir taptığı dînâr olur
"Semme vechullâhi" sırrından haberdâr olanın
Kande baksa nâzırı manzûru hep dîdâr olur
Evvel Âhir Bâtın u Zâhir kamusu Ol durur
Vahdet ehli kande baksa gördüğü ol yâr olur
Sen sana gel işbu cânın hâb-ı gafletten uyar
Nice bin Mansûr'u gör kim zülfüne berdâr olur
Pîr-i Sâmî Hazretine sıdk ile bîat eden
Keşf olur sırr-ı hakîkat mazhar-ı esrâr olur
Cân eğer cânâna vâsıl olmaz ise Sâlihâ
Çekdiği sevdâsı anın bir vefâsız kâr olur
44
Tecellî olsa bir kula hakîkat aşk-ı Sübhânî
Ne hikmettir atar taşlar bulara kavm-i süfyânî
Dedim ey mihribânım geç bu miskînin günâhından
Dedi niçin günâh ettin utanmadın İlâhından
Dedim yandı bu Sâlih gör cihân tutuştu âhından
Dedi benden ne istersin dile püştüpenâhından
Dedim hüsnüne mağrûr olma kim bir hûb-cemâlin var
Benim de her seher ihrâk eder ism-i celâlim var
Dedim "dersin benim derdimden ağlar çok zelîlim var"
Benim mülk-i bekâya cezb eder pîrim delîlim var"
Dedim "dersin benim lâ'l-i lebimde çok gülâbım var"
Ki ben bir ayn-ı derdim kim yürek kanı şarâbım var
Eğer dersen "gıdâmız rûz u şeb şehd ile helvâdır"
Huzûr-ı pîre vardıkta bizim de mennü selvâdır
Eğer dersen "bizim sevdiğimiz la'l ü mücevherdir"
Bizim de Hazret-i şeyhim Muhammed Sâmî serverdir
Meded şeyhim mülâkat eyle bu nefsim ile rûhum
Bir ednâ Sâlihem sensin dilimde ism-i memdûhum
45
Gönülden bî-haberdir ekser-i halk-ı cihân gördüm
Özün bilmez sözü sûret-perest olmuş ayân gördüm
Eriştim âhiri bir mürşide Hızr-ı zamân gördüm
Demi enfas-ı Îsâ'dır Muhammed'den nişân gördüm
Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır
Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır
Dilersen Hakk'ı bilmek terki tecrîd ol hemân durma
Olup meddâh-ı âlem yok yere beyhûde lâf urma
Eğer sîmurg-u ankâsan gurâbın yanına varma
Hakîkat andelîbi ol gözünü gülden ayırma
Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır
Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır
Muhabbet râhına gir sohbet-i pîre devâm eyle
Seni bil merd-i Hak'tır irgüren Hakk'a merâm eyle
Gıdâsın kes bu nefsin nevmi şeb rûzi harâm eyle
Dilersen Hakk'a ermek nefsini sen sana râm eyle
Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır
Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır
Şerîat ilmiyle âmil olan bir mürşidi ara
Fenâ gülzârına bakma saâdet hûrşîdin ara
Pîr-i Sâmî'ye var kardaş hakîkat cemşîdin ara
Bu asrın muktedâsıdır eriştirir seni yâra
Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır
Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır
Umûrun Hakk'a tefvîz et n'ederse hoş eder Mevlâ
Seher bülbülleri ol güle karşı eyle vâveylâ
Eğer Mecnûn isen bak gör cihân halkı kamu Leylâ
Geçip "lâ"perdesinden Sâlihâ ol "mazhar-ı illâ"
Vücûdun gülşanı ey dil senin hep vâridâtındır
Kamu gördüklerin cümle senin zâtı sıfâtındır
46
Gizleme gel sen seni kimden kaçarsın ey gönül
"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır
Gâhi yerde gâh semâlarda uçarsın ey gönül
"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır
Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır
Bil şerîat emr ü nehyi bilmek imiş ey gönül
Hem tarîkat râh-ı Hakk'a gelmek imiş ey gönül
Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül
"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır
Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır
Bil tasavvuf Hak seni benlikten âzâd eyleye
"Alleme'l-esmâ" ya mazhar eyleyip şâd eyleye
Keşf olup sırr-ı hakîkat gönlün âbâd eyleye
"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şanındadır
Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır
Bil emânettir muhabbet sana Mevlâ'dan gelir
Doğru Mecnûn oldun ise bil ki Leylâ'dan gelir
"Küntü kenz"in mebdeidir arş-ı a'lâdan gelir
"Akl-ı küll"sensin gönül "levlâk" senin şânındadır
Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır
Doğru olursa muhabbet şart-edeb sâkıt olur
Zâyi etme senden ister belki bir vakit olur
Câhil ile sohbet etme işleri sakat olur
"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır
Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır
Cân-nisâr olunmayınca bu muhabbet râhına
Her söz ile sanma kul vâsıl olur Allah'ına
Sikke hâlis olmayınca verilir mi şâhına
"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır
Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır
Pîr-i Sâmî Hazretidir serverimiz şâhımız
Hamdulillah peyk-i hazrettir delîl-i râhımız
Nakşibendî'den açılmış âlidir dergâhımız
"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır
Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır
Sâlihâ bir kimseye yol aldıran ihlâsıdır
Çektiğim bunca sitem bir dilberin sevdâsıdır
Hazret-i şeyhim efendim ehl-i hâsın hâsıdır
"Akl-ı küll" sensin gönül "levlâk" senin şânındadır
Her ne var a'lâ vü esfel cümle dîvânındadır
47
Çekdiğim cevr ü sitem senden midir benden midir
Nâr-ı hicrândan mıdır yâ âlî ihsândan mıdır
Bî-vefâ olmuş kamu işbu cihânın dilberi
Tab'-ı tohmundan mıdır yâ hükm-i sultândan mıdır
Sûre-i Seb'ul-Mesânî dilberin vechindedir
Nakş-ı insandan mıdır yâ sun'-ı Rahmân'dan mıdır
Mâh cemâlin arz edip âşıkların cânın alır
Hüsnü me'vâdan mıdır yâ şâh-ı Ken'ân'dan mıdır
Bir güzel tahtını kurmuş mülk-i hüsne hükm eder
Taht-ı zîverden midir yâ kuvvet-i kândan mıdır
Ruhlerinin revnakı aklım perîşân eyledi
Nûr-ı esvedden midir yâ küfr ü îmândan mıdır
Pîr-i Sâmî'nin kelâmı bizlere verir hayât
Sohbeti candan mıdır yâ gizli cânândan mıdır
Kaşlarıyla kipriği zülfü beni mest eyledi
Verd-i ahmerden midir yâ dürr ü mercândan mıdır
İlm ü hikmet sözlerinden dem urursun Sâlihâ
Bilmezem senden midir yâ bahr-i irfândan mıdır
48
Ey gönül sabr et bu dehrin gamı gavgâsı geçer
Bir gün âsûde olur bu demi da'vâsı geçer
Seni bir fen ile bin derdi belâya düşürür
Mey-i efsânesi hem bâde-i sahbâsı geçer
Kanı ol yosma kıyâfet kanı ol sîm-beden
Dokunur bâd-ı ecel hüsn-i temâşâsı geçer
Bu cihân bülbüllerinin gülüne etme heves
Bozulur revnakı ol gonca-i hamrâsı geçer
Nice bin cilve-i nâz ile hırâmân edenin
Bozulur ruhleri mûyu gül-i ra'nâsı geçer
Bu cihân hûblarının vuslatına can verenin
Erişir vakt-i hazân aşk ile sevdâsı geçer
Şeb-i zulmette yürü vuslat-ı cânânı dile
Doğar ol şems-i hakîkat şeb-i yeldâsı geçer
Cân kuşu pervâz urup bu ten yuvasından gider
Bu gönüller âleminin cümle vesvâsı geçer
Âlem-i vahdet yüzünden bir tecellî kılsa Hakk
Kesret içre nefs-i şu'mun cümle iğvâsı geçer
Bir kişi ister ise olsun cihân mülküne şâh
Sarınır bir kefene devlet-i Dârâ'sı geçer
Doğurur kendisi besler yine sonra seni yer
Sana bir zehr içirir sanma ki yarası geçer
Söylenir dillerde bir Mecnûn u Leylâ her zamân
Günde yüz bin nice Mecnûn ile Leylâ'sı geçer
Hüsn iline şâh olan bir Yûsuf-ı Ken'ân mıdır
Âlem-i hûbânda çok mahbûb-ı zîbâsı geçer
Gör bu çarhı nice bin âlemleri devrân eder
Herbirinde nice bir zîr ile bâlâsı geçer
Şârihin şerh ettiği gör bir tecellî Tûrudur
Kim bilir kim nice bin Tûr ile Mûsâ'sı geçer
Mürdeler ihyâ eden âlemde bir Îsâ mıdır
Devr eder âlemde çok nutk-ı Mesîhâ'sı geçer
Pîr-i Sâmî açmaz ise ger basîret aynımız
Sâlih'in beyhûde sözler ile enfâsı geçer
49
Biz muhabbet erleriyiz sohbet-i cân bizdedir
Bâğ-ı vahdet gülleriyiz lâl ü mercân bizdedir
Gelmişiz mülk-i bekâdan aslımız Hû'dur bizim
Biz hakîkat erleriyiz kâmil insân bizdedir
Devr edip vahdet diyârından gelip işbu ile
Biz bekâ bülbülleriyiz konmazız her bir güle
Bir kişinin kim refîkı Hazret-i Cibrîl ola
Bâb-ı Sıddık'tan açılmış âlî-meydân bizdedir
Yâr-ı gâr-ı Mustafâ'dır Çâr-ı Yârın ekremi
Muktedâ-yı evliyâdır enbiyânın mahremi
Mazhar-ı Nûr-ı hidâyet ehl-i derdin merhemi
Biz muhibb-i hânedânız şâh-ı merdân bizdedir
Sevmişiz can ı gönülden Çâr-ı yârı serveri
Ol Ebû Bekir Ömer Osman Aliyy-i Hayderi
Fâtıma bint-i Resûlün dîde-i enverleri
Biz Şehîd-i Kerbelâ'yız cümle atşân bizdedir
Evliyâlar ser-firâzı Nakşibendî Hazreti
Pîrlerimiz giydiler tâcı abâyı hil'ati
Âlemi kılmış ihâta himmetiyle nisbeti
Biz gulâm-ı Nakşibendiz râh-ı erkân bizdedir
Dâireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim
Aşk u sevdâdır gıdâmız bağrımız meydir bizim
Virdimiz İsm-i celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim
Zikrimiz ihfâ-durur esrâr-ı Kur'ân bizdedir
Hâlidî Kolundan açılmış bizim meydânımız
Sıbgatullah'tan alınmış rengimiz elvânımız
Pîr-i Tâgî himmetidir cezbe-i Rahmânımız
Keşf olur sırr-ı hakîkat ilm ü irfân bizdedir
Sâlihâ bir özge cândır Pîr-i Sâmî Hazreti
Server-i kutb-ı cihândır Pîr-i Sâmî Hazreti
Ser-tabîb-i âşikândır Pîr-i Sâmî Hazreti
Mazhar-ı vahdet-nümâdır beyt-i Rahmân bizdedir
50
Muhabbetten murâd ancak Muhammed hâsıl olmaktır
Muhammed'den murâd şâhım visâle vâsıl olmaktır
Rızâya inkıyâd eyle otur sabrın otağında
Sabırdan bil garaz her bir belâyı hâmil olmaktır
Otur zulmet bucağında saâdet kevkebin gözle
Saâdetten murâd şâhım şekâvet zâil olmaktır
Özün bir pîre teslim et mudâvim ol kapısında
Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır
Hakîkat âlimi ol "men aref" sırrından ol âgâh
İlimden bil garaz her bir cihetle âmil olmaktır
Olup kâim seherlerde çalış zikre devam eyle
Zikirden bil garaz her bir murâda nâil olmaktır
Sakın ümmî olan şeyhin sözüne aldanıp kanma
Pîr-i Sâmî gibi her bir ulûma şâmil olmaktır
Sülûk ehlinden ol Sâlih umûrûn şeyhe tefvîz et
Mürid olan kamu müşküllerini sâil olmaktır
51
Ben gibi dilber senin hâlin yaman olsun da gör
Bükülüp kaşın gibi kaddin kemân olsun da gör
Kaşlarınla kirpiğin zülfün zamânın fitnesi
"Mîm" i "nun"dan "sin"e geç âhir zamân olsun da gör
Gör nice Mansûr'u zülfün dârına bend eyledin
Sen de bir kez dâra çık sırrın ayân olsun da gör
Herbirin bir sihr ile kendine meftun eyledin
Mülk-i hüsnün gülşeni geçsin hazân olsun da gör
Tohm-ı Hû'dan haydarım var sabr evinde beslerim
Dâhi şâbdır nev-civânım pehlivân olsun da gör
Himmet-i pîrimle çeksin Zülfikâr-ı Haydar'ı
Açılıp meydan-ı vahdet imtihân olsun da gör
Tîğımız İsm-i celâl'dir topumuz tevhîd-durur
Gürz-i kahhârı çekip kanlar revân olsunda gör
Âlem-i mülk-i bekâya azm eder kervânımız
Sâye-i Sâmî'de Sâlih âlîşân olsun da gör
52
Bâğ-ı hüsnün revnakı gitsin harâb olsun da gör
Cân bedenden ayrılıp cismin turâb olsun da gör
Kıldığın cevr ü cefâlar yanına kalmaz senin
Rûz-ı mahşer arz olup yevmü'l-hisâb olsun da gör
İllet ile zillet ile ömrümü kıldın hebâ
Okunup defterlerim hatmü'l-kitâb olsun da gör
Hasret-i hicrân oduyla bağrımı hûn eyledin
Dur senin de ciğerin yansın kebâb olsun da gör
Şerha şerha sînemi deldin akıttın kanımı
Yüreğimden dökülen kanlar şarâb olsun da gör
Pîr-i Sâmî'nin kanadı altına gizlenmişem
Âlem-i mülk-i bekâya feth-i bâb olsun da gör
Attığın taşlar başına dokunur bir bir senin
Himmet-i Pîr ile Sâlih kâm-yâb olsun da gör
53
Bozuldu bâğımız el çekti bâğbân
Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar
Dağıldı keştimiz gark etti tûfân
Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar
Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar
Murg-ı câna haberciler erişdi
Cân bülbülü yuvasından savuşdı
Bütün âzâlarım yandı tutuşdı
Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar
Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar
Beden gitti anasına sarıldı
Garîb bülbül gül dalından ayrıldı
Bozuldu perdeler teller kırıldı
Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar
Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar
Cân hevâda ten turâbda çürüdü
Dil sarayı temelinden kurudu
Felek ayak ayak çarha yürüdü
Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar
Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar
Felek kırdı kanadımı kolumu
Hoyrat vurdu ayagımı elimi
Sonunda lal etti şîrin dilimi
Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar
Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar
Pîr-i Sâmî himmetleri boldurur
Bir gün olur Sâlih'i de güldürür
Tekbîr alır cenâzemi kıldırır
Bülbül ağlar bâğbân ağlar gül ağlar
Begler ağlar sultân ağlar kul ağlar
54
Felek hançer urdı sînemi yardı
Cihan ağlar cânan ağlar can ağlar
Hançerinin ucu bağrıma erdi
Cihan ağlar cânan ağlar can ağlar
Eşim dostum yaş yerine kan ağlar
Terk eyledim vatanımı ilimi
Şâhin kırdı kanadımı kolumı
Bülbül oldum göremedim gülümi
Cihân ağlar cânan ağlar can ağlar
Eşim dostum yaş yerine kan ağlar
Cerrâh geldi yaralarım sarmadı
Lokmân geldi çaresini bulmadı
Dahi sağlığıma ümmîd kalmadı
Derman ağlar Lokman ağlar han ağlar
Eşim dostum yaş yerine kan ağlar
Meded Pîr-i Sâmî ey server-i pak
Destgir ol beni eyleme ihlak
Bir sayha eylersem tutuşur eflak
İran ağlar Tûran ağlar Van ağlar
Eşim dostum yaş yerine kan ağlar
Sâlihem kalmışam nar-ı hicranda
Kaldım Ferhâd gibi kûh-i hüsranda
Tatlı cânım feryad eyler zindanda
Zindan ağlar yâran ağlar can ağlar
Eşim dostum yaş yerine kan ağlar
55
Çok derdli arar derdine dermân ele girmez
Çok sahte hekîm var velî Lokmân ele girmez
Dil hânesi pâk olmayıcak hâr ü hasından
Aldanma sakın doğruca mihmân ele girmez
Nefsim hele bir çık aradan gör ki neler var
Bu sûret-i insândaki devrân ele girmez
Hem ehl-i edeb ol ki mukarreb olasın
Kâfileden ayrılma bu kervân ele girmez
Bu sende olan cân kamu hayvânda da vardır
Terk itmeyicek Yûsuf-ı Ken'ân ele girmez
Âsûde olub geçmeyicek ağ u karadan
Ol ilm-i ledünnîdeki irfân ele girmez
Gönlünde tulû' etmeyicek şems-i hakîkat
Kalbindeki gencîne-i Rahmân ele girmez
Kâl ehlini terk et bulagör ehl-i kemâli
Anlar gibi her âşık-ı Yezdân ele girmez
Bu âleme anlar bizi irşâda gelübdür
Anlarda olan nisbet-i vildân ele girmez
Dil şehrine nakş olmayıcak hubb-ı cemâli
Hem "Sûre-i İsrâ" daki seyrân ele girmez
Sıdk ile teveccüh olalım Hazret-i Pîre
Bu asrda Sâmî gibi sultân ele girmez
İhlâs ile Sâlih tutagör dâmen-i Hızrı
Şeyhin gibi bir himmet-i merdân ele girmez
56
Dîv sıfâtın zemmi vermez bize gam
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Eksik olmaz âşıka cevr ü sitem
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
Biz behiştin bâğının sünbülüyüz
Bâğ-ı vahdet gülünün bülbülüyüz
Bu cihân bülbüllerinin gülüyüz
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
Nûr-ı Ahmed'den alınmış zerremiz
Başımız üzre muhabbet erremiz
Kerbelâ'dan eksik olmaz nâremiz
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
Bekleriz seddi adûlar yıkmasın
Nâr-ı Nemrûd ehl-i derdi yakmasın
Derk-i esfelden münâfık çıkmasın
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
Ehl-i derd bu yolda sararıp solub
Anladılar pîrsiz olmaz bir kulûb
Harfi savtı olmayan mekteb bulub
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
Kîl ü kâl ile geçirme ömrüni
Şeyhini hak bil tutagör emrini
Yemek istersen nevâtın temrini
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
Bil bu kevni mâsivâmızdır bizim
Bu anâsır bir yuvamızdır bizim
Derd-i aşkı gör devâmızdır bizim
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
İşbu nefsim merd-i şâbımdır benim
Bu nefis bir asiyâbımdır benim
Hem tarîkat kâm-yâbımdır benim
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
Sâlihem şeyhim Muhammed Sâmîdir
İçtiğim destinden aşkın câmıdır
Hem bu gönlüm tahtının sultânıdır
Biz hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
57
Biz misâfiriz velâkin biz de mihmân bekleriz
Kâmil insân bulmuşuz bâbında ihsân bekleriz
Biz dahi ol nûr-u çeşm-i Murtazâ'nın aşkına
Şîr-vârî Kerbelâ cenginde atşân bekleriz
Nefsimizle eyleriz dâim gazâ-yı ekberi
Yıkmasın seddi adûlar diye her an bekleriz
Seb'a-i seyyâre-vârî cân u dil devrân eder
Hâtemi zabt etmesin dîv ile şeytân bekleriz
Biz esîr-i nefs olunduk aslımız Ken'ânî'dir
Mısr-ı dilde habs olunduk şimdi zindân bekleriz
Biz bu derd meyhânesinde eyledik mahv-ı vücûd
Olmuşuz baykuş misâli şimdi vîrân bekleriz
Bilmeyen sırr-ı lebin ilm-i ledünden bî-haber
Ol sebebden mekteb-i aşk içre irfân bekleriz
Biz tarîkat rütbesin şeyhim Muhammed Sâmî'den
Giyeli mest olmuşuz abdâl-ı uryân bekleriz
Medhe lâyık pîrimiz var zemme lâyık nefsimiz
Bâb-ı Sâmî'de sezâ olmağa kurbân bekleriz
"Lâ" ile "illâ" rumûzun fehm eden ârifleriz
Biz şühûd-ı vahdetiz kesretde hayrân bekleriz
Dosta lâyık nem var ise cümlesi yedi yedi
Der-semânîden Pîr-i Sâmî'de bir cân bekleriz
Sırr-ı "Mâ evhâ" rumûzun ne bilir hayvân-sıfat
Hazret-i Pîr nutk eder biz yine hayvân bekleriz
İşbu vahdet meydanında niceler at oynatır
Yok basîret aynımız biz yine meydân bekleriz
"Kün-fekân"ın mestiyem bir Sâlih'i Mecnûn-sıfat
Pîr-i Sâmî leblerinden dürr ü mercân bekleriz
58
Vuslat-ı cânân için biz cümleden dûr olmuşuz
Biz harâbât ehliyiz sanma ki ma'mûr olmuşuz
Nefhamız Âdem demidir sun-ı Mevlâ bizdedir
Dest-i kudret dört anâsır ile tahmîr olmuşuz
Nûr-ı Ahmed'den açılmış zerre-i hâlisleriz
Hem sıfât-ı Çâryârân ile tâmîr olmuşuz
Sıdkımız Sıddîk'tan alıp âdili Fârûki'den
Zî-hayâ Zinnûreyn'den hulkı tenvîr olmuşuz
Zi-sehâ hilmi Aliyy-i Haydar-ı arslan-sıfat
Nefs-i mârın bağrını yarmakta Mansûr olmuşuz
Âşıka aşkın şarâbı yüreğinin kanıdır
Gece gündüz biz anı içmekte mahmûr olmuşuz
Bir takım beyhûde sözler Hakk'ı bilmez kârıdır
Her sıfâttan zâtını görmekle mesrûr olmuşuz
Pîr-i Sâmî'dir mürebbim sırr-ı Hakk'ın mahremi
Mâsivânın illetinden cümle tathîr olmuşuz
Hazret-i Pîrin yedinden mest edelden Sâlihâ
"Mûtu kable en temûtû" ile tebşîr olmuşuz
59
Her bir hizmetini icrâ edersin
Ne çok sevdin bu dünyâyı ey kardaş
Düşüp arkasına bile gidersin
Bağrın anın ile olmuştur bağdaş
İsmiyle müsemmâ denî dünyâdır
Su üzre kurulmuş taklîd binâdır
Bu bir mezraadır dâr-ı fenâdır
Şarâbı kan olmuş gıdâsıdır baş
Hayâtı memâttır memâtı hayât
Yüz bin renk gösterir aslı bir nevât
Aslâ sözlerinde bulunmaz sebât
Yoktur anın gibi bir rind-i kallâş
Ezelden böyledir hükm-i kalemi
Elemdir her kime kılsa keremi
Dâim birbirine çarpar âlemi
Gece gündüz işi ceng ile savaş
Eşcârı dikendir gülleri hârdır
Aldanma balına arısı mârdır
Yediğin giydiğin cümlesi nârdır
Sana lezzet veren helvâ ile aş
Büyük düşmânımız nefs-i emmâre
Takmış kemendini cezb eder nâre
Cehd et ki bulasın sen sana çâre
Ellerin aybını gözleme kardaş
Ne çok yedin bu zehirli gıdâyı
Erenler elinden iç bir bâdeyi
Ta'mîr et öteyi yık bu odayı
Harâb et kalmasın taş üstünde taş
Hâşâ ki zemmedem mülk-i cihânı
Sâni'in sun'udur hükm-i Yezdânî
Uyandırmak için gâfil insânı
Söyledik bir mikdar dâne-i haşhaş
Terk et seni doğru râha var yürü
Pîr-i Sâmî gibi şâha var yürü
Halâs ol zulmetten mâha var yürü
Ara bul kendine bir sâdık yoldaş
Sakın Sâlih gibi kalma âvâre
Cân bedende iken kıl buna çâre
Sonra ısırdırlar seni çok mâre
Daha nef'i vermez döktüğün kan yaş
60
Vuslat-ı cânâna eylersen heves
Evvelâ belinde zünnârını kes
Hubb-ı dünyâ seni sarhoş eylemiş
Şöhret-i dünyâya olmuşsun peres
Kîl ü kâl ile geçirme ömrünü
Bir dahi eline geçmez bu kafes
Var yürü bir pîre teslîm et özün
Hâne-i dilde bırakma hâr ü hes
Cân u dilden durmayıp kıl hizmeti
Kâmetin kaşın gibi olsun kaves
Ol müdâvim zikr-i Hakk'a dâimâ
Boş bırakma kalbini hiç bir nefes
Kuvvetine mâlına güvenme hîç
Gör ki Nemrûd'a ne yaptı bir meges
Nefsine bin kıl gazâ-yı ekberi
Yoktur anın gibi bir a'lâ feres
Mâsivâ kirinden olursun halâs
Pertev-i aşktan kaparsın bir kabes
Gönlünü pîrinden ayırma sakın
Nefs-i mârın kılmasın kalbini mess
Hiç adûdan havfı yoktur Salih'in
Pîr-i Sâmî olmuş iken dâd-res
61
Âşık-ı sâdıkları sen gayrıya kılma kıyâs
Bâğ-ı vahdet güllerine anlar olmuştur şinâs
Kesret içre bil şühûdu bunların vahdet-durur
Nefha-i rahmânî'den almış kamusu iktibâs
Zeyd ile Amr'ı bırakıp mekteb-i irfâna gel
Şübheden kurtul sözüme eyler isen iltimâs
"Ahsen-i takvîm" rumûzun anladınsa zâhidâ
"Küntü kenz" in mebde'i bu aşka olmuştur esâs
Pîr-i Sâmî Hazretine var yürü âşık isen
Zulmeti ref eyleyip kalbinde koymaz kir ü pas
Sâlihâ ahvâl-i aşkı gel yeter fâş eyledin
Ehl-i aşkın sözlerini çekemezler işbu nâs
62
Melûl mahzûn bu yerlerde
Ne gezersin ili dervîş
Kangı kâmilden öğrendin
Bu erkânı yolu dervîş
Şerîat râhına girip
Marifet meyvesin derip
Hakîkat güllerin görüp
Lâl olubdur dili dervîş
Bir meyden olmuştur mesti
Sırtına giymiştir postu
Arz eylemiş gider dostu
Doğru cânı dili dervîş
Olardır meşreb-i sâfî
Gezerler herbir etrâfı
Gönülden "nûn ile kâf" ı
Okur cânı dili dervîş
Dervîş olan kaynar taşar
Dalgalar geldikçe coşar
Bilmem kangı dağdan aşar
O Leylânın yolu dervîş
Kulak verme çok tedbîre
Boyun ver hükm-i takdîre
Gelip gir ravza-i pîre
Görem dersen gülü dervîş
Pîrimiz Sâmî Sultândır
Delîli peyk-i Rahmân'dır
Mürebbî kâmil insândır
Ben olmuşam kulu dervîş
Sâlih bulmuştur Mevlâ'sın
Kazanmıştır çok ihlâsın
Râzıyam bir kerre desin
Bana pîrim "Deli Dervîş"
63
Kesret içre bir aceb sahrâya düştüm gel yetiş
Âbı yok tûfânı çok deryâya düştüm gel yetiş
Bu adem oğlanları bağrım kebâb etti benim
Kerbelâ cengi gibi gavgâya düştüm gel yetiş
Ey habîbim nûr-ı vechin arz edip güldür meni
Dehr elinden bir kuru da'vâya düştüm gel yetiş
Bilmezem kimden kime şekvâ edem bu gönlümü
"Lâ"yı gördüm firkat-i Mevlâ'ya düştüm gel yetiş
İşbu dehrin devletinin cümlesi nakş-ı hayâl
Nâkış'ın nakşındaki sevdâya düştüm gel yetiş
Kangı güle andelîb oldumsa gördüm hâr olur
Bir vefâsız sözleri hercâya düştüm gel yetiş
Bu adem oğlanları bu âlemin hammâlıdır
İbret ile seyr edip hülyâya düştüm gel yetiş
Âdem olanlar bu âlem halkının sultânıdır
Merhamet kıl nice yüz bin pâye düştüm gel yetiş
Kâmil insân Pîr-i Sâmî Hazretini bulmuşam
Sâlihem Mecnûn-sıfat Leylâ'ya düştüm gel yetiş
64
İşbu kesret âleminden olmak istersen halâs
Ey birâder devlet-i dünyâya olmagıl hıras
Kudsî Lâhût'un hümâsısın düşün bir aslını
Ehl-i irfânın kelâmın halka-gûş et câna as
Ömrünü verdin hevâya nefse kul oldun yeter
Pîre kulluk et ayağın mekteb-i irfâna bas
Mâlik'in mülküne olmak ister isen müşterek
Benliğin berzahları kılmış seni ehl-i me'âs
Zülfikâr-ı Haydar'ı çek nefsine verme amân
Yok-durur âlemde anın gibi bir ehl-i kısâs
Sıdk ile bir pîre teslîm et özün çık aradan
Bundan artık devlet olmaz sana bu cây-ı menâs
Ârif-i billah dilersen Pîr-i Sâmî Hazret
Öyle bir kâmil meşâyih ile eyle ihtisâs
Pûte-i aşka girip yandır bu cismin Sâlihâ
Hazret-i Pîrin huzurunda olasın sende hâs
65
Hırs-ı dünyâyı bırak ol dür-i ulyâya harîs
Kuru davâyı bırak ol dem-i Îsâ'ya harîs
Nice bir âlem-i süflâda tutulup kalasın
Kıl terakkî olagör rif'at-ı bâlâya harîs
Yürü bir pîrin eteğin tutagör âkil isen
Sana yazık olasın kesret-i gavgâya harîs
Ayağın kesme begim sohbet-i irfâna karış
Cân u dilden olasın rü'yet-i me'vâya harîs
Pîr-i Sâmî Hazretinin kanadı altına gir
Seni bir anda eder hizmeti Mevlâ'ya harîs
Hak gözüyle neye baksam kamu Leylâ görünür
Beni pîrim kılalı aşk ile sevdâya harîs
Gitti gam geldi ferah Sâlih'e şâd oldu gönül
Bülbül-i cân olalı gonca-i hamrâya harîs
66
Râbıtamda Hazret-i Pîre dedim "ey Sâmîyâ
Geldiğim bilmem ne içindir bu dünyâdan garaz"
Hep zuhûrat pîrimindir yazdığım aklâmiyâ
Dedi "ikmâl-i merâtibdir bu süflâdan garaz"
Zikr ü fikr ile ibâdetle varılmaz bu yola
Hizmetinde dâim ol şeyhin rızâsını dile
Hubb-ı lillah âşık ol gönlüne girmeklik ile
Sen seni mahv eylemektir "lâ"yı "illâ"dan garaz
Başını top eyleyip gir vahdetin meydânına
Kıl gazâ-yı Kerbelâ gir kendi nefsin kanına
Seyr kıl uşşâk-ı Mevlâ nice kıyar cânına
Terk-i cân etmektir ancak aşk u sevdâdan garaz
Hubb-ı dünyâ şugl-ı süflâ ile varılmaz yola
Andelîbi gör nice feryâd eder gonca güle
Pîre kulluk eyleyüben nefsini bilmek dile
Mevlâ'yı fehm eylemektir bil ki nefsinden garaz
Çık aradan sen seni terk eyle gör var olanı
Benliğin imiş göresin hep sana nâr olanı
Kim-durur gör ol zamân da yâr ü ağyâr olanı
Hem budur maksûdun ancak Hakkı dânâdan garaz
"Utlubu'l-ilme mine'l-mehdi ile'l-lahd" durma sen
Bir kaç esmâ bilmek ile Hakk'ı bildim sanma sen
Sohbet-i Pîre devam et rûz u şeb usanma sen
Zât-ı Hakk'ı anlamaktır binbir esmâdan garaz
Künh-i Zât'ı kimse bilmez bu yola etme heves
Lâl olur dil bu arada bil ki katl olur nefes
Sen mukayyed Zât-ı Mutlak'tan sakın eyleme bahs
Fark'ı Cem'i anlamaktır bu muammâdan garaz
Derdine dermân ara gezme cihânda serseri
Sıdk ile sâlik olup bul Pîr-i Sâmî serveri
Sâlihem bâbında Anın kemterinin kemteri
Şeyhimin dergâhıdır bizlere me'vâdan garaz
67
Hâl-i Hindû leşkerin çekmiş gider "illâ"ya hat
Dâimâ kurmuş otağın dilber-i zîbâya hat
Kirpiğin ok eylemiştir kaşları çifte keman
"Kâbe kavseyn"den gider İskender-i Dârâ'ya hat
Kâbe-i hüsnün perîşân eyledi âşıkları
Nice bin üftâdenin aklın verir yağmâya hat
Aynı esved yanağı ahmer kemân-ebru siyâh
Seb'a-i seyyâre-vârî seyr eder bedrâya hat
Tîr-i cellâd gamzesi âşıkların bağrın deler
Hâl-i Hindû leşkerin çekmiş gider gavgâya hat
Pîr-i Sâmî'nin cemâlin eyleyip bir kez tavâf
∂ki kaşı arasından azm eder me'vâya hat
Hazret-i Pîrin cemâli gönlüme nakş olalı
Sâlih'i baştan başa düşürdü gör sevdâya hat
68
Bu kesret âlemin bir hoşça seyr et
Neler nakş eylemiş gör sun'-ı Hattât
Düşün bir iyice hâlini fikr et
Sözünü eyleme her yerde ifrât
Acâib sun'ı hikmettir güzel bak
Akıl ermez ne sanattır güzel bak
Bu kesret ayn-ı vahdettir güzel bak
Edersen "lâ"yı sen aradan iskât
Hitâb-ı "kün" e hikmetle nazar kıl
İyi bak "fâ"ya ibretle hazer kıl
Bu kesret âlemin seyret güzer kıl
Tutubdur yek nefes cân misl-i miknât
Derûnun derdine dermânı bul sen
Pîr-i Sâmî gibi sultânı bul sen
Geçip bu benliğinden fânî ol sen
Yakındır bil birâder vakt-ı eşrât
Sakın Sâlih gibi sen kalma câhil
Heman bir kâmili bul olma kâhil
Bilesin kim-durur mef'ûl ü fâil
Binip üstüne nefsin eylegil at
69
Gel ey cân eyle sen cânânı mahfuz
Sadef batnındaki mercânı mahfuz
Azîz eyle azîz olmak dilersen
İdegör şöhret ile şânı mahfuz
Bulup derd ehlin ol sen de mukârin
Bulunca eylegil dermânı mahfuz
Hased kibr ü riyâdan geç emîn ol
Kılam dersen eğer îmânı mahfuz
Ledünnî mektebine bir kadem bas
Bilip ilmiyle kıl irfânı mahfuz
Olursun "men aref" sırrından âgâh
Görüp eyle gül-i handânı mahfuz
Huzûr-ı Pîr-i Sâmî'de karâr et
Kılagör sohbet-i merdânı mahfuz
Sözünü söyleme nâdâna Sâlih
İdegör sohbet-i sultânı mahfuz
70
Muhabbetden eder davâyı elfâz
İhâta eylemiş dünyâyı elfâz
Kimin Mecnûn edip sahrâya salmış
Kimine arz eder Leylâ'yı elfâz
Kimine nutk eder kahr-ı celâlden
Kimine arz eder me'vâyı elfâz
Şerîattan beyân eyler meânî
Haber verir kamu esmâyı elfâz
Gönüller şehrinin hem tercümânı
Beyân eyler kamu ahfâyı elfâz
Otuz iki kapıdan gösterir baş
Muallimdir kamu imlâyı elfâz
Cihân halkın düşürmüş birbirine
Kurar her günde bin gavgâyı elfâz
Kimine mâr olur kimisine yâr
Kimisinden eder şekvâyı elfâz
Kimisinden eder izhâr-ı cehli
Kimisinden verir fetvâyı elfâz
Kimisinden tekellüm etmez aslâ
Kimisinden olur deryâyı elfâz
Muhammed Pîr-i Sâmî'nin lebinden
Döker çok cevher-i yektâyı elfâz
Bu Sâlih Pîr-i Sâmî sayesinde
Bulur çok maden-i kimyâyı elfâz
71
Gel ey cân eyleme cânânı zâyi'
Edersin gonca-i verdânı zâyi'
Gül olmayan bâğa bülbül gelir mi
Edersin ol güzel gülşânı zâyi'
Senin aslın-durur sırr-ı "nefahtü"
Gel etme nefha-i Rahmân'ı zâyi'
Geçip "lâ" perdesin "illâ"ya azm et
Gel etme cevher-i îmânı zâyi'
Makâm-ı kudsi lâhûtun hümâsı
Sen etme mürtefi' seyrânı zâyi'
Ki sensin "Alleme'l-esmâ"ya mazhar
Gel etme bu kadar ihsânı zâyi'
Olup bir kâmil insâna mukârin
Gel etme sohbet-i merdânı zâyi'
Olup dergâh-ı Sâmî'de müdâvim
Gel etme nokta-i irfânı zâyi'
Eğer Sâlih gibi battâl olursan
Edersin himmet-i pîrânı zâyi'
72
Gitti zulmet doğdu ol nûr u ziyâ
Var mıdır gelsin alanlar irtifâ
Mihribânım açtı hüsnünden nikâb
Gösterir burc-ı saâdetden şi'â
Zümre-i uşşâka düştü güft ü gû
Es-Salâ kuruldu bir bey' ü şirâ'
Her taraftan cem olup âşıkları
Döktüler meydâna çok türlü metâ
Ol güzel hüsnün bahâsı cân diler
Var mıdır câna kıyan sâhib-şucâ
Cümle âlem hüsnünün meftûnudur
Herbiri bir türlü eylerler nizâ
Hazret-i Pîrim Muhammed Sâmî'nin
Sohbetine tut kulağın ol simâ
Sözleri hep hüccet ü bürhân-durur
Çok marîzin derdine olur şifâ
Sâlihem sâhib-reşâdet bendesi
Cân u dilden eylemişem ittibâ
73
Ey birâder sözlerime tut kulağ
Sanma anı söyleyen dil yâ dudağ
Bak güzeller yüzüne Allah için
Fâide vermez sana gerdân-buhağ
Neye baksan Hak gözüyle kıl nazar
Böyle bakan gözlere olmaz yasağ
Ârif-i billah kapısına yürü
Sohbetine ol müdâvim olma zâğ
Pîr-i Sâmî Hazretine ol gulâm
Lezzet alsın bûy-ı nisbetle dimâğ
Kakıyıp döğerse artır hubbunu
Sevdiği deriyi çok çiğner debâğ
Türlü türlü renklere boyar anı
Taşlara çalar ta olunca dibâğ
Aşk ucundan gör ki Ferhâd neyledi
Vuslat-ı Şîrîn'e delmedi mi dağ
Gör sefîl Mecnûn'u bir Leylâ için
Kurdu kuşlar başı üstünde otağ
Sâlihem Yâ Rabbi şeyhim hürmeti
Mahşer-i kübrâ'da yüzüm eyle ağ
74
Gam günümdür sevdiğim gel olma yanımdan ırağ
Hasretinden urmuşam bu sîneme dağ üzre dağ
Yok ümîdim vuslat-ı dîdârına ey meh-likâ
Bir muhabbet-nâmenize râzıyım etme firâğ
Mah-cemâlin gösterip yağmaya verdin aklımı
Dişlerin dürr ü mücevher gözlerindir şeb-çirâğ
Bizleri mesrûr edip bas dil sarâyına kadem
Kalbim içre yapmışım sana mücevherden konağ
Âlem-i lâhût-ı kuds'ün bülbülü cân kandesin
Haccü'l-ekber eylerim bassan efendim bir ayağ
Bilmezem sîmurg-ı Kâf'ım âşiyânın kandedir
N'ola kursan gönlümün şehrine şâhım bir otâğ
"Mûtu kable en temûtû" sırrı olsun âşikâr
Bir hayât-ı bâki sun kim cümle derdim ola sağ
Hazret-i Şeyhim Muhammed Pîr-i Sâmî serverim
Bî-nihâyet devlet ile bizleri kıldın çerâğ
Sâlihâ ibret-nazarla bak cihânın halkına
Âlem-i mülk-i bekâya cân atıp eyle yerâğ
75
Gel ey sûfî bu meyden iç olup sâf
Döşür aklın Muhammed'le kıl insâf
Sivâdan geç eriş kalb-i selîme
Ola Hak'tan sana çok türlü eltâf
Eser bilmez bu kesret âleminden
Atar ucb ile vahdetten kuru lâf
Sanır kim kendini bir âdem olmuş
Kıyâfet düzmek ile olmuş eşrâf
Asâ elde durur zünnârı belde
Sözüne aldanır çok akl-ı haffâf
Arayıp kâmil insânı bulunca
Ne derdler çektiler bu yolda esnâf
Nuhâsa zer diye sikke urulmaz
Süzülüp damgalamayınca sarrâf
Pîrimiz Şeyh-i Sâmî Hazretidir
Özü cevher kelâmı dürr-i şeffâf
Kapısına gelenler olur irşâd
Dolubdur nisbetiyle her bir etrâf
Bu Sâlih himmet-i pîr ile söyler
Beğenmez mi sözünü ehl-i arrâf
76
Ey birâder sîret-i insâna oldun mu vukûf
Cân içinde nefha-i Rahmân'a oldun mu vukûf
Kuru lâf ile geçirip ömrü kıldın mı hebâ
"Men aref" sırrındaki irfâna oldun mu vukûf
Bir hakîkat mürşidine eyledin mi bîati
Meclisinde sohbet-i cânâna oldun mu vukûf
Hasret-i hicrân oduna yanuben Yakûb gibi
Hüsn ilinde Yûsuf-ı Ken'ân'a oldun mu vukûf
Derd evinde nice yıllar bekleyip Eyyûb-sıfat
Ma'nâ-i Lokmân'daki dermâna oldun mu vukûf
Nâr-ı Nemrûd âteşine ol Halîlullah gibi
Atıluben andaki gülşane oldun mu vukûf
Ol Zebîhullah gibi verip bıçağa inkıyâd
Hazret-i Hak'tan gelen kurbâna oldun mu vukûf
Pîr-i Sâmî Hazretine sıdk ile teslîm olup
Gizli câna hükm eden sultâna oldun mu vukûf
Bî-nihâyet himmetin aldın mı sen Sâlih gibi
Şehr-i dilde âbı yok ummâna oldun mu vukûf
77
Tâ ezelden aklımı verdi benim yağmaya aşk
Bir nigâhla Mecnûn'u bend eyledi Leylâ'ya aşk
Öyle bir sultân-ı hüsnün mübtelâsıdır bu gün
Hâl-i Hindû leşkerin çekmiş gider gavgâya aşk
Öyle bir sîmurg-ı ankâ Kâf'a kurmuş tahtını
"Kâbe kavseyn" den geçip gitmek diler me'vâya aşk
Hûbları mihrâb edinmiş hüsnünü kılmış hatîb
İki kaşı arasından azm eder Mevlâ'ya aşk
Görse bir mahbûb-ı ra'nâ mevc urur deryâ gibi
Nice yüz bin ehl-i derdi düşürür sevdâya aşk
Şâh-ı hüsnün fenni çoktur teşne-dil olanlara
Her birin bir hande ile düşürür davâya aşk
Hüsnünü bir kez cemâl-i Yûsuf-ı Ken'âni'den
Gösterip gör neyledi sultân(ı) Zelîhâ'ya aşk
Duhter-i tersâ yüzünden tâ Yemen'de berk urub
Âhiri güttürdü hınzır Mürşid-i San'â'ya aşk
Pîr-i Tâgî Hazretinin açtı vechinden nikâb
Pîr-i Sâmî Hazretin cezb eyledi "illâ"ya aşk
Dest-gîri Pîr-i Sâmî olmuş iken Sâlih'in
Bir gün olur bizleri de ref eder bâlâya aşk
78
Derdli dil gaflette kalma derdine dermâna bak
Tutulup berzahda olma mevti yok gülşâne bak
Enfüsü âfâkı seyr et mahşerin bir aynıdır
Harfi savtı olmayan bir mekteb-i irfâna bak
Her beşer sûretli cinni cân mı sandın zâhidâ
Cânın üzre tahtı kurup oturan cânâna bak
Dil uzatma kâinâtın Hâlik'i hep bir durur
Kimseyi hor görme dâim sendeki noksâna bak
Sordular rûhdan Resulullah cevâbın vermedi
Ol Ebü'l-Ervâh iken setr ettiği hemyâna bak
Bir takım dehrî oturmuş aklu rûhdan bahs eder
Nâsı idlâl eyleyip söyleşdiği yalana bak
Hak "Kuli'r-rûhu min emr-i Rabbî" buyurmuş iken
Kendi kendiden çıkarıp söyleyen süfyâna bak
Çok kulak verme bu kavmin ekseri deccâlîdir
Hak Teâlâ'nın kelâmı Hazret-i Kur'ân'a bak
Hem müfessirden muhaddisden sahîh ahbâr ile
Mustafâ'nın söylediği dürr ile mercâna bak
Hâr ü hasdır ekserî sözler bırakma kalbine
Dil sarâyın pâk edip Hak'tan gelen mihmâna bak
Sen bu nefsin pençesinden kurtaramazsın özün
Arayıp bul bir hekîm-i hâzık-ı Lokmâna bak
Pîr-i Sâmî Hazretine var yürü ihlâs ile
Kul olup dur kapısında hizmet-i merdâna bak
Zü'l-cenâheyndir bekâ-ender-bekâ olmuş-durur
Gir kanadı altına fevka'l-ulâ seyrâna bak
Sûre-i Seb'ul-Mesânî'dir yüzü hem şübhesiz
Oku "Lâ havf" âyetini sûret-i insâna bak
Haccü'l-ekber ister isen gel beri ey tâlibâ
Sâlih'in bâbında hâdim olduğu sultâna bak
79
Geç bu şöhret âleminden câna bak
Cânın üzre seyr eden cânâna bak
Ârif ol gönlüne gir bir kâmilin
Gizli câna hükm eden sultâna bak
"Fakrî fahrî" demedi mi enbiyâ
"Fakrî zillî" söyleyen merdâna bak
Âdem olmak ister isen der biyâ
Sûreti koy sîret-i insâna bak
Burc-ı akrebden halâs et ahteri
Cân ilinde duhter-i hâkâna bak
Olmak istersen hakîkat serveri
Cân u dilden Hazret-i Kur'ân'a bak
Pîr-i Sâmî Hazretine var yürü
Andadır cân derdine dermâna bak
Kapısında hâdimi ol sıdk ile
Gözle dâim sendeki noksâna bak
Kâsib ol Sâlih gibi olma kesel
Ol müeddeb hizmet-i şâhâne bak
80
Senin aşk-ı hayâlinden gece gündüz döner eflâk
Senin sun-ı kemâlinden akıllar edemez idrâk
Ki sen ol Nûr-ı Ekber'sin kerâmet tâcı başında
Ki sen ol Rûh-ı A'zam'sın senin şânındadır "levlâk"
Ki sen ol Akl-ı Evvel'sin muhît-i Arş-ı A'zam'sın
Kamu esmâyı câmi'sin senindir hem hayat-ihlâk
Gözün aç bî-basar bir bak senin bildiklerin bırak
İrâden aşk oduna yak kimindir gör bu mâl-emlâk
Semâda ismi Ahmed'dir bu âlemde Muhammed'dir
Ahad'den vahidiyyettir bu sözde olmagıl şekkâk
Zemîn ü âsumân nûru Anın nûru değil midir
O'dur hem zübde-i âlem O'dur hem sadrı "erselnâk"
Pîrimiz Şeyh-i Sâmî'den zuhûr etmiştir envârı
Hem oldur vâris-i Ahmed hem oldur ahsen-i zî-pâk
Yalancı nefsini ıslâh eğer etmezse bu Sâlih
Halâs olmaz bu zulmetden bu âlemden gider gam-nâk
81
Kuruldu halkalar açıldı güller
Geldi cân kuşları Pîr-i Tagî'nin
Görünce gülleri öttü bülbüller
Mest-i medhûşları Pîr-i Tagî'nin
Tarîk-i Nakşî'den açmış meydânı
Beline bağlamış seyf-i Rahmân'ı
İsmâîl mânendi çoktur kurbânı
Gezer ser-keşleri Pîr-i Tagî'nin
Çok sâlikler A'na olmuştur bende
Kimi Hindistân'da kimi Yemen'de
Belh ü Buhârâ'da hem Semerkand'de
Gezer dervîşleri Pîr-i Tagî'nin
Mezûniyyet almış Sıbgatullah'dan
Bekâbillah olmuş fenâfillahdan
Hiçbir nefes hâlî değil Allah'dan
Herbir alkışları Pîr-i Tagî'nin
Gavsü'l-a'zam Pîri Şâh Sıbgatullah
Çoktur kapısında Ârif-i billah
Kâim-makâmıdır hasbetenlillah
Haktır her işleri Pîr-i Tagî'nin
Çok sâlikler seyrân eyler semâda
Kimi müsemmâda kimi esmâda
Nisbetleri gezer fevka'l-ulâda
Çok hulle-pûşları Pîr-i Tagî'nin
Recâm budur senden Hazret-i Pîr'im
Bu kapıda ben bir âsî kemterim
Sâlih'i de eyler Sâmî serverim
Makbûl olmuşları Pîr-i Tagî'nin
82
Güzeller şâhısın hûblar sultânı
Yandırır derûnum sevdâ-yı zülfün
Vechinde yazılmış Seb'ul-Mesânî
Hıfz eylemiş okur şeydâ-yı zülfün
Saâdet kişveri saçmış rahtını
Mülk-i hüsnün zabt eylemiş tahtını
Bülbül tâ ki gözler gülün vaktini
Eder kaşlar ile gavgayı zülfün
Nûr-ı siyâh ile bürünmüş nikâb
Aceb bilmem kimden eyler ihticâb
Seher yeli vurur eyler feth-i bâb
Arz eyler Mecnûn'a Leylâ'yı zülfün
Bir Yûsufî cemal server-i hûbân
Hazret-i Sâmî'den gösterir nişân
Kâbil mi vasfını şerh etsin zebân
Yandırır büsbütün dünyâyı zülfün
Sekiz sıfat üzre gördüm bir cemâl
Her bir sıfâtında vardır bin kemâl
Hâl-i Hindû askeriyle mâl-â-mâl
Kuşatmış cennetü'l-me'vâyı zülfün
Hûblar meydanında Yûsuf-ı Sânî
Harâca bağlamış hem Gürcistân'ı
Al yanak üstünde eyler seyrânı
Gözetir gonca-i hamrâyı zülfün
Tîr-i müjgânların kaşların yaydır
Gedâ değil Sâlih sâyende baydır
Zîr-i ebrûlardan seyr eden aydır
Ref' eyle seversen Mevlâ'yı zülfün
83
Bi-hamdillah kamu varım sen oldun
Her eşyâda taleb-kârım sen oldun
Neye baksam seni anda görürem
Bu manâdan meded-kârım sen oldun
Garîb-i nâtüvânem yüzü kare
Zelîl-i âcizem kalb-i âvâre
Gene sensin kılan derdime çâre
Dilimde cümle güftârım sen oldun
Recâm senden hemân ancak rızâdır
Bu abd-i âcize hem nâ-sezâdır
Atâ-yı lutf u ihsânın gözedir
Zaîf abdem ki gaffârım sen oldun
Saâdet burcunun sultânı Ahmed
Kamu derdlilerin dermânı Ahmed
Hakîkat ilminin ummânı Ahmed
Gönül şehrinde envârım sen oldun
Zuhûr-ı mebdein nûr-ı Ahad'den
Sıfâtın menbaı ism-i Samed'den
Müberrâsın yalan kibr ü hasedden
Hakîkat gülü gülzârım sen oldun
Senin şânında geldi "kün" hitâbı
Muallimsin beğim yüz dört kitâbı
Hakîkat illerinin âfitâbı
Gönül şehrinde hünkârım sen oldun
Hakîkat mürşidimiz Pîr-i Sâmî
İhâta eylemiş nûrun tamâmı
Zamânın kutbudur vaktin imâmı
Bu yüzden ahd ü ikrârım sen oldun
Bu Sâlih ümmetinden bir gedâdır
Yoluna baş ile cânım fedâdır
Senin aşkın bana her dem gıdâdır
Yürekte âh ile zârım sen oldun
84
Safâsından doyulmaz zât-ı bahrin
Belâsından usandım işbu dehrin
Kimine içirir şehd ile şehd-âb
Bana her dem sunar cevr ile zehrin
Adem berzahlarından oldum âdem
Vefâsın görmedim hergiz bu şehrin
Eder sevdiklerin dil şehrine şâh
Bize çekdirmede derd ile kahrın
Aradım bulmadım bir yâr-ı sâdık
Dolaştım bu kadar berr ile bahrin
Kişi kendi Süleymân olmayınca
Süleymân kimseye verir mi mührin
Pîr-i Sâmî'ye sıdk ile gulâm ol
Tulû etsin senin kalbinde nehrin
Bu yer bir gün olur Sâlih seni yer
Açılmazsa eğer bend ile sihrin
85
Yeter ey dil beni sen kûh ü sahrâları gezdirdin
Belâ çevgânına karşı verip belimi ezdirdin
Ki bir nîm- nigâh ile zühd ü takvâyı bozdurdun
Çekip firkat hicâbını elimi yârdan üzdürdün
Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın
Enîsim olmadın bir lahza her dem seng-i hâr oldun
Bana kılıp adâvetler varıp ağyâra yâr oldun
Vücûdum şehrini verdin harâba zehr-i mâr oldun
Düşürdün nâr-ı hicrâna belâ bahrinde yüzdürdün
Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın
Benim bu çekdiğim mihnet hayâl-i infisâlindir
Ulüvv-i himmet-i devlet visâl-i ittisâlindir
Kamu eşyadaki hikmet senin kudret kemâlindir
Ki bir nîm-nigâh ile zühdü takvâyı bozdurdun
Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın
Kiminden korkuben kaçtın kiminden pehlivân oldun
Kiminden köhne pîr olup kiminden nev-civân oldun
Gelip vahdet diyârından aceb şâh-ı cihân oldun
Çekip firkat hicâbını elimi yârdan üzdürdün
Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın
Muhammed Pîr-i Sâmî'den kemâlin eyledin izhâr
Saâdet âfitâbından cemâlin eyledin izhâr
Hakîkat ilminin her bir meâlin eyledin izhâr
Cevâhir kenzinin dürrün anın kalbine düzdürdün
Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın
Ne kahrından halâs oldum ne bir arz-ı cemâl ettin
Düşürdün nâr-ı hicrâna bu ömrüm payımâl ettin
Sonunda Sâlih'in bükdün elif kaddini dâl ettin
Ezel levhinde kaydım defter-i hicrâna yazdırdın
Nihâyet bir kuru nâmım mezâr taşına kazdırdın
86
Bir meyden mestim ki ayık olmazam
Sâni'in sun'una fâik olmazam
Ne kadar medh etsem lâyık olmazam
Söylerem vasfını Pîr-i Sâmî'nin
Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin
İksîr-i a'zamdır Anın nefesi
Vücûdu enfâs-ı kudsün kafesi
Dest-i hayât ırmağının gurfesi
Dağılır elinden Pîr-i Sâmî'nin
Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin
Almıştır pîrinden âlî-himmeti
İlm-i ledünnîdir her bir sohbeti
Günbegün artmakta şân u şöhreti
Bildim Mevlâsını Pîr-i Sâmî'nin
Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin
Anın dervîşleri kalmaz gaflette
Çoklarını irşâd eyler sohbette
Cemâlin görenler kalır hayrette
Mest olur yiğidi Pîr-i Sâmî'nin
Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin
Bir yüzü nûrudur biri nârıdır
Kâmillerin bu bir büyük kârıdır
Hâlidî kolunun ser-hünkârıdır
Şeyhi Abdurrahmân Pîr-i Sâmî'nin
Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin
Sâlihem gâh yanar gâhî tüterem
Gâhî âteşlere cânım ataram
Gâhî de andelîb olup öterem
Girip ravzasında Pîr-i Sâmî'nin
Âşık Sâmî'nin sâdık Sâmî'nin cânân Sâmî'nin
87
Mestânesiyem
Pîr-i Sâmî'nin
Pervânesiyem
Pîr-i Sâmî'nin
Mesnûnu oldum
Meftûnu oldum
Mecnûnu oldum
Pîr-i Sâmî'nin
Nefhası sûrdur
Mâ-fi's-sudûrdur
Hizmeti zordur
Pîr-i Sâmî'nin
Sözü safâdır
Ayn-ı vefâdır
Câna şifâdır
Pîr-i Sâmî'nin
Fi'li şerîat
Hâli hakîkat
Sırrı hüviyyet
Pîr-i Sâmî'nin
Dergâhı Tûr'dur
Girmeyen kördür
Himmeti nûrdur
Pîr-i Sâmî'nin
Âlî-nisbeti
Boldur himmeti
Haktır sohbeti
Pîr-i Sâmî'nin
Elde asâsı
Hüccet-i hâsı
Yoktur hemtâsı
Pîr-i Sâmî'nin
Herbir nefesi
Rûhun gıdâsı
Yok mâsivâsı
Pîr-i Sâmî'nin
Kalb-i selîmi
Yoktur elemi
Kudret kalemi
Dili Sâmî'nin
Gün gibi yüzü
Mest etti bizi
Hikmettir sözü
Pîr-i Sâmî'nin
Mesleki bâlâ
Kavlâ ve fi'lâ
Mahbûb-ı Mevlâ
Pîr-i Sâmî'nin
İlmiyle âmil
Mürşid-i kâmil
Vech-i delâil
Pîr-i Sâmî'nin
Özü Hak ile
Sözü halk ile
Gözü fark ile
Pîr-i Sâmî'nin
Hazret-i Tagî
Kurmuş otagı
Elde sürâhi
Pîr-i Sâmî'nin
Al iç elinden
Kurtul ölümden
Kip tut kolundan
Pîr-i Sâmî'nin
Bâbı açıktır
Sâhib-konuktur
Hâdimi çoktur
Pîr-i Sâmî'nin
"Sin" i sevdâdır
"Mîm"i me'vâdır
"Yâ" sı Yahyâ'dır
Pîr-i Sâmî'nin
"Mîm"i Mevlâ'dır
"Hâ" sı hayâdır
"Dâl" ı devâdır
Pîr-i Sâmî'nin
Haktır kelâmı
"Hû"dur merâmı
Sâlih gulâmı
Pîr-i Sâmî'nin
88
Gönül ilm-i ilâhîden deli ol
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Döşür aklın Muhammed'le celî ol
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Eriş kalb-i selîm içre huzûra
Seni mahv et erem dersen sürûra
Ölümden evvel öl gel gir kubûra
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Bu zulmet âlemin geç gör neler var
Eriş nûra ki sende kalmaya nâr
Olasın âlem-i rûhdan haberdâr
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Derûnun derdini her yerde açma
Var ise gevherin meydâna saçma
Ki her suyu hayâttır diye içme
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Hayâtı içmeyen bilmez hayâtı
Hayât sanar görür sonra memâtı
Bırakma bir nefes tevhîd-i Zât'ı
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Yakın olma hased kibre gurûra
Düşün ne götüreceksin kubûra
Ne yüz ile varacaksın huzûra
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Bulam dersen eğer ayn-ı îmânı
Çalış ki olasın şeyhinde fânî
Sana senden yakın olanı tanı
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Aradan çık bırak bu adı sanı
Tutagör muîni elde kemânı
Hakîkat şehrine dik bir nişânı
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Tenezzülden halâs olmaklık iste
Terakkîden fenâ bulmaklık iste
Hak ile âşinâ olmaklık iste
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşânına göçmek dilersen
Bırak bu mâsivâ ile hevâyı
Pîr-i Sâmî gibi bul reh-nümâyı
Delîl eyle O zât-ı evliyâyı
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
Eğer Sâlih varam dersen huzûra
Umûrun cümle teslîm eyle pîre
Tenini nâra ver rûhunu nûra
Bu berzah âlemin geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen
89
Kudûmunla müşerref eyledin bu belde-i fakri
Delîlim rehberim şâhım penâhım sen safâ geldin
Kusûrum çok velâkin eylerem afvın ile fahrin
Senin şânındır afvetmek günâhım sen safâ geldin
Kulûbun ravza-i tevhîd musaffâ rûhunuz tecrîd
Nüfûsun ahmer-i kibrît a şâhım sen safâ geldin
Yalınız nâ-tüvân cismim değil masûm u kalb hasta
Ki rûz u şeb budur zâr ile vâhım sen safâ geldin
Nice mürd kalbleri enfâs-ı kudsin eyledi ihyâ
Gönül şehrindeki hûrşîd ü mâhım sen safâ geldin
Senin hasret firâkından efendim Hazret-i Sâmî
Erişti göklere hem dûd-ı âhım sen safâ geldin
Bilirem Sâlih'e ihsânı gör hadden tecâvüzdür
Bir abd-i âcizem rûy-ı siyâhım sen safâ geldin
90
Derdli yürek âh eyleme
Derdine dermân ara bul
Her yerde derdin söyleme
Derdine dermân ara bul
Bir kâmil insân ara bul
Ten âlemi esfel-durur
Kavmi anın echel-durur
Dîv-i recîm erzel-durur
Derdine dermân ara bul
Bir kâmil insân ara bul
Çoğu bu halkın cinnîdir
Mü'mîn olana kinnîdir
Bazıları var sünnîdir
Cinni bırak cân ara bul
Bir kâmil insân ara bul
Nefsin-durur bunlar senin
Memlû-durur uzvun tenin
Bend etmek isterler cânın
Derdine dermân ara bul
Bir kâmil insân ara bul
Habs etme tende cânı sen
Düşmâna verme anı sen
Cehd eyle bul cânânı sen
Derdine dermân ara bul
Bir kâmil insân ara bul
Sâmî gibi sultâna var
Cân derdine dermâna var
Ol Hazret-i Lokmân'a var
Derdine dermân ara bul
Bir kâmil insân ara bul
Sâlih sözün dinle peder
Tedbîrine verme keder
Tedbîri de takdîr eder
Derdine dermân ara bul
Bir kâmil insân ara bul
91
Meclis-i nâdânı terk et sohbet-i dânâya gel
"Lâ"yı iskât eyle şâhım mazhar-ı "illâ"ya gel
Doğru dervîş olmayan dil şehrine şâh olamaz
Yâre kesret perdedir geç "vahdet-i kübrâ"ya gel
Sor harâbât ehline âşıkların ahvâlini
Nefsi katl et "terk-i terk" et menzil-i bâlâya gel
Kalbini eyle musaffâ Hâlik'in manzûru ol
Yan muhabbet âteşine cevher-i yektâya gel
Giy melâmet hırkasını kimseden âr eyleme
Keştîbânsız bin vücûdun fülküne deryâya gel
Sil gönül put-hânesinden mâsivânın nakşını
Pâk edip beyt-i Celîl'i rü'yet-i Mevlâ'ya gel
Hem ledünnî ilmini bilmek dilersen tâlibâ
Pîr-i Sâmî Hazretinden okuyup imlâya gel
Nokta-i vahdette haşr olmak dilersen Sâlihâ
Cevher-i aslın düşün bir sen sana Me'vâya gel
92
Yeter ey murg-ı cân gülşane gel gel
Gül açıldı bahâristâna gel gel
Marîz isen belâ bahrinde kalma
Tabîb-i hâzık-ı Lokmâna gel gel
Açılmış mekteb-i aşkın kapısı
Okuyup ilm ile irfâna gel gel
Ola-gör "men aref" sırrından âgâh
Memât olup yeniden câna gel gel
Hümâ-veş terk edip bu âşiyânı
Muhabbet illerin seyrâna gel gel
Erit cismin çıkar zubûrlarını
Sadef ol lü'lü'-i mercâna gel gel
Olam dersen eğer dil şehrine şâh
Beğim Yûsuf gibi zindâna gel gel
Dil ile göz kulak kapılarını
Kapayıp sohbet-i cânâna gel gel
Bu nefsin "raziye marziyye" eyle
Alıp dost iline kurbâna gel gel
Bekâ semtine gönder kârbânı
Hakîkat şehrine şâhâna gel gel
Varıp bir pîre hizmet eyle evvel
Müeddeb ol yol u erkâna gel gel
Pîr-i Sâmî kapusunda gulâm ol
Bu yola hizmeti merdâna gel gel
Yüzün hâk et meşâyih kapısında
Yeter Sâlih yeter uslana gel gel
93
Pervâneden nâr isterem
Hem goncadan hâr isterem
Pîrim Muhammed Sâmî'den
Bir hârı yok yâr isterem
Ne âh-ı bîzâr isterem
Gayrı ne bir kâr isterem
Pîrim Muhammed Sâmî'den
Bir perdesiz dâr isterem
Ne gül ü gülzâr isterem
Ne kimseden yâr isterem
Pîrim Muhammed Sâmî'den
Sermâyesiz kâr isterem
Ne şâfîden nar isterem
Ne sûfîden âr isterem
Pîrim Muhammed Sâmî'den
Bir fânîsiz var isterem
Ne câh-ı deyyâr isterem
Ne seyr-i seyyâr isterem
Pîrim Muhammed Sâmî'den
Beytini züvvâr isterem
Ne gayre imrâr isterem
Ne gayre esrâr isterem
Pîrim Muhammed Sâmî'den
Kalbimi hûşyâr isterem
Ne gayrı ebrâr isterem
Ne gayrı sâlâr isterem
Pîrim Muhammed Sâmî'den
Gönlümü mimâr isterem
Ne sîm ü dînâr isterem
Sâlihem ikrâr isterem
Pîrim Muhammed Sâmî'den
Dil şehrin envâr isterem
94
Gelir bûy-ı Muhammed gül yanağından senin şâhım
Dem-i İsâ zuhûr eyler dudağından senin şâhım
Harâmî gözlerin âşıkların bağrın kebâb eyler
Atar gamzelerin tîri kabağından senin şâhım
Hızır âb-ı hayât için nice zulmetleri geçti
İçer sâliklerin âb-ı zülâlinden senin şâhım
N'ola azm ettin ise Hazret-i Pîrin makâmına
Gelir nisbetlerin bûyu otağından senin şâhım
Senin hasret firâkından bu gönlüm andelîb-âsâ
Ebed ayrılmazam verdin budağından senin şâhım
Garîbem hem-demim yoktur enîsim mûnisim sensin
Dilerem sıbğa-i devlet boyağından senin şâhım
Karardı kalbimiz şâhım ikilik mâcerâsından
Ziyâlandır saâdet şeb-çerâğından senin şâhım
Hidâyet neyyiri şeyhim Muhammed Hazret-i Sâmî
Ayırma başımı bir dem ayağından senin şâhım
Menem Sâlih hulûs ile kapında durmağa geldim
Hakîkat gülleri hüsn-i bâğından senin şâhım
95
İltifât etmezsin hayli zamândır
Şeyhim şeyhim sultânım şeyhim
Bir lahza sağlığım sensiz harâmdır
Şeyhim şeyhim sultân şeyhim
Sensin derdlerime dermân şeyhim
Cemâlin gönlümde seyrânım olmuş
Nâr-ı aşkın benim gülşânım olmuş
Dîdelerin ayn-ı îmânım olmuş
Şeyhim şeyhim sultân şeyhim
Sensin derdlerime dermân şeyhim
Kusûrum afv etmek ise merâmın
Ya niçin bizlerden kestin selâmın
Mürüvvet bâbında çoktur keremin
Şeyhim şeyhim sultân şeyhim
Sensin derdlerime dermân şeyhim
Lokmânım ol gel derdime dermân et
Cellâdım ol ya katlime fermân et
İsmâîl'in olam götür kurbân et
Şeyhim şeyhim sultân şeyhim
Sensin derdlerime dermân şeyhim
Hicrân âteşine yandırma beni
Her gün feryâd ile dönderme beni
Kerem eyle mahzûn gönderme beni
Şeyhim şeyhim sultân şeyhim
Sensin derdlerime dermân şeyhim
Gamzelerin bu sîneme ok atar
Üç günlük ikrârın bir aya çatar
Bu kadar cefâlar eyledin yeter
Şeyhim şeyhim sultân şeyhim
Sensin derdlerime dermân şeyhim
Ne kadar gizlensen bilirem seni
Gönlümün tahtında buluram seni
Bin cân olsa verir alıram seni
Şeyhim şeyhim sultân şeyhim
Sensin derdlerime dermân şeyhim
Çoğaldı yâreler el çekti tabîb
Sâlih'i bu yerde bırakma garîb
Gülşanın bâğına eyle andelîb
Şeyhim şeyhim sultân şeyhim
Sensin derdlerime dermân şeyhim
96
Baş açık dergâha geldim Pîr-i Sâmî el-emân
Menzilin bâlâ-yı rif'at olduğun bilmez miyem
Doğrulup bu râha geldim şâh-ı Sâmî el-emân
Mahrem-i esrâr-ı Hazret olduğun bilmez miyem
Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb
Akl- ı küll senden ibâret nefha-i âlî-cenâb
Sendedir sırr-ı emânet ey kulûb-ı âfitâb
"Alleme'l-esmâ" ya mazhar olduğun bilmez miyem
Ey beşer sûretli insan ey melek-sîmâ habîb
Nûr-ı vechinde görünür çok alâmetler acîb
Bâğ-ı vahdet güllerine bir güzîde andelîb
Nûr-ı Ahmed'den zuhûra geldiğin bilmez miyem
Derdime dermân seni buldum eyâ hâzık tabîb
Bu anâsır bendine mesdûd olup kaldım garîb
Bu cihânda senden özge bulmadım sâdık muhîb
Yek nazarda bendeyi kurtardığın bilmez miyem
Destgîrim ol cemî-i pîr ü pîrân hürmeti
"Küntü kenz" in pâdişahı rûh-ı sultân hürmeti
Şeyh-i azam Pîr-i Tagî Abdurrahmân hürmeti
Dergâhın dârü'l-emânım olduğun bilmez miyem
Sâlih'i hicrân oduna yaktı hep kahr-ı Celâl
Nâ-tüvânım yok tahammül kalmadı sabra mecâl
Bî-edeb hâlim sana arz eylemek sahib-kemâl
Cümle ahvâlime vâkıf olduğun bilmez miyem
97
Ben himmet-i pîrimle bu ârâyı da bildim
Kimden imiş ol bendeki yârâyı da bildim
Dil levhine seyr eyler iken ebcedi buldum
Ebcedde olan devlet-i Dârâ'yı da bildim
Firkat oduna yandırıcı cümle kalemdir
Nakş eylediği âğ ile kârâyı da bildim
Hayretde kalıp benliğimi şeyhime verdim
Cân bahş edici "alleme'l-esmâ" yı da bildim
Remz ile gönül fehm edeli cem ile farkı
Çıktım aradan "lâ" ile "illâ"yı da bildim
Gam çekme gönül bu da geçer devr-i beşerdir
Hem seng-i mücevher ile hârâyı da bildim
Bu akl-ı meâşım beni çok dâma düşürdü
Hem âlem-i ulyâ ile süflâyı da bildim
Aldanmazam elvân ile eşkâline zîrâ
Kahrına düşüp âhiri me'vâyı da bildim
Dil şehrine bir sâye salıp şems-i hakîkat
Âdem'de olan rûh-ı musaffâyı da bildim
Cennette iken dâne için dâme tutuldum
Âhir gezerek Kâbe-i Ulyâyı da bildim
Rahm eyledi bu abd-i zelîline Muhammed
Sâmî'deki enfâs-ı Mesîhâ'yı da bildim
Hem ismi Muhammed dahi hem nûru Muhammed
Hem zât-ı Ahad işbu muammâyı da bildim
Sâlih ise gönlündeki hâr u hası bilmez
Hem himmet-i pîrim ile Mevlâ'yı da bildim
98
Dertliyem derdinden Hazret-i Sâmî
Sen tabîb-i âşıkâne gelmişem
Kabûl-i hazret kıl işbu gulâmı
Zâtın gibi âlî-şâne gelmişem
Hakîkat neyyiri kulle-i Kâf'dan
Tevellüd eylemiş nûn ile kâf'dan
Halâs et bizleri semt-i hilâfdan
Sen delîl-i âsumâne gelmişem
Bu ten kuşu hevâ ile heveste
Murg-ı cânım feryâd eyler kafeste
Râbıtamız sensin her bir nefeste
Ben bu yola sâdıkâne gelmişem
Düşürdün bizleri aşkın nârına
Hîç sormazsın derdlilerin zârı ne
Ber-dâr olmak için zülfün dârına
Hâk-i pâye bu ihsâne gelmişem
Cânım demem ben bu tendeki câna
Eğer vasıl eylemezse cânâna
Âhir bu derd beni eyler dîvâne
Dermân için sen Lokmâne gelmişem
Ebterim gönülden evlâdım yoktur
Yuvasız bir kuşam bilâdım yoktur
Senden gayrı sâhib-irşâdım yoktur
Andelîbim bu gülşane gelmişem
Felek benim ile iddâya düştü
İftirâk deryâsı serimden aştı
Erenler himmeti geldi erişti
Sâmî gibi bir sultâne gelmişem
Sâlihem usandım dâr-ı fenâdan
Bir an kurtulmadım renc ü anâdan
Bin iki yüz altmış üçte me'vâdan
Bir beşer sûretli Hân'e gelmişem
99
Nazar kıldım bu ekvâne bu esrârı nemî-dânem
Boyandım her bir elvâne bu esrârı nemî-dânem
Ne bir zevk ü halâvet var ne bir zikr ü ibâdet var
Ne bir an istirâhat var bu esrârı nemî-dânem
Döner çarh-ı felek durmaz gelen gitmektedir kalmaz
İç ilden bir haber gelmez bu esrârı nemî-dânem
Kimisi kîr ü pâs içre kimi zerrîn libâs içre
Kimi köhne pâlâs içre bu esrârı nemî-dânem
Kimisi cem'i mâl içre kimi fakr u melâl içre
Kimi ceng ü cidâl içre bu esrârı nemî-dânem
Kimi yapar kimi yıkar kimi hayrân olup bakar
Bu bir handır giren çıkar bu esrârı nemî-dânem
Kimi uçar havâlarda kimi bekler yuvalarda
Kimi gezer ovalarda bu esrârı nemî-dânem
Kiminin gönlü san'atta kiminin zevk u işrette
Kiminin câh u devlette bu esrârı nemî-dânem
Kimi Allah'ı zikr eyler kimi mâlını fikr eyler
Kimi hâline şükr eyler bu esrârı nemî-dânem
Bu Sâlih bir sefîl kuldur der-i Sâmî'de mes'uldür
Meded pîrim bana bildir bu esrârı nemî-dânem
100
Ermişem bir kadri âlî hazrete
Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam
Hak eriştirdi beni bu devlete
Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam
Ârifin Hak iledir Hak'tır özü
Anların kıblesidir şeyhin yüzü
Kavm-i Nemrûdîler istemez bizi
Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam
Hazret-i Pîrin derinde bekleriz
Dâima derd üstüne derd ekleriz
Kâm-yâb olmağa nevbet bekleriz
Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam
"Ahsen-i takvim" durur devrânımız
Kesret içre çokdurur elvânımız
Âlem-i vahdettedir meydânımız
Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam
Ehl-i Hakk'ın dâimâ Hak'tır sözi
Gaflet ehli hor görür her dem bizi
Bizi zem edenlerin çıksın gözi
Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam
Sâlihem ben kurmuşam berdârımı
Yandırıp aşk u muhabbet nârımı
Dosta vermişem ezelden varımı
Ben hafîd-i Pîr-i Tagî olmuşam
Pîr-i Sâmî'nin çırâğı olmuşam
101
Sensiz ey nûr-ı hakîkat râhat-ı cân istemem
Bu vücûdum şehri içre iki sultân istemem
Gönlümün tahtında sultânım gamındır sevdiğim
Müddeî gamdan halâs olmak diler ben istemem
"Kün fekân"ın sırrına ermek ne hâcet bizlere
Aşka ermektir murâdım nâm u nişân istemem
Dilimi dil-dâra verdim cânımı cânânıma
Hüsn-i ruhsârından özge ıyd-ı kurbân istemem
Parmağın Şakku'l-kamer'dir çeşme-i bahrü'l-hayât
Hüsn-i Yûsuf'tur cemâlin özge seyrân istemem
"Küntü kenz" in gevherisin mazhar-ı nûr-ı Hudâ
Andelîbâ sohbetinden gayrı verdân istemem
Bülbül-i aşkın gül-i gülzârı hüsnündür senin
Verd-i ahmer ruhlerinden özge gülşan istemem
Öyle bir cân isterem Mansûr gibi berdâr ola
Verseler sensiz bana mühr-i Süleymân istemem
Keşf edip ağyâra zülfün bana eylersin hicâb
Zülf-i berdârın gibi bir âlî-ihsân istemem
Mâh-cemâlin perdesiz görmek diler âşıkların
Kâbe-i hüsnün murâddır gayrı bir şân istemem
Nûr-ı vechin mazharı şeyhim Muhammed Sâmî'yâ
Arı inci-yi sadefdir özge mercân istemem
Sâlihâ âşıkların bâr-ı girânı derd-durur
Râh-ı vuslat derd imiş bu derde dermân istemem
102
Bu kesret âlemin seyrân eyledim
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım
Gezdim çâr-kûşeyi devrân eyledim
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım
Sûret-i beşerde kaldım nikâbda
Sebu'l-Mesânî'de ümmü'l-kitâbda
Bend oldu sefînem kaldı girdâbda
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım
Bir zamân bekledim gülşen bâğını
Göremedim andelîbin çağını
Cânân çekmiş gider yar otağını
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım
Ötmez cân bülbülü açılmaz güller
Bozuktur perdeler kırılmış teller
Gideceğim yâre bağlanmış yollar
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım
Kahramân olanlar hasmını basdı
Kemân-keş olanlar yayını asdı
Bilmem nedir bende feleğin kasdı
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım
Beni taşlamayın cânım kardaşlar
Dokunur başıza attığız taşlar
Hazret-i Hak kendi bildiğin işler
Sabırdan bir büyük kâr bulamadım
Bir sözünde sâdık yâr bulamadım
Sâlih gibi vardır çok ehl-i diller
Pîr-i Sâmî bahçesinde bülbüller
Solmaz şükûfeler dikensiz güller
Hîç bir goncasında hâr bulamadım
Sâmî gibi sâdık yâr bulamadım
103
Nefha-i Rahmânîden açıldı meydân-ı adem
Kâf u nûn emriyle giydi şekl-i elvânı adem
Mebdei âlem-nümâdır mazhar-ı esrâr-ı Hakk
Nefy ü isbât eylemekdir an-be-an şân-ı adem
Nûr-ı Ekrem Rûh-ı A'zam Akl-ı Küllî hem Kalem
Bunların emriyledir hükm ile fermân-ı adem
Ma'den-i kevn ü mekândır hem o bahrin mâdeni
Sırr-ı mektûm-ı ezeldir sun'-ı Rahmânî adem
Kimini eyler gedâ kimini dehre şâh eder
Her birin bir fen ile eyler yine fânî adem
Ceng eder gavgâ eder (ol) sonra yine sulh eder
Akıtır bir lahzada deryâ gibi kanı adem
Bir taraftan var eder ol bir taraftan yok eder
Doğurur besler kılar yer ile yeksânı adem
Mihr ü mâh arz u semâvât râm olunmuş emrine
Zâhiri Settârı ismin bahri ummânı adem
İsm-i zâtın mazharı "Fevka'l-ulâ-tahte's-serâ"
Zîr ü bâlâ hep ma'âdin bahrinin kânı adem
Âlemi kılmış ihâtâ mecmaü'l-bahreyn odur
Kâfirin küfrü kamu ebrârın îmânı adem
Kabza-i kudrettedir bahs eylemek mümkün değil
Bahr-ı zâtın katresidir sırr-ı Sübhânî adem
Câmiü'l-bahr-ı sıfâttır nüsha-i kübrâdır ol
Gösterir her bir sıfâttan türlü elvânı adem
Kesret ehlinin fenâsı vahdet ehline bekâ
Perverîşi hem hayâtı nimeti nânı adem
Hem ecel derdine dermân bulmadı Lokman Hekîm
Zâhir ü bâtın kamunun oldu dermânı adem
Ehl-i hikmet zerre denli bilmedi ahvâlini
Kimseye bildirmedi sırrını pinhânî adem
Sağı cennet solu duzah batnı haşrin aynıdır
Andadır yevmü'l-hisâbın vezni mîzânı adem
Benliğin şehrin harâb et lâ-mekân şehrine gir
Sırr-ı Hakk'ın mahremi ol eyle seyrânı adem
Yok olacak benliğindir eylegil mahv-ı vücud
Sırfa ergür kalbini ol ehl-i şübbân-ı adem
Aç basîret gözlerin seyr et fenâ gülzârını
Açılır bunca şükûfu gülü reyhân-ı adem
Âlem-i gaybın vücûdun cümle eyler âşikâr
Cennetü'l-Me'vâ misâli arz eder anı adem
Durmaz işler kârbânı bir taraftan var olur
Bir taraftan cezb eder aslına sultân-ı adem
"Küllü şey'in hâlikun" fermânını icrâ eder
İki yüzden celb eder aslına insânı adem
Gir adem şehrine ey dil hikmet-i Yezdâna bak
Âlem-i mülk-i bekâdır sanma kim fânî adem
"Küllü şey'in yerciu" aslına ric'at ettirir
Bir delîl-i pîşvâdır peyk-i Yezdân-ı adem
Hâfız ismin mazharıdır hep hazâin andadır
Câmiü'l-esmâ müsemmâ mârifet-kânı adem
Her ne var arz u semâda halk olan eşyâların
Kıldı cümlesin ihâta hısnı derbânı adem
Ol nazargâh-ı Hudâ'dır beyt-i kübrâ andadır
Hem zuhûr (-ı) "küntü kenz" den oldu a'yânı adem
Bir muhît-i bahr-ı a'zam mevci deryâlar gibi
Âleme verir hayâtı subhı mihrân-ı adem
Ârif ölmekten kaçar mı cânını cânân alır
Kurtarır ağyâr elinden anı şîrân-ı adem
Sırr-ı "mûtû" zümre-i âşıkların bayrâmıdır
Devlet-i mülk-i bekâdır semti seyrânı adem
Gaflet ehli yüz çevirir eyler andan nefreti
Bilmez arkasından alır bâr-ı gîrânı adem
Her belâ-yı renci mihnetten anı eyler halâs
Ehl-i derdin derdlerinin oldu Lokmânı adem
Rûz u şeb cehd et birâder sen seni yok idegör
Mâsivânın zulmetinin mâh-ı tâbânı adem
İşbu deryâlar adem şehrinde bil bir katredir
Yokdurur hergiz nihâyet haddi pâyânı adem
İşbu dehrin şöhretine şânına aldanma kim
Bî-hayât olur kamusu vermese cânı adem
Varlığın sonu fenâdır yokluğun sonu bekâ
Her kemâle irgürür bil cümle noksânı adem
Varlığın cümle ademden almadın mı ey püser
Gelmedin mi bu cihân mülküne üryân-ı adem
Harfi savtı olmayan bir mekteb-i ulyâdır ol
Bunca elfâzın kamu hubb-ı suhandânı adem
Vâsıta oldu arada Hazret-i Rûhu'l-emîn
"Kenz-i Mahfî"den zuhûru Kâf-ı Kur'ân'ı adem
Zâhirâ derler adem şehrinde birşey yokdurur
Nerden aldı bu kadar dürr-i Bedahşan'ı adem
İns ü cin vahşî tuyûra hükm eden bir serveri
Âhiri gör n'etti tahtıyla Süleymân'ı adem
Kuvvetine mâlına mağrûr olanlar n'oldular
Koydu yerler altına birçok Nerimân'ı adem
Bunca davâ-yı enâniyet edenler n'oldular
N'etti Firavn ile bunca ehl-i tuğyânı adem
Âlem-i kesrette çok elvân sûret gösterir
Vahdet içre cân ilinin cümle cânânı adem
Ehl-i vahdet zümresinin yolları andan geçer
Herbirine giydirir esvâb-ı nûrânî adem
Her sıfattan günde yüz bin türlü revnak gösterir
Hem semânın hâveri dehrin gülistânı adem
Irgalandıkça muattar zülfünün her mûyları
Tenlere verir hayâtı bûy-ı rindânı adem
Sahn u sahrâya hayâtı irgürüp bâd-ı sabâ
Arz olur cennet misâli bâğ u bostânı adem
Bir zamânİsmâîl-âsâ bir Halîl'e ol püser
İnkıyâd et nefs-i kebşi eyle kurbân-ı adem
El çekip ağ u karadan farîg u âsûde ol
Nefsi katl et terk-i terk et eyle Süleyman-ı adem
Tâlib-i dînâr olup aldanma dünyâ mâlına
Berri bahri (bî) nihâyet dürrü mercânı adem
Ölmeseydi birbirin yerdi cihân halkı kamu
Hazret-i Hakk'ın bize bu âlî-ihsânı adem
Bu cihân gülzârının bünyâdına oldur sebeb
İlm-i hikmet şehrinin şems-i şebistânı adem
Derdine sabr eyle dehrin Hazret-i Eyyûb gibi
Bir zamân Yûsuf oluben bekle zindân-ı adem
Tîğ-ı cellâd gamzesi bir anda yüz bin kan eder
Âlem-i mülk-i fenânın şâh-ı merdânı adem
Goncadan yüz gösterir bülbülleri feryâd eder
Doldurup bûy-ı Muhammed'le gülistânı adem
Hüsnünü arz eyleyip âşıkların cânın alır
Berk urup vahdet yüzünden nûr-ı lem'ânı adem
Ref edip kesret hicâbın gir muhabbet şehrine
Gir velîler gönlüne seyr eyle gülşan-ı adem
Cennetü'l-Huld içre zevk eder iken Âdem Ata
İftirâk iline saldı Anı şeytân-ı adem
Hazret-i Mûsâ elinde bir dıraht iken asâ
Sâhirin sihrine karşı kıldı su'bân-ı adem
Şübheden kurtarmak için ol zamânın halkını
Batn-ı Meryem'den kılıp nutk-ı Mesîhânı adem
Âlem-i amâda iken cümle esmâlar tamam
Nûr-ı Ahmed'den zuhûra geldi ayân-ı adem
Bir elinde var hayâtı bir elinde zehr-i mâr
Hiç elinden kurtuluşun var mı imkânı adem
Kalbini pâk eyle kim Hak'tan sanâ mihmân gele
Bir gün olur olacaksın sen de mihmân-ı adem
Gelmeseydi âleme Ol kâinâtın mefhari
Hızra içirmezdi katre âb-ı hayâtı adem
Cümle âlem hüsnünün meftûnu olmuşken anın
Kul olup sattırmadı mı Şâh-ı Ken'ân'ı adem
Öyle bir sultâna hâdim olmuşuz ne gam bize
Pîr-i Sâmi olmuş iken şîr-i garrân-i adem
Ol adem şehrinde kurmuştur velâyet tahtını
Cezb eder mülk-i bekâya cümle yârânı adem
Tende lahmi Sâlih'in eşyâda sehmi kalmadı
Murg-ı cânı per açıp kılmakta cevlân-ı adem
104
Nedir bu çektiğim cevr ile sitem
Eyledin kaddimi dâl kara bahtım
Hiçbir gün şâd edip kılmadın Rüstem
Âhiri eyledin Zâl kara bahtım
Felek ile çok oynadım utulmaz
Ne taraftan el attımsa tutulmaz
Bu cân düşmüş pençesine kurtulmaz
Bir zamân da böyle kal kara bahtım
Ezelden yâr iken gonca güllere
Düşürdün sen beni gurbet illere
Yeşil ördek gibi gölden göllere
Karabatak gibi dal kara bahtım
Gökte uçar iken indirdin meni
Vâdî-i vîrâna kondurdun meni
Vahşî hayvânlara döndürdün meni
Eyledin dilimi lâl kara bahtım
Nicesin geçirdin sadra mihrâba
Nicesin kapladın sîm ü zer bâba
Düşürdün sefînem kûh-i girdâba
Enginden engine sal kara bahtım
Sâlihem ben bir sultânın hâdimi
Şâhıma arz edem bu feryâdımı
Pîr-i Sâmî senden alsın dâdımı
Başını taşlara çal kara bahtım
105
Bana dervîş demişler
Ben dervîş olamadım
Yanlış haber vermişler
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşler halîm olur
Giydiği kilim olur
Hulki mülâyim olur
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşler post giyinür
Nâsa çirkin görünür
Herkes ana yerinür
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşler halîm olur
Hakk ile kelîm olur
Hem kalb-i selîm olur
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşler mestûr olur
Dil sarâyı nûr olur
Hakk ile manzûr olur
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşler cennet gülü
İsm-i a'zam bülbülü
Hayât bahş eyler dili
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîş olan hâk olur
Sâhib-i idrâk olur
Mâsivâdan pâk olur
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîş olan âb olur
Mazhar-ı Vehhâb olur
Ciğeri kebâb olur
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşler hem bâd olur
Cânı dili şâd olur
Gussadan âzâd olur
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşler hem nâr olur
Şeş cihette var olur
Yâdlar kamu yâr olur
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîş olan nûr olur
Nâs içinde hôr olur
Her taraftan dûr olur
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîş benzer bülbüle
Mürşidler benzer güle
Sev Hakkı seven ile
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşler bülbül olur
Mürşidler hem gül olur
Sözleri makbûl olur
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşlerin sultânı
Cân derdinin dermânı
Sâmî-yi Erzincânî
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Dervîşler şâhı Sâmî
Hakîkat mâhı Sâmî
Aşkın misbâhı Sâmî
Ben dervîş olamadım
Hakkı da bulamadım
Sâlih gibi dervîşler
Hayvân-sıfât kalmışlar
Himmet alan almışlar
Ben derviş olamadım
Hakkı da bulamadım
106
Zelîl-i âciz-i abd-i Hudâ'yem
Tarîk-i Nakşibend'e cân fedâyem
Muhibb-i çâryâr-ı Mustafâ'yem
Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem
Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem
Ömür sermâyesin verdim hebâya
Mukârin olmadım Âl-i Abâ'ya
Habîbullah'a geldim ilticâya
Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem
Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem
Ki ben bir andelîb-i kudsiyânım
Bilinmez kande kaldı âşiyânım
Bu âlemde garîb-i nâtüvânım
Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem
Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem
Kalemden şak olup seyrâne geldim
Bulut yağmur olup ekvâne geldim
Nebât hayvân olup insâne geldim
Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem
Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem
Zuhûrâtım Muhammed'den Ehad'den
Bu kesret âlemi hubb-ı Samed'den
Halâs et bizleri şâhım kemendden
Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem
Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem
Bekâ sultanlarının kullarıyız
Hakîkat bâğının bülbülleriyiz
Şahâdet âleminin erleriyiz
Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem
Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem
Tarîkat cümle haktır olma zâği
Ki dört misbâhı var birdir çerâğı
O misbâhın on ikidir budagı
Tarîk-i Nakşiben'de cân-fedâyem
Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem
Dolaştım âhiri bu hâna geldim
Bir ednâ Sâlihem ihsâna geldim
Pîrimin pâyine kurbâna geldim
Tarîk-i Nakşibend'e cân-fedâyem
Der-i Sâmî'de bir kemter gedâyem
107
Beyân edem zuhûrâtı pîrimden size ey ihvân
Kılarsa Hak inâyeti ola hep hüccet ü bürhân
Nice hikmet garâibler haberler verem uşşâka
İşitsin anı sâlikler nicedir himmet-i sultân
Füsûsun bahridir şâhım Muhammed Sâmî'nin kalbi
Zuhûr etmiştir enhârı bu abdinden akar her an
Anın hep vâridâtıdır bu nefsim tercümânıdır
Dökülür kalbime bir bir misâl-i hikmet-i bârân
Bu gönlüm öyle mesttir kim anın aşk-ı hayâlinden
Dilerim işbu hayretten ebed ayılmayam bir an
Dahi hem "küntü kenz" esrârının bir nebze iş'ârı
Diyem bir katre mikdârı zuhûr-ı himmet-i pîrân
Bu âlem çâr unsurla mürekkeb oldu fil-cümle
Kuruldu dağ u taş sahrâ yapıldı kasr ile eyvân
Dahi bu dört anâsırdan müretteb cism ile rûhu
İkisi mazhar-ı nârı ikisi mazhar-ı nûrân
İkinin hizmeti her dem imâret eylemek kevni
İkinin hizmeti dâim yıkıp kılmaktadır vîrân
İkisi âb ile hâktir ikisi bâd u âteştir
İkisi rûh ile cândır ikisi cism ile ebdân
İkisi cism ile tendir bulardır âlem-i esfel
İkisi rûh ile cândır bulardır âlem-i a'yân
Bular hep feridir aslın ne aynîdir ne gayrîdir
Bularla cümle kâimdir gerek hayvân gerek insân
Sorarsân bunların aslın hakîkat bir kalemdendir
Musavvirden zuhûr eyler bu denli şekl ile elvân
Hitâb-ı "kün fekân" erdi Müdebbir ismine bir kez
Zuhûra geldi Akl-ı Küll kılar âlemleri seyrân
Musavvir ismini câmi oluben bir kalem oldu
Hitâb erişti şak oldu bi-emri kudret-i Yezdân
Kalem çün iki şak oldu anın kahr-ı celâlinden
Birisi mazhar-ı lutfu birisi mazhar-ı hicrân
Biri yazdı semâvâtı bütün me'vâyı cennâtı
Biri yazdı küsûfâtı oluben mazhar-ı ekvân
İkinin maverâsında ki bir şehr-i muazzam var
Hakîkat şehridir ismi odur hem menzil-i cânân
Bekâbillah olan canlar bu menzilde karâr eyler
Oturup kürsîler üzre iki yüzden eder seyrân
Küsûfi nice dört ise lutûfu dahi dört oldu
Kalemdir Akl-ı Külldür hem bi-külli sanat-ı Sübhân
Birisi rûh-ı a'zamdır o bir sırr-ı muazzamdır
Birisi nûr-ı zâtıdır odur hem sırr-ı "er-Rahmân"
Akıl da cüz'üdür rûhun anın çün edemez idrak
Ebü'l-Ervâh Muhammed'dir akıllar burda ser-gerdân
"Nefahtü fîhî min rûhî" hitâbı mazhar-ı Âdem
Hitâb-ı "kün fekân" emri Müdebbir'den olur a'yân
Müdebbir akl-ı küll oldu Musavvir ismi câmi'dir
Olup bir âlem-i kübrâ bilindi san'at-ı Rahmân
Bu âlem başı arş oldu dahi ayağı ferş oldu
Merâtib üzre nakş oldu müşekkel sûretâ insân
Birinci Nûr-ı Ekrem'dir ikinci Rûh-ı A'zam'dır
Üçüncü Akl-ı Evvel'dir Kalem dördüncüdür ey cân
Bular deryâ-yı vahdettir Ahadden Vâhidiyyettir
Zuhûrâtı muhabbettir Muhammed'den olur a'yân
Kalemdir Nüsha-i Kübrâ kamu esmâyı câmi'dir
İki yüzden zuhûr eyler nice bin kudret-i bürhân
Kalem bil infisâlîdir biri kahr-ı celâlidir
Biri nûr-ı cemâlidir anı bir bir kılam tıbyân
O kim kahrına mazhardır olubdur âlem-i süflâ
O kim nûr-ı cemâlidir gören görmez ebed hüsrân
Nebîlerde bir esrâr var velîlerde bir esrâr var
Oların tenleri cândır olubdur cânları cânân
Buların rûhları cânı bu âlemden değildir bil
Olar rûh-ı izâfîdir odur hem nefha-i Rahmân
Bu bir devlet hümâsıdır eğer konmazsa başına
Velî sûrette insânsın kalırsın sîretâ hayvân
Bu mahlûkun kamu aslı muhabbetten yaratıldı
Muhabbet olmasa bil kim büyütmez yavrusun hayvân
Halâyık içre insânı kamudan eyledi ekrem
Yarattı "Ahsen-i Takvîm" kıluben mazhar-ı Rahmân
Hudâ'yâ izzetin hakkı bana keşf et bu esrârı
Bu denli mahrem etmişken nedir bu gaflet-i insân
Ki bildin Fâil-i Mutlak kamusu hikmet-i Hallâk
Kamuya yek nazarla bak deme bu yahşi bu yaman
Bizim bu aklımız cüzdür mevâşîdir maâşîdir
Furû-ı akl-ı evveldir sakın aldanma ey merdân
Latîf-i âlemin ara duracak yer mi gör bura
Kılagör derdine çâre misâfirsin geçer kervân
Seni sen kurtaramazsın ara bul kâmil insânı
Gider bu "Ahsen-i Takvîm" olursun sonra çok pişmân
Yeter bu nefse kul oldun bu berzahda düşüp kaldın
Yürü bir pîre kul ol kim bulasın derdine dermân
Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kâmilden
Adüvler yıktılar seddi ne yatarsın garîb insân
Yakındır bil değil ırak basîret gözleriyle bak
Yüzünde nûr eder berrâk Pîr-i Sâmî-yi Erzincân
Tarîki Nakşibendîdir gürûhu dil-pesendîdir
Tabîb-i ser-bülendîdir O'dur hem Hazret-i Lokmân
Düşüp pâyına kıl âhı tutagör müstakim râhı
Kılagör hubb-ı lillâhı geçirme fırsatı bir ân
Münâcâtım budur yâ Rab Muhammed Mustafâ hakkı
Pîrimiz Şeyh-i Sâmî'ye nihâyetsiz kılıp ihsân
Senin vuslat şarâbını anın dest-i kemâlinden
İçip mest olsun âşıklar Odur hem sâkî-i devrân
Bi-hamdillah tutup destim beni ol eyledi mesrûr
Gönül şehrin kılıp pür-nûr dağıldı leşker-i şeytân
Menem Sâlih yüzü kara düşürme çarh-ı devvâra
Bağışla ism-i Settâr'a ki Sensin sâhib-i gufrân
108
Ey gönül senden şikâyet eylerem Mevlâ'ya ben
Düşeli çengâline düştüm aceb gavgâya ben
Geçti bunca mâh u sâl bir an beni şâd etmedin
Bir hayâl-i sihr ile düştüm yalan da'vâya ben
Görmedim lutfunu bir gün çekdiğim kahr-ı celâl
Yoksa mahrûm-ı ebed mi olmuşam me'vâya ben
Âh u zârım âheni deldi sana kâr etmedi
Şerha şerha cismimi deldin çü döndüm nâye ben
Açmadın bir gün cemâlinden bana bir kutlu bâb
Bilmezem ki yoksa ümmî olmuşam süflâya ben
Çokları arz-ı cemâlinle müşerref eyledin
"Lâ" da kaldım düşmedim mi mazhar-ı "illâ"ya ben
Bu kadar elvân sûret hep senin nakşın-durur
Hayret-ender-hayret içre düşmüşem hulyâya ben
Bir mey ile cümle mest ettin bu âlem halkını
Bilmezem ki ne için geldim aceb dünyâya ben
Akl-ı cüz etmez ihâta akl-ı küll sensin gönül
Kîl ü kâl ile bu ömrüm cümle verdim zâya ben
Her ne var hâdis kamusu hep furûâtın-durur
Benliğim cümle senindir düşmüşem bir sâye ben
Vuslatıma berzah oldun arada nedir garaz
Pîr-i Sâmî Hazretine giderem şekvâya ben
Sâye-i pîrimde hergiz sana minnet eylemem
Sâlihem sıdk ile girmişem der-i ulyâya ben
109
Yetiş ey keştibânım bir derin deryâya düştüm ben
Meded gavvâsım ol kim bî-amân dalgaya düştüm ben
Ne bir sâhib-vekâr oldum ne bir kimseye yâr oldum
Kocaldım ihtiyâr oldum ne bir hemtâya düştüm ben
Bilen yok hasb-ı hâlimden usandım tatlı cânımdan
Cüdâyım âşiyânımdan şeb-i gayyâya düştüm ben
Şikâr almaklığa cânân ilinden azm-ı râh ettim
Hemân kendim şikâr oldum kemend ü yâya düştüm ben
Ezelden âşinâ-yı yâr iken vahdet sarâyında
Anâsır bendine mağlûb olundum pâye düştüm ben
Bu nefs uykudan uyandı gelip emmâre dayandı
Anın rengine boyandı yedi süflâya düştüm ben
Belâ-keş olmağı menden gelip öğrensin âşıklar
Yürek kanı şarâbımdır çetin sevdâya düştüm ben
Nazar kıldım ki bu ekvân kamusu âlet-i Rahmân
Oturmuş tahta bir sultân "mîm" ü "dâl" "hâ" ya düştüm ben
Melâik ins ü cin yeksân kamu hizmettedir her an
Eder seyyâreler devrân aceb hulyâya düştüm ben
Gelüben âlem-i a'mâdan esmâlar olur a'yân
Muhammed'den zuhûr eyler gül-i hamrâya düştüm ben
Kamu esmâya mazhardır o mir'ât-ı müsemmâdır
Bu bir özge muammâdır katî ahfâya düştüm ben
Ebü'l-Ervâh Odur Aklu Kalem cümle Muhammed'dir
Ahadden vâhidiyyettir "elif"den "bâ"ya düştüm ben
Şükûfelerdeki bûylar Anın ıtrı değil midir
Beni mest eyledi medhûş olup rü'yâya düştüm ben
Mukayyed anladım "lâ"yı çü bildim mutlak "illâ"yı
Bıraktım kuru da'vâyı dem-i Yahyâ'ya düştüm ben
Yüzü nakş-ı hayâl imiş özü bir başka hâl imiş
Bilen ehl-i kemâl imiş söz-i hercâya düştüm ben
Bu halkın çoğu kâl ehli kimi olmuş vebâl ehli
Katî azdır kemâl ehli yalan da'vâya düştüm ben
Arayıp derdime dermân kıluben nâle-i hicrân
Gezerken zâr u ser-gerdân mey-i sahbâya düştüm ben
Cemî-i ilme şâmildir dahi ilmiyle âmildir
Pîrim mürşid-i kâmildir yüzü bedrâya düştüm ben
Zamânın Oldur imâmı Muhammed Pîrimin nâmı
Olubdur mahlâsı Sâmî Yed-i beyzâ'ya düştüm ben
Yüzüm yoktur huzûrunda varıp arz etmeğe hâlim
Adûler aldı dil şehrin yaman gavgâya düştüm ben
Pîrimin vâridâtıdır zuhûr eden dehânımdan
Hakîkat şemsine karşı hemân bir sâye düştüm ben
Muînim dest-gîrim ol katî dar hâldedir Sâlih
Senin bir zerre nûrundan bu cisme mâye düştüm ben
110
Niçin nerm olmadın ey dil ki kalbin katıdır taştan
Özün fehm et ferâgat eyle gel bu ceng ü savaştan
Otur meydân-ı vahdette geçip bu cân ile baştan
Halîlullah gibi pervâne ol dönme bu âteşten
Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten
Hebâya verme gel ömrün ara bul kâmil insânı
Halâs olup tenezzülden geçegör işbu meydânı
Bekâ semtine azm eyle terakkîden olup fânî
Halîlullah gibi pervâne ol dönme bu âteşten
Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten
Otur meyhâne-i gamda yürek kanın şarâb olsun
Dü çeşmin çeşme-i hûnâbı kıl bağrın kebâb olsun
Gıdâyı rûha ver kût-ı kulûbun feth-i bâb olsun
Halîlullah gibi pervâne ol dönme bu âteşten
Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten
Ayırma sem'ini Hak'tan gözün mir'ât-ı Ahmed kıl
Eriş kalb-i selîm içre refîkın peyk-i hazret kıl
Kelâmın hüccetü bürhân şühûdun ayn-ı vahdet kıl
Halîlullah gibi pervâne ol dönme bu âteşten
Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten
Girip vahdet sarâyında kubâb-ı Hak'da mestûr ol
Kelâmın sem'in olsun Hak dahi Hak ile manzûr ol
Pîr-i Sâmî'ye kul ol Sâlihâ izzetle mesrûr ol
Halîlullah gibi pervâne ol dönme bu âteşten
Haber almak dilersen hâl-i aşkı sor belâ-keşten
111
Akıldan şakk olunmuş bir kılam ben
Kesâfet âleminde ne kılam ben
Bu âlemde garîbim hem-demim yok
Latîf-i âlemim kande bulam ben
Enîsim mûnisim yok bu arada
Mugaylanlıkta bitmiş bir gülem ben
Ki bir zencîrsiz arslan idim evvel
Bu kesret içre hâli müşkilem ben
Bu âlem halkı hep benden kaçarlar
Sanarlar ki buları âkilem ben
Eriştim âhiri bir reh-nümâya
Meded eyle dedim derdli dilem ben
Dedim kıl merhamet ey Hazret-i Pîr
Bu berzahda dahi nice kalam ben
Tutup destim bana oldu musâhib
Der-i Sâmî'de bir kemter kulam ben
Cemî-i sohbetinden oldum irşâd
Ki kırk yerden yarılmış bir kılam ben
Bu halk içre eğer lâl ise dilim
Pîrimin bâgçesinde bülbülem ben
İçirdi Sâlih'e aşkın meyinden
Ki bir solmaz şükûf-ı sünbülem ben
112
Nemî dânem çünân Mecnûn menem ahrâr-ı dervîşân 1-2-3-4
Değil Mansûr yek-tâ şod hemân berdâr-ı dervîşân
Yekî efrûşu haz dem râ sun ey sâkî mey-i hamrâ
Ayân olsun şeb-i İsrâ seved izhâr-ı dervîşân
Suhan-dânî safâ-gûyed şebî hâme sîm-i zerîd
Murâdın gül ise şâyed biyâ gülzâr-ı dervîşân
Ne şehrîyem ne kendîyem gürûh-ı dil-pesendîyem 16-17-18
Tarîk-i Nakşibendîyem men ez-seyyâr-ı dervîşân
Dilersin dilberi dilber kılarsın dilberi dilber
Sana da keşf olur dilber mühim esrâr-ı dervîşân
Mekânım batn-ı hût oldu memâtım lâ-yemût oldu
Muhâfız ankebût oldu ben oldum gâr-ı dervîşân
Ebû Bekr ü Ömer Osmân Aliyy-i zî-sehâ merdân
Hilâfet tahtına sultân olan hünkâr-ı dervîşân
Nebî Sıddîkı Selmânî Bahâeddîn ü Geylânî
Şarâb-ı aşk-ı Sübhânî içer huşyâr-ı dervîşân
Ki Hâlidi Seyyid Tâhâ fedâ cân Sıbgatullâh'a
Pîri Tâgî gibi şâha kemer-bes vârî dervîşân
Elâ ey Hazret-i Sâmî keselim kebşi sun câmı
Soyunsun cümle ihrâmı kamu züvvâr-ı dervîşân
Şeb-i isrâ'ya mahrem râ dem-i İsâ'ya hem-dem râ
Cemî'-i derde merhem râ Pîr-i Sâmî'yi dervîşân
Pîrimdir Hazret-i Sâmî derinde kem-ter ağlâmı
Menem hem "hâ"yı "sad" "lâm"ı veren ikrâr-ı dervîşân
113
Nefs elinden kıl benim âzâdımı Allah için
Defter-i uşşâka kayd et âdımı Allah için
Put-perest olmuş bu dil imlâya gelmez çâre ne
Pîr-i Sâmî al bu dîvden dâdımı Allah için
Öyle bir Şeddâd-i zâlim pençesine düşmüşem
Eyle mesrûr bu dil-i nâ-şâdımı Allah için
Nâr ile âb ile hâkden bendimi eyle halâs
Pûte-i aşkında yandır bâdımı Allah için
Mâsivânın illetinden pâk edip bu gönlümü
Kıl tarîk-ı Nakşibend'in hâdimi Allah için
Kur otağı bu gönül şehrinde yak bir şeb-çerâğ
Bana bildir mebde-i mîâdımı Allah için
Sâye-i Sâmî'de şâhım ıyd-ı ekber edelim
Bahş edersen Yûsuf-ı şehzâdemi Allah için
Bu vücûdum şehri yandı büsbütün oldu harâb
Hâlime rahm eyle gör feryâdımı Allah için
Tevbe kıldım sıdk ile sen şâha bîat eyledim
Olmuşum her bir kusûrun nâdimi Allah için
İşbu benlik berzahında kalmışım hayvân-sıfât
Sırfa irgür bu gönül Bağdâdımı Allah için
Cismimi nakşına verdim resmimi Nakkâş'ına
Pîre verdim "hâ"yı "lâm"ı "sâd"ımı Allah için
114
Gel ey derd ehli maşûkun sakın kaçma cefâsından
Bu bir gülzâr-ı fânîdir ne tutmuşsun yakasından
Gülistânı gülü hârdır dolu akreb ile mârdır
Yediğin giydiğin nârdır usanmazsın belâsından
Unuttun ahd-i mîsâkı cemâli nûr-ı müştâkı
Ne çok sevdin bu âfâkı geçemezsin hevâsından
Ne için âleme geldin ne için nefse kul oldun
Ne öğrendin neler bildin ne kesb ettin sivâsından
Bu derdin çâresine bak derûnun aşk oduna yak
Seni eylemesin ihrâk soyun gaflet libâsından
Dünyadan el çek ol fânî ara bul kâmil insânı
Kılagör derde dermânı meded iste atâsından
Olardır vâris-i Ahmed olardır sâhib-i himmet
Olardır âleme rahmet alan feyzi Hudâ'sından
Karışma hikmete ey cân deme bu yahşi bu yaman
Muhabbet âteşine yan doyulmaz hiç safâsından
Sana şeyhin yeter bürhân içip vahdet meyinden kan
Haber al sırr-ı "er-Rahmân ale'l-arşıstevâ" sından
Kemâl-i kudretin izhâr kılıp ol Hazret-i Cebbâr
Kimini kıldı ehl-i nâr celâli iktizâsından
Kimini eyledi mesûd kimini eyledi mesdûd
"Ene'l-Hak" söyledi Nemrûd olub merdûd hatâsından
Kimini eyledi makhûr kimini eyledi ma'mûr
"Ene'l-Hak" söyledi Mansûr olup mesrûr atâsından
Görün şehzâdeler n'oldu birisi sararıp soldu
Biri susuz şehîd oldu bu aşkın mâcerâsından
Bilinmez âlemin fendi bozulmuştur cihân şimdi
Velîler gözlerin yumdu bu asrın dil-rübâsından
Eger himmet erişmezse pîrimiz Şeyh-i Sâmî'den
Halâs olmaz gönül şehri cehâlet kîr ü pâsından
Bu Sâlih sâye-i Sâmî'de yâ Rab kâmyâb olsun
Diler kim aynına çeksin basîret tûtîyâsından
115
Gel ey cân bülbülü gaflette kalma
Muhabbet güllerin görmek dilersen
Bekâ mülküne azm et fânî olma
Muhabbet güllerin görmek dilersen
Hakîkat meyvesin dermek dilersen
Alır hep sâhibi senden bu mâlı
Yeter oldun bu dünyânın hamâlı
Heman sa'y eyleyip artır kemâli
Muhabbet güllerin görmek dilersen
Hakîkat meyvesin dermek dilersen
Nef' vermez sana evlâd ıyâlin
Senindir hep kazandığın vebâlin
Boyansın reng-i dildâre cemâlin
Muhabbet güllerin görmek dilersen
Hakîkat meyvesin dermek dilersen
Cemâli var Celâl kahrında ara
Hayâtı var semûm bahrinde ara
Dilârâyı gönül şehrinde ara
Muhabbet güllerin görmek dilersen
Hakîkat meyvesin dermek dilersen
Firâk-ı yâr ile âh u enîn ol
Ayaklar altına zîr ü zemîn ol
Sözünde sâdıku'l-va'du'l-emîn ol
Muhabbet güllerin görmek dilersen
Hakîkat meyvesin dermek dilersen
Varıp dergâh-ı Sâmî'de karâr et
Ne söylerse sözüne i'tibâr et
Bu yolda vücûdunu ihtiyâr et
Muhabbet güllerin görmek dilersen
Hakîkat meyvesin dermek dilersen
Sakın Sâlih uyuma ayık ol sen
Çalış her bir ulûma fâik ol sen
Hak'ın sevdiklerine âşık ol sen
Muhabbet güllerin görmek dilersen
Hakîkat meyvesin dermek dilersen
116
Şarâb-ı vahdetin hamrın içir dilber dudağından
Gelir bûy-ı muhabbetler senin ahmer yanağından
Yüzün Seb'ul-Mesânî'dir dehânın maden-i hikmet
Lisânın nutk-ı Hak söyler bilen yoktur zebânından
Muhammed nûrudur nûrun demin rûh-ı Mesîhâ'dır
Döner çarh-ı felek durmaz senin aşk-ı hayâlinden
Ledünnî mektebin açtı Hızır gör zulmeti geçti
Hayât-ı câvidân içti senin âb-ı zülâlinden
Senin nûr-ı siyâhındır kaşınla kirpiğin zülfün
Ki durmaz gözlerin sihri atar tîri kabağından
Ki sensin "Ahsen-i takvîm" kanı bir ahsen-i tefhîm
Melâikler alır talîm senin hikmet kitâbından
Senin âşıkların ancak bilirler mebdein şâhım
Zuhûrâtın mukaddemdir hitâb-ı "kün-fekân"ından
Cemî-i âlemin ilmin bilen hem bildiren Allah
Ebu'l-Ervâh bilir ancak seni taksîm hisâbından
Muhammed Sâmî'dir ismin ki yoktur nokta sultânım
Şehâdet mazharı "Nûrun alâ nûr" un çerâğından
Yakıp bu benliğim şehrin yalancı nefsimi katl et
Halâs et Sâlih'i şâhım içir vahdet şarâbından
117
Bize deryâ-yı vahdetten haberler söyleyen gelsin
Hakîkat güllerin görüp bizi mest eyleyen gelsin
Ne bilsin hâl-i aşkı mekteb-i irfâna girmezse
Bu meydân-ı muhabbettir başın top eyleyen gelsin
Sarardı gül yanaklar semm-i mârın şerbetinden gör
Şarâb-ı aşk budur şâhım bugün nûş eyleyen gelsin
Boyandı kana dil şehri kuruldu Kerbelâ cengi
O yâre karşı cânın teşne-kurbân eyleyen gelsin
Kelâm-ı ehl-i taklîdi neder ehl-i muhakkıklar
Maârifle özün deryâ-yı irfân eyleyen gelsin
Pîr-i Sâmî gibi şâhın eşiğine koyup başın
Velîler gönlüne gir kulu sultân eyleyen gelsin
Göz ile dil kulak kapıların bend eylegil Sâlih
Eriş kalb-i selîme kuş dilini söyleyen gelsin
118
Deccâl nefsini zem etti Kur'ânda Allah
Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin
Kibr ile hasedle geçirip ömrünü eyvâh
Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin
Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin
Tedbîr ile takdîri düşün sen seni yorma
Gel Âdem'e secde idegör sıdk ile durma
Sâmî gibi sultâna yürü gayrıyı sorma
Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin
Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin
Sorsam ana irâde nedir hâlini bilmez
Ucb ile atar lâfı kaderden geri durmaz
Bir sırr-ı Hudâ'dır bu dahi aklımız ermez
Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin
Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin
Hep bizleri zem eyleyen ahlâk-ı zemîme
Gönül mü verir dervîş olan dîv-i recîme
Mahrûm-ı ebed kaldı olar rü'yet-i Rahîme
Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin
Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin
Bil ki dem-i İsâ'durur enfâs-ı Muhammed
Hem Sâmî-durur mazhar-ı esmâsı Muhammed
Hem şehr-i hakîkat ilinin hâsı Muhammed
Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin
Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin
Ey nefs-i mârım sanma ki sen insân olacaksın
Ettiklerini Sâlih'e bir bir bulacaksın
Sâlih gider âhir gine hayvân kalacaksın
Zem olmuş iken sen kimi zem edebilirsin
Sanma ki hakîkat iline gidebilirsin
119
Pîrime râbıta oldum bir eşref vaktü saâtte
Sanasın kim ayân oldu doğup burc-ı saâdetten
Bu gönlüm öyle mest oldu memât iken hayât buldu
Gene irfân ile doldu acâib bahr-i hikmetten
Hakîkat Hızr'ı Mûsâ'yı efendimden suâl ettim
Dedi Mûsâ hidâyettir doğar burc-ı saâdetten
O bir hûbân-ı zîbâdır iki yüzden eder seyrân
Biri dünyâyı seyr eyler eder hükmü imâretten
Bu yüz zâhir şerîattır bu yüz sırr-ı nübüvvettir
Delîl-i peyk-i hazrettir beyân eyler risâletten
Bu yüzdür mazhar-ı Rahmân bu yüzdür sırr-ı "er-Rahmân"
Bu yüzdür maksad-ı ekvân değil hâlî kerâmetten
Hızır bir gizli Leylâdır Hızır bir özge me'vâdır
Hızır tevfîk-ı Mevlâ'dır bilir her bir işâretten
Varıp Hızr ile zulmete o cevher taşları kimdir
Hayât-ı câvidân içmek nedir söyle bu hâletten
Hızır mürşid-i kâmildir o zulmet kalb-i câhildir
Cevâhirler şerîattır özün kurtar cehâletten
Kelâmı Hazret-i Kur'ân odur hem derdlere dermân
Hem oldur hüccet ü bürhân açar râhı hidâyetten
Ledünnî ilmi deryâdır balık nefsindir ey kardaş
Bekâbillah bu menzildir hayât buldu nihâyetten
Şerîat ilmini icrâ kılan bir mürşidi ara
Eriştirsin seni yâra ebed kurtul nedâmetten
Zamânın Hızrını iste semânın bedrini iste
Gecenin Kadrini iste özün kurtar dalâletten
Delîlim rehberim pîrim Muhammed Hazret-i Sâmî
Şarâb-ı vahdeti sun kim yürek yandı harâretten
Nice bir içeyim semden halâs et bizleri gamdan
Diler Sâlih efendimden işâretler beşâretten
120
Pîrimden gönlüme doğdu muhabbet
Hakîkat hâlin izhâr eylerem ben
Zuhûra geldi bir esrâr-ı hikmet
Dilimden bunu iş'âr eylerem ben
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Ahad'den hem zuhûra geldi Ahmed
Muhabbetten yaratıldı Muhammed
Terinden cümle âlem giydi hil'ât
Kimi süflâ kimisi ehl-i iffet
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Ki "er-Rahmân ale'l-arşistevâ"dır
O ismin mazharı hem Mustafâ'dır
Bunu bilen kamu ehl-i safâdır
Bu remzim ehl-i nâdâna hafâdır
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Sıfât-ı Çâr-yârı kıldı mahrem
Birinci Hazret-i Sıddîk-ı A'zam
İkinci Âdil-i Fârûk-ı Ekrem
ºçüncü zî-hayâ Zin-nûreyn efham
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Dahi dördüncüsü sâhib-sehâdır
Velâyet Haydarı Şîr-i Hudâ'dır
Ki dâmâd-ı Muhammed Mustafâ'dır
Dahi Âl-i şehîd-i Kerbelâ'dır
Zuhûratı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Tarîkımız Tarîk-ı Nakşibendî
Kamu ehl-i tarîkin ser-bülendi
Kolumuz Hâlidî'dir dil-pesendi
Girenler hâb-ı gafletten uyandı
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Erişti Şeyh-i Abdullâh'a nûru
Seyid Tâhâ'da ol kıldı zuhûru
Ana bîat eden buldu huzûru
Terakkî eyleyip buldu sürûru
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Emânet Sıbgatullâh'a dayandı
Cemâli Hak boyasıyla boyandı
Kabâil cümle gafletten uyandı
Füyûzâtı Semerkand'e dayandı
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Erişti Şeyh-i A'zam Pîr-i Tagî
Velâyet şehrine kurdı otağı
Müzeyyen eyledi sahrâyı bâğı
Gönül şehrinde yandırdı çerâğı
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Erişti Sâmî-yi devr-i zamâne
Safâ-bahş etti kalb-i ârifâne
Nice bin mürde kalbler geldi câne
Kılan bîat girer dârü'l-emâne
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
Muhammed Şeyh-i Sâmî'dir Pîrimiz
Bilâdı şehr-i Erzincân yerimiz
Bir ednâ Sâlihem Oldur şîrimiz
Derinde kemterinin kemteriyiz
Zuhûrâtı pîrimden söylerem ben
Bu yolda cânı kurbân eylerem ben
121
Gel cânını terk eyle ki cânân doğa senden
Hem kalbini pâk eyle ki irfân doğa senden
Aldanma sakın sözlerine dîv-i recîmin
Ver kuvvetini rûha ki vildân doğa senden
Tevhîd topunu destine al "Hû"ya devâm et
Bir gün ola Haydar-sıfât arslân doğa senden
Süfyânîlerin sözlerine eyle tahammül
Sabr eyle gönül derdine dermân doğa senden
Ey murg-ı gönül âlem-i süflîde dolaşma
Ulvîde olan ravza-i gülşân doğa senden
Kibr ile hased eyleyüben olma muannid
Ol asl-ı sehâ lutf ile ihsân doğa senden
Dil şehrine gir mekteb-i irfâna kadem bas
Bul hâtemini hükm-i Süleymân doğa senden
Cân vermede Cercis gibi ol derd ile Eyyûb
Katl eylegör nefsini kurbân doğa senden
Ya'kûb oluben kûşe-i ihsânda karâr et
Bir gün ola ki Yûsuf-ı Ken'ân doğa senden
Tut dâmenini Hazret-i Sâmî gibi pîrin
Ol rûh-ı Muhammed'deki seyrân doğa senden
Sâlih seni terk eyleyip öz nefsini fehm et
Zulmette yürü şems ile tâbân doğa senden
122
Bedensiz bir güzel gördüm efendim
İlikten damardan kandan içeru
Cânân illerinden sordum efendim
Bir cân vardır gizli cândan içeru
Niceleri vardır hicrân gölünde
Çok Mansurlar vardır zülfün telinde
Hakîkat şehrinde cânân ilinde
Bülbüller var o gülşandan içeru
"Kün fekân" emriyle döner bir dolâb
Öğüdür âlemi misl-i âsiyâb
İnceden incedir olunmaz hisâb
Çok hikmet var "Kün fekân" dan içeru
Geçmeyenler bilmez çarh-ı çenberi
İçmeyenler bilmez âb-ı Kevseri
Bir gece Pîrimden aldım haberi
Mekân vardır lâ-mekândan içeru
Gül bülbülü gördü çıktı kabından
Bülbüller uyandı kalktı hâbından
Pervâneler geçti âteş bâbından
Azm eyledi gülistândan içeru
Bu ne ayrılıktır bu ne iftirâk
Benlik irâdesin elinden bırak
Her neye bakarsan Hak gözüyle bak
Gör neler var bu ekvândan içeru
Pîr-i Sâmî gibi bâtın sultânı
Ârif-i billahtır yoktur akrânı
Reşâdet bâbından açmış meydânı
Çok merdân var o meydândan içeru
Sâlih ne yatarsın uyan dediler
Sıdk ile Allah'a dayan dediler
Hak gizli değildir ayân dediler
Çok ihsân var bu ihsândan içeru
123
Umûrun Hakk'a tefvîz et n'ederse ol eder yâ Hû
Aradan benliğin mahv et gözet neyler kader yâ Hû
Bu gaflet uykusundan kalk kamu bildiklerin bırak
Cihâna bir güzelce bak gelen durmaz gider yâ Hû
Düşün bir geldiğin ili ne taraftan gider yolu
Kişi kazandığı mâlı çobân olur güder yâhu
Ne için âleme geldin ne için tutulup kaldın
Yalancı nefse kul oldun seni tutmuş yeder yâ Hû
Pîr-i Sâmî'ye var kardaş akıtsın gözlerin kan-yaş
Sana olmazsa Ol yoldaş olursun derbeder yâ Hû
Görün Sâlih bî-hemtâyı gezerken kûh u sahrâyı
Gönül buldu dilârâyı bu gavgâyı n'eder yâ Hû
124
Mecnûn'u görün n'etti Leylâ'daki âh ile
Ferhâd da Şîrîn için gör neyledi dağ ile
Her birisi bağlandı bir âhenîn bağ ile
Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile
Sûretlere aldanma bu nefse alâmettir
Benliğine dayanma bil sonu nedâmettir
Herbir yola inanma sanma ki selâmettir
Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile
Gör neyledi pervâne bir şem'-i çerâğ ile
Bülbül düşüp efgâna bir gonca-i zâğ ile
Her birisi bend oldu bir türlü duzâğ ile
Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile
Her kim ki tenezzülden kurtarmadı kendini
Ayılmadı gafletten çözemedi bendini
Teslîm oluben pîre dinlemedi pendini
Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile
Gör âşıkı ol mâhı şakk eyledi parmağı
Teşneleri kandırdı parmakları ırmağı
Âşıkları yandırdı gül vechiyle yanağı
Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile
Bul Sâmî gibi şâhı seyr et ulu dergâhı
Sâlih gibi yok yere eyleme kuru âhı
Sohbette müdâvim ol nefsinden ol âgâhı
Sen seni âşık sanma bir beyhûde âh ile
Var etti özün anlar ol nûr-ı İlâh ile
125
Saâdet burcunun sultânı sensin yâ Resûlallah
Kamu derdlilerin dermânı sensin yâ Resûlallah
Dahi hem âlem-i a'mâda iken cümle esmâlar
Zuhûrı âlem-i a'yânı sensin yâ Resûlallah
Dahi hem "küntü kenz" esrârının bil mahremi sensin
Makâmındır senin hem "Kâbe kavseyn" yâ Resûlallah
Çü doğdun Mekke'de kıldın Medîne şehrine hicret
Kamu ebrârın îmânı çü sensin yâ Resûlallah
Zuhûrâtın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem
Dü âlemde Ebü'l-Ervâh ki sensin yâ Resûlallah
Murâdın teşrîf-i mi'râcdan vücûd-u âlemin gezdin
Zemîn ü âsumânın nûru sensin yâ Resûlallah
Cemî-i enbiyâ cümle sana hep ümmet oldular
Hüviyyet bâbının miftâhı sensin yâ Resûlallah
Pirîmiz Hazret-i Sâmî senin vârislerindendir
Ulüvv-i himmeti hem şânı sensin yâ Resûlallah
Bu Sâlih himmet-i pîri ile bildi seni şâhım
Kelâmın hücceti bürhânı sensin yâ Resûlallah
126
Hakîkat şehrinde bir güzel gördüm
Bir göreni göremedim ne çâre
Sevdâ-yı aşkından yanıp kül oldum
Bir bilen yok soramadım ne çâre
Bir zamân bekledim Leylâ dağını
Bir zâman bekledim gül budağını
Bir zamân bekledim yâr otağını
Vâsıl-ı yâr olamadım ne çâre
Andelîbin işi âh u zâr olur
O nasıl güldür ki tezce hâr olur
Bir gönül kul olur gâh hünkâr olur
Ben bu sırra eremedim ne çâre
Bir gülün ki hârı vardır yâr demem
Kansız dîdelere âh u zâr demem
Yüzünü görmeden yârim var demem
Ben bu yâri bulamadım ne çâre
Niceleri yâr der gönlü binâda
Niceleri yâr der gönlü zinâda
Nicesinin gönlü bey' ü şirâ'da
Bu yâr kimdir bilemedim ne çâre
Duydum ki yârimin yeri Kâf imiş
Dillerde söylenen kuru lâf imiş
Aslını sorarsan "nûn" u "kâf" imiş
Pâyine yüz süremedim ne çâre
Meded Pîr-i Sâmî bir gör hâlimi
Bu Sâlih'e çok ettiler zulümi
Aç vuslat perdesin göster gülümi
Çok ağladım gülemedim ne çâre
127
"Hû" deyip devrâna geldim bu cihâne çâre ne
Çok zamândır hâdim oldum ben bu hâne çâre ne
Dört anâsırla mürekkeb mâyemiz derttir bizim
Hicr ile döndü elif kaddim kemâne çâre ne
Arayıp "yüz elli" de "yüz üç" makâmın bulmuşam
Anın için düşmüşem âh u figâne çâre ne
"Otuz iki"nin "otuz iki" kapısı vardurur
Otuz iki hâdimi var hâricâne çâre ne
Hem otuz iki hükümdâr her tarafta hükm eder
Hizmeti zordur buların sâdıkâne çâre ne
Olmadı dil şehri aslâ mekr-i tûfândan halâs
Girmedi asla sefînem bahr-i âne çâre ne
Bu cihan halkını gördüm cümlesi hizmettedir
Her birini gezdiribdir âb u dâne çâre ne
Gel hakîkatle nazar kıl bu cihânın halkına
Cümlesinin dirliği ceng ü cidâldir çâre ne
"fakrî fahrî" ihtiyâr et sen sana gel ey gönül
Gel Hak'ı sen sende bul gitme yabane çâre ne
Gir muhabbet âlemine giy melâmet hırkasın
Halkı koy desin sana olmuş dîvâne çâre ne
Her kazâ çevgânına karşı duran bir ben miyim
İşte geldim âhiri dârü'l-emâne çâre ne
Ma'şûkun cevri tükenmez hem belâsı âşıkın
Dûd-ı âhım erdi heft-âsumâne çâre ne
Halk-ı âlem cümlesi mir'âtım olmuştur benim
Seyr ederim her taraftan yane yane çâre ne
Her ne var a'lâ vü esfel hep sıfâtımdır benim
Ger akıllı ger dîvâne câhilâne çâre ne
Bir acâib bahre düştüm âbı yok tûfânı çok
Gelmişim ihlâs ile sen keştibâne çâre ne
Pîr-i Sâmi gibi şâha eylemişem bîati
Girmişem dergâh-ı pîre âşıkâne çâre ne
Gel yeter ağlatma şâhım bu zaîf bî-çâreni
Ağlamaktan eşk-i çeşmim döndü kane çâre ne
Darb-ı bahrân târih-i tevellüdüm olmuş benim
Müddet-i ömrüm erişti şimdi câne çâre ne
Sâlihem senden murâdım "fakrî fahrî" dir benim
Yok huzûr ile yüzüm varam dîvâne çâre ne
128
Mâlikimin mülküne mihmân oluram kime ne
Sâni'in sun'un görüp hayrân oluram kime ne
Gâh oturup derd evinde beklerem Eyyûb gibi
Dost yolunda cân verip kurbân oluram kime ne
Gâh olur perrende-vârî seyr ederem âlemi
Gâh durup bir kûşede pinhân oluram kime ne
Gâh firâk-ı hasret-i yâr ile mahzûn oluram
Gâh açılıp gül gibi handân oluram kime ne
Gâh oluram çok muhannet bir megesten korkaram
Gâh olur ki bir kagan arslan oluram kime ne
Gâh olur eğnime şâldan giyerem atlas harîr
Gâh olur ki soyunup uryân oluram kime ne
Gâh Nesîmî-veş bu cismim cildini üzdürürem
Her belâ çevgânına kalkan oluram kime ne
Ümmîyem ben zerre denli ilme yoktur tâkatim
Gâh olur ilm ile bî-pâyân oluram kime ne
Gâh giderem halk içinde lâübâlî söylerem
Gâh huzûr-ı pîre varıp fân'oluram kime ne
Gâh girip bâzâr-ı aşk içre oluram muhtesib13
Hakkı bâtıldan seçip irfân oluram kime ne
Gâh olur ehl-i cehennem yakaram bu âlemi
Gâh behişte hûrî vü gılmân oluram kime ne
Gâh girip zindân içinde beklerem Yûsuf gibi
Mısr-ı dilde gâhi de sultân oluram kime ne
Gâh gönül bahri coşup ağzım döker dürdâneler
Gâh olur bildiklerim nisyân oluram kime ne
Pîr-i Sâmî şeyhimizdir ben bir ednâ Sâlihem
Sâyesinde vâsıl-ı cânân oluram kime ne
129
Bir kimseye kim yâr ola tevfîk-i hidâyet
İrfân ile deryâ oluben kalbi coşar da
Gönlünde tulû' eyler anın aşk u muhabbet
Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde
Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Bir yerde ki gül yoktur o gülşâneye varmam
Hem sohbet-i pîr olmadığı hâneye varmam
Aşk ehlinin ahvâlini pervâneye sormam
Âşık olanın ciğeri yanar da pişer de
Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Bu girye-i nâlânıma kıl merhamet ey şâh
Pek güç bulunur sen gibi bir ârif-i billah
Öğmüş de yaratmış seni Ol Hazret-i Allah
Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde
Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Ey zühd ile veren bana tebşîre-i cennet
Biz münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet
Âşık olanın maksûdu matlûbesi rü'yet
Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde
Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Göster bana sensiz yeri ey Hazret-i Mevlâ
Bir yerde ki sen varsın o yer hep bana me'vâ
Aşkını vezîr eyledi gör hüsnünü Leylâ
Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde
Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Kim şeyhini Hak bilmedi Hakk'ı dahi bilmez
Yok eylemeyen varını maksûduna ermez
Sâmî gibi bir âşık-ı Yezdân ele girmez
Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde
Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Sâlih tutagör sıdk ile sen dâmen-i Pîri
Bu asrın Odur kâmili hem kutbu emîri
Hem şehr-i hakîkat ilinin mâh-ı münîri
Görün nice mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde
Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
130
Bahr-ı aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile
Katreler deryâ olur cem'iyyet-i kübrâ ile
Mekteb-i aşka girip oku hakîkat dersini
Müddeî lâf eyleme gel bir kuru da'vâ ile
Ehl-i aşkın derdinin dermânı vuslattır begim
Sen benim derdime dermân olamazsın ey hekîm
Öyle bir sultâna hâdim olmuşam âlemde kim
Bir nefesi ayrı değildir Hazret-i Mevlâ ile
Hazret-i Pîrim delîlimdir Halîlimdir benim
Dil sarâyı ravza-i beyt-i celîlimdir benim
Ana teslîm ettiğim nefs-i zelîlimdir benim
İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmâîl'e
Okuruz ders-i "aref"ten Hızr'ın olduk mahremi
Bülbülü bâğ-ı hakîkat güllerinin şebnemi
Nûrumuz nûr-ı Muhammed nefhamız Âdem demi
Hem-demiyiz Sûr'a hâcet kalmadı İsrâfîl'e
Ten ile âbım turâba nâr ile bâdım hevâ
Cânımı cânâna verdim aradan çıktı sivâ
Nokta-i sırrım semâ " Rahmân ale'l-arşistivâ"
Kabz için bir ihtiyâcım kalmadı Azrâil'e
Gönlümün şehrinde şeyhim oldu seyrânım benim
Pîr-i Sâmî Hazreti feth etti meydânım benim
Eşk-i çeşmim rûz u şeb seylâb-ı bârânım benim
Teşnelikte ihtiyâcım kalmadı Mikâîl'e
Hamdulillah ermişim bir server-i hünkâra ben
Fâriğ-ı âzâde oldum düşmezem efkâra ben
Sâlihem sıdk ile verdim dilimi dildârâ ben
Mekteb-i aşk içre hâcet kalmadı Cebrâîl'e
131
Dermân idegör derdime ey Hazret-i Sâmî
Çekmeğe tâbım dahi yok işbu elemi
Dil şehrini baştan başa hep aldı harâmî
Ey şîr-i Hudâ eyle kabûl işbu recâmı
Bir bende-i nâçîze gedâyem bu arada
Hem lâl ü lebin teşnesiyiz sun bize câmı
Âlemde bu cân derdine dermân seni buldum
Sen sarmayıcak kim saracak işbu yaremi
Sen bizlere mir'ât-ı Hudâ'sın bu arada
Dil-teşnelerin sende durur vuslatı kâmı
"İllâ"ya geçir koyma bizi menzil-i "lâ" da
Hicrân oduna yakma şâhım eyle keremi
Benlik bizi bend eyledi bir saht-ı kemende
Ko erreyi başıma dağıt işbu yuvamı
Ol Yûsuf-ı cânânımı zindânda bırakma
Ten Ya'kûb'unun ref' et gözünden bu gamâmı
Gasbetti sefînem benim emmâre-i nefsim
Ol gamzelerin tîriyle katl et bu gulâmı
Tahtındaki gencîne-i dîvârımı doğrult
Ey Hızr-ı zamânım bu işe eyle devâmı
Gel eyle rehâ şirk-i hafîden ve celîden
Ref' eyle gönülden çıkarıp hubb-ı sivâmı
Derd ile belâ çekmede Eyyûb'u da geçtim
Dermân idegör derdime ey Hazret-i Sâmî
Ten hasta bu cân hasta yürek yaralı Sâlih
Bilmem ki nedir sevdiğimin bende merâmı
132
Dehre gelenin her biri bir kâr ile gitti
Mü'min olanın cümlesi ebrâr ile gitti
Ol kimseye kim ermedi eltâf-ı inâyet
Zulmette kalıp zümre-i füccâr ile gitti
Anlar ki özün kurtaramaz nefsin elinden
Girdâba düşüp âlem-i devvâr ile gitti
Kâl ehli dahi kâlini irgürmedi hâlâ
Kesrette kalıp âlem-i ağyâr ile gitti
Mecnûn'u görün oldu kamu dillere destân
Leylâ diyerek âhiri ol zâr ile gitti
Ferhâd dahi Şîrîn için dağları deldi
Verdi serini O da o ikrâr ile gitti
Bülbül dahi feryâd ederek gül budağında
Lâl oldu dili görmedi ol hâr ile gitti
Pervâneyi gör şem'i görüp cânını attı
Mahvetti özün ol dahi ol nâr ile gitti
İzhâr idüben eyledi dâ'vâ-yı "Ene'l-Hakk"
Mansûr'u görün ol dahi ber-dâr ile gitti
Ol serverimiz Ahmed ü Mahmûd u Muhammed
Ol "sûre-i İsrâ"daki esrâr ile gitti
Hem âlim ü kâmiller ile bunca velîler
Bunlar dahi her biri bir âsâr ile gitti
Teblîğ ederek bizlere ahkâmını Hakk'ın
Bu zümre kamu rü'yet-i dîdâr ile gitti
Sâmî gibi sultâna kılan sıdk ile bîat
Ol rûy-ı Muhammed'deki envâr ile gitti
Sâlih ise hep benliğini pîrine verdi
Çıktı aradan vuslat-ı dîdâr ile gitti
133
Yandırdın derûnum nâr-ı Nemrûd'a
Gülşanımın vakti yetişmedi mi
Bütün cism ü cânım eyledin hurda
Azâlarım yanıp tutuşmadı mı
Rûz u şeb eylerim âh ile vâhı
Âhıma bir sebeb kaldı mı dahi
Yâ kabz et rûhumu ya aç bu râhı
Figânım dergâha yetişmedi mi
Ömrüm "nûn" u geçti "câna" dayandı
Arz-ı hâlim âlî-şâne dayandı
Eşk-i çeşmim bahriâne dayandı
Bilmezem ki varıp karışmadı mı
Sâlihem düşmüşem âh u feryâda
Çok ağladım gelen yoktur imdâda
Ümîdim var Pîr-i Sâmî Mevlâda
O da bizden küsmüş barışmadı mı
134
Cân bülbülü ne ağlarsın kafeste
Azm-ı râh et bir gülşane var yüri
Yandırdın derûnum her bir nefeste
Ben bir yane sen bir yane var yüri
Hicrân göllerine atılamadım
Kul olup hanlara satılamadım
Feleğin kahrından kurtulamadım
Bir zamân da kûhistâne var yüri
Karşına almışken gonca gülünü
N'oldu sana terk eyledin ilini
Hele bir zamân da lâl et dilini
Bir hekîm-i hâzıkâne var yüri
Ben çekemez iken kendi belâmı
Sen açtın yürekte türlü yaramı
Beni de ağlatma eyle keremi
Himmet ehli bir merdâne var yüri
Bu garîb illerde kalma âvâre
Isırdırlar seni çok semmî mâre
Bulmak ister isen bu derde çâre
Kemâl ehli bir sultâna var yüri
Gönülden bây olup dilenci olma
Sıdk ile teslîm ol yalancı olma
Nezâfet ehli ol külhâncı olma
Edîbâne ol dîvâne var yüri
Dergâh-ı Sâmî'de var kıl fizâhı
Odur âşıkların püştü penâhı
Zemînin kutbudur semânın mâhı
Sâmî gibi âlî-şâne var yüri
Sâlihem derdime dermânım Oldur
Gönlümün şehrinde sultânım Oldur
Hakîkatte şâh-ı merdânım Oldur
Murg-ı cânım âsümâne var yüri
135
Ey erenler arslanı
Geldin imdâda sâkî
Doldurdun Erzincân'ı
Nûr u ziyâda sâkî
Nisbet-i Pîr-i Tagî
Sende kurmuş otağı
Sînen cevahir dağı
Dağıtma yâde sâkî
"Allah'u nûrun" nûru
Sende kılmış zuhûru
Cismin tecellî Tûru
Gönlün me'vâde sâkî
Dîdâra karşı cânın
Aynıdır hem îmânın
Solmaz gonca dehânın
Gül-i şinâde sâkî
Ey andelîb-i Hudâ
Sohbetin rûha gıdâ
Sendedir râh-ı Hudâ
Zât u Esmâda sâkî
Nefha-i Âdem demi
Seninledir hem-demi
Hasta diller merhemi
Sende ziyâde sâkî
Ey sûret-i insânî
Asrın şâh-ı merdânı
Kıl bizlere ihsânı
Bâb-ı sehâda sâkî
Sensin Hakk'ın halîli
Âşıkların delîli
Saykal eyle bu dili
Nûr-ı cilâda sâkî
Himmetü'r-ricâl sende
Taklîü'l-cibâl sende
Her türlü kemâl sende
İşbu arada sâkî
Sensin Yûsuf-ı Ken'ân
Hüsnüne cümle hayrân
Sen beni eyle kurbân
Verme cellâda sâkî
Kul eyle bu dergâha
Ey enfâs-ı Mesîhâ
Ümmet oluben şâha
Geldim irşâda sâkî
Mebde ile meâdım
Bilmekliğe mu'tâdım
Şâd et dil-i nâşâdım
İrgür âbâda sâkî
"Men aref" in sırrını
Sende buldum dürrini
Hakîkatin bahrini
Eyle küşâde sâkî
Dârü'l-emân sendedir
Ayn-ı îmân sendedir
Hak nümâyân sendedir
Vakt-i evhâda sâkî
Varlık dağın delmeyen
Ağlar iken gülmeyen
Şeyhini Hak bilmeyen
Düşer hüsrâna sâkî
Ledünnî vâridâtın
İsm-i zâttır evrâdın
Şefîisin usâtın
Haşr-ı kübrâda sâkî
Esrâr-ı rûh-ı âlem
Gönlündür levh ü kalem
Bir miskîn kem-ter kulam
Bâb-ı rızâda sâkî
Rûh-ı musavver sensin
Nûr-ı münevver sensin
Encüm-i enver sensin
Şehr-i sabâda sâkî
"Küntü kenz"in esrârı
Seninledir iş'ârı
Nutkun Mesîhâ-vârî
Kalbi ihyâda sâkî
Destin kudret kabzası
Ehl-i aşkın cezbesi
Gönlün tevhîd ravzası
Hubbun Mevlâ'da sâkî
Halîl'in gülistânı
İsmâîl'in kurbânı
Hem mürşid-i Rabbânî
Feyz-i şümâda sâkî
Ahadden hem Ahmed'i
Bilirsin Muhammed'i
Koyma bu mukayyedi
Bend-i gulâda sâkî
Sil mâsivâyı tenden
Ref' et hicâbı cândan
Al benliğimi benden
Gitsin irâde sâkî
Vâridâtın nûr dağı
Derûnun cennet bâğı
Ağzın hayât ırmağı
Kelâmın bâde sâkî
Vechinde yedi âyet
Fâtiha'ya işâret
Ey neyyir-i hidâyet
Seb'a semâda sâkî
Sensin Hakk'ın habîbi
Derdlilerin tabîbi
Bırakma bu garîbi
Dâr-ı fenâda sâkî
Günü tuttu himmetin
İlhâm-ı Hak sohbetin
Cevlân eder nisbetin
Fevka'l-ulâda sâkî
Şehr-i hakîkat gülü
Sensin yine bülbülü
Koymagıl ehl-i dili
Menzil-i "lâ"da sâkî
Rûh-ı akdes sultânı
Cân derdinin dermânı
Sâmî-yi Erzincânî
Şeyhü's-saâde sâkî
Sâdık kuldur Sâlih'in
Düşmüş kaldır Sâlih'in
Şâhım güldür Sâlih'in
İrgür murâda sâkî
136
Kılalım zârılık Hakk'a edelim çok münâcâtı
Delîlimiz Muhammed'dir kabûl etmez mi hâcâtı
Gönül şehrin müzeyyen kıl gözet dâim kulûbâtı
Gelir sana Hudâ'dan çok büyük mihmân seher vakti
Bizim bu benliğimizdir düşürmüş bizi girdâba
Bu bir sihr-i muazzamdır bizi bend etmiş etnâba
Teşebbüs edelim sıdkı hulûs ile bir esbâba
Duâmız müstecâb eyler bizim gufrân seher vakti
Açıldı ravza-i tevhîd ne durursuz uyanıklar
Gülün şeb-nem zamânıdır erişin bağrı yanıklar
Salâdır cem olunsun reng-i dildâre boyanıklar
Cemâlin arz eder âşıklara cânân seher vakti
Erişti nefha-i Rahmân açıldı lâle sünbüller
Okurlar ism-i a'zam cümle kudsîler ve bülbüller
Bu esrâr-ı ilâhîden haberdâr olmayan diller
Ne yatarsın behey gâfil uyan bir an seher vakti
Bütün uşşâkı mest etti çıkuben Ravza'dan bûyı
Zemîni âsumânı hep münevver eyledi rûyı
Kanı berdâr olan gelsin göründü ebrudan mûyı
Bu bir ıyd-ı muazzamdır olun kurbân seher vakti
"Nefahtü fîhi min rûhî" unutma ey garîb insân
Düşün bir mebde-i aslın nice bir gezersin hayvân
Duhûl et kalb-i irfâna bu derde bulasın dermân
Hitâb-ı "ircıî" Hak'tan gelir her an seher vakti
Tarîk-i Nakşibendî'den alanlar vuslat-ı kâmı
Figânı andelîb-âsâ ederler subh ile şâmı
Kulûb-ı sâliki ihyâ kılar hep nisbet-i Sâmî
Dolar bûy-ı Muhammed'le bu Erzincân seher vakti
Pîrimiz Şeyh-i Sâmî'dir Muhammed'dir Anın ismi
Bekâbillâh olup zâtı tecellî Tûrudur cismi
Boyanıp reng-i dildâre bilinmez anların resmi
Okurlar mekteb-i dilde bular Kur'ân seher vakti
Beni benlik harâb etti bu yüzden olmadım ma'mûr
Dökülür gözlerim yaşı sanasın mislidir yağmur
Tecellî eylese dilber gönül şehri olur mesrûr
Urur mevci gelir cûşa kamu ummân seher vakti
Beni benlik harâb etti dilimde kuru da'vâdır
Kulûb-ı mutmainnem var pîrim uşşâk-ı Mevlâ'dır
Cefâkeş Sâlihem bilmem serimde bu ne gavgâdır
Ulüvv-i himmetin muhtâcıyam sultân seher vakti
137
Derdim yeni baştan beni da'vâya düşürdü
Dil şehrini gam leşkeri gavgâya düşürdü
Bildim buların kasdı hemân cümle banadır
Nefsim beni fenniyle bu ârâya düşürdü
Gördüm ki durur ortada bir âfet-i devrân
Bir hande ile aklımı yağmaya düşürdü
Verdim serimi gamzelerin tîrine karşı
Vuslat diledim anı da ferdâya düşürdü
Gönlüm evine doldu bir ummân-ı muhabbet
Keştîm dağılıp âhiri deryâya düşürdü
Ol arada bir Hızr-ı zamân tuttu elimden
Aldı beni bir menzil-i sahrâya düşürdü
Saldı bu gönül şehrine bir âteş-i aşkı
Bu aşk beni bir gizlice sevdâya düşürdü
İzhâr edemem izmarı dahi bağrımı deldi
Âhir beni bir kâmil-i kübrâya düşürdü
Rahm eyledi bu abdine Feyyâz-ı hakîkat
Sâmî gibi bir pîr-i hemtâya düşürdü
Berzahdan alıp Sâlihini kattı sürüye
Bir anda bu dil şehrini me'vâya düşürdü
138
Gece gündüz kılaram zârı leylî
Meni kıl mahrem-i esrârı leylî
Menem Mecnûn senin hüsnüne hayrân
Dilemem senden özge yârı leylî
Ne noksân erişir hüsnüne bilmem
Cemâlin eylesen izhârı leylî
Ulü'l-ebsâr olup hüsnün görenler
Dilemez başka bir dildârı leylî
Cemâlin şem'ine müştâk olanlar
N'eder cennetteki ebrârı leylî
Nice Mansûr'a söylettin "ene'l-Hakk"
Kuruben karşısına dârı leylî
Tecelli eyleyip zülfün telinden
Sonunda eyledin berdârı leylî
Pîr-i Sâmî gibi sultânı buldum
Gerekmez başka bir dildârı leylî
Bu Sâlih mest olup mestâne söyler
Edeli aşk ile bâzârı leylî
139
Sebeb-i necâtım Hazret-i Sâmî
Esîr-i nefs etme dünyâya bizi
Hercâi nefsimin çoktur sitemi
Salar günden güne gavgâya bizi
Hubb-ı Rüstem'imi bend et pâyine
Fırsat verme bu emmâre hâine
Bu günkü ihsânı koyma yarıne
Düşürme sultânım ferdâya bizi
Teveccüh olunca herbir ihvâna
Mürde kalblerimiz gelirler câna
Murg-ı cânlar başlar âh u figâna
Çıkar bu berzahdan bâlâya bizi
Senin himmetlerin bize yâr iken
Vâridâtın cümle gül-izâr iken
Şâhım gibi Mevlânamız var iken
Bend etme bir gayrı Leylâ'ya bizi
Mâsivâdan ref' eyleyip gönlimi
Cemâline müştâk ettin aynimi
Evlâd u ıyâlden kesip meylimi
Düşürdün bir aceb sevdâya bizi
Âriflerin kıyâmeti dâimdir
Kulûbu hep mâsivâdan sâimdir
Biz gaflette isek pîrim kâimdir
Bırakmaz berzah-ı süflâya bizi
Kalmadı gönlümün sabrı ârâmı
Mürüvvet bâbından eyle keremi
Burda temîz eyle her bir davâmı
Bırakma mahşer-i kübrâya bizi
Aşkına Hazret-i Pîr-i Tagî'nin
Reîs-i evliyâ dîn çerâğının
Hakîkat bahrinin çâr ırmagının
Keştibân eyle o deryâya bizi
Al benligimizi gitsin irâde
Arz eyle cemâlin irgür murâde
Vasıtamız sensin işbu arâde
Eriştir menzil-i a'lâya bizi
Kibrît-i ahmerdir şeyhin nefesi
Yakar dil şehrinde bırakmaz pası
Berâberdir Pîr-i Tâgî Mevlâsı
Dâim cezb ederler me'vâya bizi
Cânım fedâ olsun Resûlullâh'a
Bizi kabûl etti âlî dergâha
Emr eyledi şeyhim Muhammed Şâh'a
Çıkardı zulmetten bedrâya bizi
Pîr-i Tagî ile hem Seyyid Tâhâ
Kabûle sebebdir anlar bu râha
İlticâ edelim Sıbgatullâh'a
Kendi boyasıyla boyaya bizi
Bâis-i hayâtım Pîr-i Sâmî'dir
Şefî'-i usâtım Pîr-i Sâmî'dir
Dilimde evrâdım Pîr-i Sâmî'dir
O'dur cezb eyleyen buraya bizi
Sâlihem sıdk ile girmişem yola
Andelîb olmuşam bir gonca güle
Hâlim arz edemem Allah'a bile
Belki kılmış derde sermâye bizi
140
Azrulayıp seni deyu gelmişem
İster öldür ister âzâd et meni
Bu dergâhda ben muhalled kalmışam
İster kurtar ister bîdâr et meni
Ne hâcet arz etmek hasb-i hâlimi
Efendim bilirken her ahvâlimi
Gizleme görmüşem sende gülümi
İster güldür ister gam-zâd et meni
Nakşî cemâlinden kesmem gözümü
Sende buldum mâdenimi özümü
İster ver Şîrîn'im güldür yüzümü
İster kûhistânda Ferhâd et meni
Hurûc et ihrâmdan ey dîn sirâcı
Keselim kurbânı olalım hâcı
Hallolsun uşşâkın hep ihtiyâcı
Vuslatın indinde dilşâd et meni
"Ve'd-duhâ" güneşi yüzündür dilber
Nûr-ı Muhammedî özündür dilber
Mantık-ı Mesîhâ sözündür dilber
Ka'be-i hüsnünde âbâd et meni
Şerîat bahrinin ummânı Sâmî
Hakîkat şehrinin sultânı Sâmî
Derdli âşıkların dermânı Sâmî
Sevdâ-yı aşkınla mu'tâd et meni
Hakîkatsiz andelîbin zârına
Goncasını seven bakmaz hârına
Yandır bu Sâlih'i aşkın nârına
O nârın nûrundan âbâd et meni
141
Hurûc et ebrûdan mâhım görem bir kez dilârâyı
Nice bir çekeyim şâhım yürekte ben bu yarayı
Yürek kanı şarâb oldu ciğer yandı kebâb oldu
Gönül şehri harâb oldu seni arayı arayı
Karârım kalmadı hergiz senin aşk-ı hayâlinden
"Visâl-ender-visâl" eyle alıp benden bu sevdâyı
Senin vuslat firâkından eğer bir sayha eylersem
Yıkar hep ber ile bahri eritir seng-i hârâyı
Götür yüzden hicâbını kılıp âşıkların bayram
Görüp rûyunda hem mâhı yesinler menni selvâyı
Dahi sen ibn-i Âdem'sin dem-i Îsâ'ya hem-demsin
Cemî-i derde merhemsin bilirsin her muammâyı
Ki sen ol nûr-ı Ahmed'sin doğup burc-ı saâdetten
İhâta eylemiş nûrun bütün dünyâyı ukbâyı
Seni bilmek kat'î güçtür seni bulmak kat'î güçtür
Seni görmek kat'î güçtür sen açmayınca arayı
Bu hüsnün âriyet şâhım senin bir özge hüsnün var
Esîr-i zülfüne bend et görek biz de o bedrâyı
Seni ben bilirim ey cân ne cevher ma'denindensin
Anâsır sâye-bânındır gezersin zîr ü bâlâyı
Hemân bir lahza sağ olmak bana sensiz harâm olsun
Dilemem ser-te-ser versen kamu hep mülk-i Dârâ'yı
Revâ mıdır eyâ mahbûb bu unsur hânesinde men
Senin müştâkın olmuşken çekem bu denli belâyı
Bu denli arz-ı hâl etmek sana ben bî-edebdendir
Bilirken her bir ahvâlim ederim yine şekvâyı
Zaîf abdem bu arada düşüp âh ile feryâda
Gelip sen sâhib-irşâda dilerim çok atâyâyı
Muhammed Sâmî-i server var iken sen gibi rehber
Düşer mi şânına dilber aratmak bana Leylâyı
Ki gelmekten garaz bilmem nedir bu âlem-i kevne
Bize esbâbını bildir bırakıp dâr-ı me'vâyı
Murâdın bizleri kurtarmak ise bend-i ejderden
Eşeddi yokdurur bundan çekem bu kahr-ı süflâyı
Recâsı budurur senden bu Sâlih abd-i miskînin
Eriştir vuslat-ı yâra sevindir bu bî-hemtâyı
142
Cihân bir noktada pinhân değil mi
Anı fehm eyleyen irfân değil mi
Kamu esmâ ile tezyîn olunmuş
Acâib san'at-ı Yezdân değil mi
Kamuya zübde olmuştur Muhammed
Hakîkat gevheri ol cân değil mi
Vücûdu cümle mevcûdatı câmi'
Dahi ilmiyle bî-pâyân değil mi
Dahi hem "küntü kenz" in ma'denidir
Kemâl-i zâtına bürhân değil mi
Terinden halk edip ervâhı Mevlâ
Dahi âyîne-i Sübhân değil mi
Kamu eşyâya hikmetle nazar kıl
Gören hem görünen ol an değil mi
Ki "Beyne'l-mai ve't-tiyn" iken Âdem
Saâdet kişveri hâkân değil mi
"Kün" emriyle vücûda geldi âlem
Hitâb-ı "nûr" ana lem'an değil mi
Hüdâ'nın cümle esmâ'ı sıfâtı
Muhammed'den kamu tibyân değil mi
"Nefahtü fîhi min rûhî" hitâbı
Olunan sûret-i Rahmân değil mi
Yüzünde hem sözünde gözlerinde
Konulan nûru Ol sultân değil mi
Bu sırdan bilmeyip kılan inâdı
Sücûd eylemeyen şeytân değil mi
Celâli kahrına mazhar düşüben
Kamuyu ağlatan ol kân değil mi
Nice âşıkları bâb-ı rızâdan
Ki hüsrâna salan derbân değil mi
Olup kahr âleti bâr-ı girânı
Boyun verip çeken hayvân değil mi
Ki semm-i mârı "bâl" deyip içiren
Kamu ol fitne-i devrân değil mi
Hudâ mahfûz edip âşıklarını
Bular "Lâ havf" ile şâdân değil mi
Dürer-bâr-ı Muhammed Mustafâ'dan
Haber veren bunu Kur'ân değil mi
Sıfât-ı Çâr-yârla bürünenler
Bularla muttasıl el-ân değil mi
Hilâfet tahtına sultân olanlar
Ebû Bekr ü Ömer Osmân değil mi
Birisi mazhar-ı Haydar-sıfât hem
Aliyyü'l-Murtazâ arslan değil mi
Olanlar "Men aref" sırrına âgâh
Kamu bir noktada yeksân değil mi
Halâs eden bugün nefsin sivâdan
Kamusu zümre-i îmân değil mi
Hakîkat bahrine gavvâs olanlar
Şikârı dür ile mercân değil mi
Olanlar müşteri işbu metâa
Bahâsı terk-i cism ü cân değil mi
Olanlar devlet-i dünyâya mağrûr
Buların kısmeti noksân değil mi
Buları ehline taksîm edenler
Cihânda Mürşid-i Rabbân değil mi
Vilâyet şehrinin hem pâdişâhı
Hakîkat sûretâ insân değil mi
Bu asr üzre cihânın kutbu şâhı
Pîr-i Sâmî-yi Erzincân değil mi
Pîrimiz serverimiz rehberimiz
Bizim ol server-i hûbân değil mi
Gulâm olmak bunun gibi velîye
Bize Hak'tan büyük ihsân değil mi
Haberdâr olmayan kendi özünden
Kamu bildikleri yalan değil mi
Senin aşk-ı hayâlinden Hudâyâ
Gözümden dökülen bârân değil mi
Derûnumda yanan nâr-ı muhabbet
Bana ol tuhfe-i cânân değil mi
Ararım Yûsuf'um kande bulamam
Ki Yûsuf'suz bu ten zindân değil mi
Benim nem var bu âlem içre bilmem
Hemân bir kuru ad u san değil mi
Alıp benliğimi benden İlâhî
Bu Sâlih'e büyük ihsân değil mi
143
Bir seherde murg-ı cânım uyandı
Vahdet illerini seyrân eyledi
Pîrimin renginden renge boyandı
Âlem-i ekvânı cevlân eyledi
Gönülden perde-i hicâb açıldı
İlm-i ledünnîden bezmi içildi
Cümle esmâ birbirinden seçildi
Herbiri bir gûnâ elvân eyledi
Meğer hâb-ı gafletteydim uyandım
Cümle esmâlardan renge boyandım
Bâb-ı müsemmâda kaldım dayandım
A'zâlarım âh u figân eyledi
Nice tabîblere dedim el-emân
Gördüm ki anlar da muhtâcdır hemân
Mürüvvet sâhibi ol Ganî Yezdân
Bâb-ı hidâyetten ihsân eyledi
Zümre-i uşşâkın şâh-ı merdânı
Âlem-i ekvânın kutb-ı zamânı
Buldum Pîr-i Sâmî gibi sultânı
Cümle derdlerime derman eyledi
A'lâda ednâda yoktur matlabı
Deryâ-yı zât olmuş cümle meşrebi
Vücûdu Hak olmuş "kün"dür maksadı
Her sıfattan zâtın ilân eyledi
Dest-i kudretiyle tuttu elimden
Mâsivâlar ref' olundu dilimden
Halâs oldum ayrılıktan ölümden
Katre iken bahr u ummân eyledi
Kuvve-i kudsîden edip imdadı
Bize haber verdi zatı sıfatı
Ol zaman anladık sırr-ı Ahmed'i
"Küntü kenz" esrârın beyan eyledi
Bir anda eyledi irşad Sâlih'i
Edip benliğindin azad Sâlih'i
Kılıp rabıtayla mu'tad Sâlih'i
Dil şehrin ravza-i cinan eyledi
144
Pîr-i Sâmî tuttu destim sâki-i sahbâ gibi
Yek nazarda aklım aldı dilber-i ra'nâ gibi
Varlığım dağını deldi açtı vuslat râhını
Bir nefeste cûşa geldi şehr-i dil deryâ gibi
Gönlümün put-hânesinden hubb-ı dünyâ nakşını
Pûte-i aşkında yaktı nârına pervâ gibi
Vahdetin sırrın duyup yağmaya verdim gönlümü
Dost göründü her taraftan aynıma Leylâ gibi
Bu anâsır fülkesini Hızrıma deldireli
Nefret-i dünyâ kazandım cennet-i me'vâ gibi
"Semme vechullâhi" sırrın nûr-ı Ahmed'den görüp
Seyr edip vahdet yüzünden kesret-i binâ gibi
Teşne diller âhiri vahdet şarâbından içer
Nûr-ı ezherden giyer bir hil'at-ı zîbâ gibi
"Lî meallah" dersini aşkın kitabından oku
Gir tecerrüd âlemine Hazret-i Îsâ gibi
Âdemin ilmin dilersen mekteb-i irfâna gel
Hızr ile hem-dem olagör Hazret-i Mûsâ gibi
Kuhl-ı "Mâzâğa'l-basar"dan çek gözüne tûtîya
Nice bir a'mâ gezersin ol pût-ı tersâ gibi
Hâtemin dîv-i recîmden almak istersen eğer
Kıl celîsin şehr-i dilde sadra Belkîsâ gibi
Gir velîler gönlüne oku ledünnî ilmini
Zâhidin yoktur murâdı zühdü tedrîsâ gibi
Vâridâtın âb-ı zemzem eyle cismin kûh-i Tûr
Kalbin olsun beytü'l-ervâh Mescid-i Aksâ gibi
Şöhret-i dünyâyı terk et marifet kenzini bul
Sür çıkar hubbu gönülden ekl ü melbûsâ gibi
Pîrim İskender olup Yecûc seddin bağladı
Görmedim böyle cihân-gîr Sâmî-i Mevlâ gibi
Bâğ-ı vahdet güllerine andelîb ol Salihâ
Bundan artık devlet olmaz aşk ile sevdâ gibi
Pîrim İskender olup Yecûc seddin bağladı
Görmedim böyle cihân-gîr Sâmî-i Mevlâ gibi
Bâğ-ı vahdet güllerine andelîb ol Sâlihâ
Bundan artık devlet olmaz aşk ile sevdâ gibi
145
Oldum vatanımdan cüdâ
Görün beni aşk n'eyledi
Yaktı bizi aşk-ı Hüdâ
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Bıraktı hicrân nârına
Bend etti zülfün dârına
Bilemedim efkârı ne
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Ya'kûb'u geçti hasretim
Eyyûb'u geçti mihnetim
Mahv oldu şân u şöhretim
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Gözyaşım ırmaklar gibi
Coşkun sular çağlar gibi
Derdim büyük dağlar gibi
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Bir sevdâya dûş olmuşam
Ben mest ü medhûş olmuşam
Bir yuvasız kuş olmuşam
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Yandı ciğer oldu kebâb
Yüreğimin kanı şarâb
Oldu bu ten şehr-i harâb
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Sâmî gibi bir hazrete
Gönderdi beni vuslate
Eriştirip bu devlete
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Çok çektim ise iftirâk
Kalmadı gönlümde merâk
Aşkım bana oldu burâk
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Şeyhim benim sultân imiş
Hak'tan bize ihsân imiş
Cân derdine dermân imiş
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Bir Sâlih-i mestâneyem
Ne uslu ne dîvâneyem
Bilmem beni ben yâ neyem
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
146
Hüsnün diyârından eyledin cüdâ
Bize harâm ettin illerimizi
Kangı şükûfeye oldumsa şeydâ
Koymadın sunmağa ellerimizi
Meydân-ı hüsnünde oynatırsın at
Ne diyârdan geldin ey hûrî-sıfât
Cihânın şâhların hep eyledin mât
Kırdın kanat ile kollarımızı
Kaşların mihrâbdır gözlerin hatîb
Demlerin hayâttır leblerin tabîb
Yanağında feryâd eyler andelîb
Rakîbler dermesin güllerimizi
Vechinde yazılmış Seb'ul-Mesânî
"İnnâ fetahnâ" dan verir nişânı
Âfitâb-ı hüsnün yandırır cânı
Zülfün sed eylemiş yollarımızı
Hazret-i Sâmî'den giymişem tâcı
"Ve'd-Duhâ" yüzüdür "ve'l-Leyli" saçı
Olmak isteyenler fırka-i nâcî
Ziyâret eylesin pîrlerimizi
Yeter ettin bu Sâlih'e itâbı
Bir zamân gösterdin yevmü'l-hisâbı
Şimdi arz eylersin ümmül-kitâbı
Büsbütün lâl ettin dillerimizi
147
Mansûr "ene'l-Hak" söyledi
Gördü hakîkat dârını
Çıktı aradan kend'özü
Hep aşka verdi varını
Mansûr değil cân söyledi
Cân içre cânân söyledi
Ol rûh-ı sultân söyledi
Keşf eyleyip esrârını
Görün Nesîmî Hazretin
Nûrunu gördü Ahmed'in
Yüzünde şâb-ı emredin
Yaktı muhabbet nârını
Soyup akıttılar demi
Vuslat bulup gitti gamı
Ne "sîn"i kaldı ne "mîm" i
Gör âşıkın bâzârını
Gör n'eyledi Muhyiddîn'i
Boğazlanıp aktı kanı
Dosta fedâ kıldı cânı
Hiç bozmadı ikrârını
Erdi ana hükm-i kazâ
Dedi budur bâb-ı rızâ
Esrâr-ı feth-i Murtazâ
Bıraktı çok âsârını
Nûr-ı zemîn ü âsumân
Keşf oluben oldu ayân
Gördü bu nûru âşıkân
Arttırdı âh u zârını
Açmak dilersen yolu sen
Ol vahdetin bülbülü sen
Bul bir dikensiz gülü sen
Hiç görmeyesin hârını
Her kim bu meyden içmedi
Ağ u karayı seçmedi
Hem "kün fekân" dan geçmedi
Bulmadı dil envârını
Aşkın meyinden içegör
Ağı karadan seçegör
Cân gözlerini açagör
Tâ göresin dildârını
Bir pîre teslîm et özün
Bilmek dilersen kend'özün
Yüzünden ayırma gözün
Terk et bu günün kârını
Pîrden haberdâr olmayan
Önünde berdâr olmayan
Doğru vefâdâr olmayan
Ol kande bulur yârini
Sâmî gibi cânı görün
Ol dürr ü mercânı görün
Vechinde îmânı görün
Mülk-i bekâ mimârını
Pîrden murâd irşâd imiş
Sanma hemân evrâd imiş
Maksûd "le-bi'l-mirsâd" imiş
Göstere doğru yârini
Tez yol alan sohbet-durur
Derdlilere devlet-durur
Âriflere hikmet-durur
Açar gül-i gülzârını
Sâmî gibi var serverim
Pîrim delîlim rehberim
Bir âsî Sâlih kem-terim
Vasf eylerim güftârını
148
Fâtih-i esrâr-ı sırr-ı kün fekândır Mesnevî
"Alleme'l-esmâ" yı hem bir bir beyândır Mesnevî
Cümle âyâtı ehâdis ile isbât eyleyip
İki yüzden şerh eder kutb-ı cihândır Mesnevî
Ehl-i irfânın kelâmı cümlesi kevkeb gibi
Anların yanında ayn-ı âsumândır Mesnevî
Hâne-i dilde bırakmaz hâr ü has deryâbî ol
Bil hakîkat râhıdır dârü'l-emândır Mesnevî
Dinledikçe ehl-i derdin gönlüne hikmet dolar
Bâğ-ı vahdet andelîbi kudsiyândır Mesnevî
Gaflet ehline hikâye ârife ilm-i ledün
Akl-ı küllün mazharı rûhü'l-beyândır Mesnevî
Hem Zebûr İncîl ü Tevrât ile Furkân Suhuf
Cümlesinin müşkülâtın tercümândır Mesnevî
Pîr-i Sâmî eylese takrîr leb-i mercân ile
Anı kâmiller bilir bir özge cândır Mesnevî
Leblerin açtıkça şâhım mest olur mestâneler
Cânlara verir hayâtı câvidândır Mesnevî
Çok mühimmi Sâlihâ şeyhin gibi irşâd eder
Hep ulûm-ı evliyâyı fâikandır Mesnevî
149
Kulûb-ı mutmain olmak dilersen cânımın cânı
Sözüne kanma her cânın ara bul kâmil insânı
Kemâle ermek istersen çü "fakrî fahrî" yâd eyle
Müeddeb ol mukarreb ol şaşırma yolu erkânı
Nefi' vermez ıyâl evlâd bulun kalb-i selîm içre
Aradan kend'özün mahv et bırak şöhret ile şânı
Sen kimseye dil uzatma yalancı nefsi bezetme
Elin aybını gözetme ara bul sende noksânı
Senin gördüklerin aybı velîler setr eder cümle
Düşün bir ism-i Settâr'ı olagör cümleden fânî
Türâba ver tenini cânını cânâna teslîm et
Muhammed Pîr-i Sâmî'den dile derdine dermânı
Ne zühdüm var ne irfânım hemân bir benliğim vardır
Pîrimin Sâlihiyem gözlerem bâbında ihsânı
150
Bu şeb bana arz-ı cemâl eyledi dilber
Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti
Hem dişleri dür ruhleri gül çeşmi mücevher
Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti
Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti
Bir rûy-ı münevver gül-i nevreste-i tâze
Çekmiş gidiyor hâllerini doğru Hicâz'e
Cân mı dayanır eylediği cilveye nâze
Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti
Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti
Rahm eylemedi hâlime şûh-ı cihânım
Kanım kurudu çıkmağa az kaldı cânım
Sanma ki kalır ana da bu âh u figânım
Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti
Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti
Bed-çehre rakîb ile eder zevk u muhabbet
Âşıklarına kılmadadır cevr ile mihnet
Ağyara eder arz-ı cemâl bizlere nisbet
Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti
Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti
Ben Hazret-i Sâmî gibi mir'âtımı buldum
Mir'ât-ı musaffâyı görüp zâtımı buldum
Hem sûre-i İhlâs ile isbâtımı buldum
Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti
Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti
Sanma ki kaçar âşık olan cevr ü cefâdan
El çekti cihân dilberi hep ahd-i vefâdan
Bir nîm-nigâh Sâlih'i ayırdı safâdan
Sevdâsı o yârin meni mest eyledi gitti
Şol gamzeleri cânıma kasd eyledi gitti
151
Te'âlallah ne hûb zîbâ yaratmış kâmil insânı
"Nefahtü fîhi min rûhî" deminde kılmış ihsânı
Cihân-ı bî-vefâ içre esîr-i nefs olup kaldın
Ne cevher ma'denindensin düşün ey cânımın cânı
Beşer dilberlerinden bir güzel saydına gelmiştin
Seni sayd eyledi dünyâ unuttun ahd-i mîsâkı
Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak
Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insânı
Bu mâl sende emânettir işin cümle hıyânettir
Kamu nefse sıyânettir ne çok sevdin bu boş hanı
Bulup bir mürşid-i kâmil özün ol şeyhe teslîm et
Gulâm olup kapısında bırak bu şöhreti şânı
Hakîkat erleri çoktur bu gülzâr-ı cihân içre
Muhammed Pîr-i Sâmî'dir kamunun şâh-ı merdânı
Kusûrun çok diye Sâlih ayağın kesme bâbından
Ulüvv-i himmeti çoktur tamâm eyler O noksânı
152
Bilmem neden terk eylemiş
Cânân ilini ilini
Gülün görmüş lâl eylemiş
Şîrîn dilini dilini
Doyulmaz şîrîn sözüne
Bakılmaz mahmûr gözüne
Perde çekmiş gül yüzüne
Zülfün telini telini
Muhabbet bâğına girdim
Hakîkat bülbülü oldum
Al yanak üstünde derdim
Gonca gülünü gülünü
Rakîblerin sözün tutma
Sakın ahdini unutma
Şâhım kapından redd etme
Kem-ter kulunu kulunu
Sâlih kapında bir kuldur
Gedâ şâhından mes'ûldür
Şâhım Sâmî bana bildir
Vuslat yolunu yolunu
153
Eyleyen da'vâ-yı Mansûr kande göster dârını
Sen seni yok eyledin yâ kimden aldın varını
Kuru da'vâ eylemez ey müddeî ârif olan
Şehr-i dilde yandırır dâim muhabbet nârını
Bülbülün ol nefha-i feryâdına âşık demem
Yüz çevirir goncadan gül gösterince hârını
Ehl-i aşkın sözlerin alıp satan âşık mıdır
İçini görmez sarâyın vasf eder dîvârını
İftihâr-ı ucb ile ismine bir mahlas takar
Bir ferîd-i dehri derler seyr eden etvârını
Tâ elest bezminde ikrâr eylemişler âşıkân
Rü'yet-i dîdâra teslîm eylemişler varını
Nakşını Nakkâş'ta görüp zevk ederler subh u şâm
Nâr-ı Nemrûd'dan yakarlar şem'a-i envârını
Bu anâsır çarşısında yok metâı anların
Çarşı-yı vahdette kurmuşlar bu cân bâzârını
Aşka ermek ister isen ey birâder gel beri
Sıdk ile bir pîre teslîm ol bırak efkârını
Pîr-i Sâmî Hazret'ine hâdim ol ihlâs ile
Cân u dilden eyle hizmet bozmayıp ikrârını
Andelîb ol güle karşı rûz u şeb feryâdı kıl
Görmek istersen hakîkat gülünü gülzârını
Sen dahi kalb-i selîme ermedin ey Sâlihâ
Arz edersin ol cânânın rü'yet-i dîdârını
154
Her kime kim arz eyledi mahbûb-ı cemâli
Giydirdi anın arkasına post-ı melâli
Rahm eylemedi hâlime ol afet-i şûhum
Dil şehrine kayd eyleyeli Nakş-ı Hayâli
Mir'ât-ı musaffâ olup açılmadı rûhum
Elbette olur işbu hayâlin de zevâli
Ağyâra kılar lutfunu âşıklara kahrın
Hem girye-i eşkime tutar tîğ-ı celâli
Bilmem dahi çok kaldı mı cevr ile cefâsı
Kaşım gibi kaddim büküben kıldı hilâli
Âşıklara dostun sitemi şehd ile şehd-âb
Dönmem yüzümü eylese bin ceng ü cidâli
Hem hânesi hem ni'meti mihmânîdir anın
Bilmem neden ister bu hisâb ile suâli
Hem fâ'ili mef'ûlü O'dur gayrıyı bilmem
Bu halk-ı cihânın ya nedir kîl ile kâli
Halk eyleyüben arada bir cüz'î muhabbet
Hep fitne demiş sevdiğin evlâd u ıyâli
Yandı bu yürek hasret-i hicrân âteşinden
Gayrı dahi sabr etmeğe kalmadı mecâli
Vuslat diledikçe beni ferdâya düşürdü
Maksûdu nedir anlamadım ben bu meâli
Hem serverimiz olmuş iken Hazret-i Sâmî
Elbet içirir bizlere de âb-ı zülâli
Kayd eylemiş akrebde benim kevkeb-i bahtım
Sâlih çalıyor boş yere bir kuru kavalı
155
Sûretin vechindedir ümmü'l-kitâbın defteri
Defter-i hüsnün esîridir behiştin duhteri
Duhter-i zîbâların hüsnün gülü gülzârıdır
Ey hidâyet âfitâbı "küntü kenz" in gevheri
Gevher-i ilm-i kerâmet zât-ı ilmin mahremi
Ümmü'l-ervâh akl-ı küll ü kâinâtın mefharı
Mefhar-ı arz u semâvât encüm ü şems ü kamer
Nüsha-i kübrâ vücûdun ism-i a'zam mazharı
Mazhar-ı zât-ı Ahad'den vâhidiyyet noktası
Bülbül-i bâğ-ı hakîkat güllerinin dilberi
Dilberi ile gönül gel gir hüviyyet şehrine
Sâkî-i devrân elinden nûş idegör kevseri
Kevser-i Haydar'dan içip aşka eyle iktidâ
Kalbin olsun beyt-i Rahmân zât-ı ilmin masdarı
Masdarıdır bir sıfâtın bunca elvân u şekil
İbret ile kıl nazar görmek dilersen mahşeri
Mahşer-i âriflerin her bir nefes dâim-durur
Vâkıf-ı esrâr için bul Pîr-i Sâmî Serveri
Serveridir hem Tarîk-ı Nakşıbendî pîridir
Sâlihem bâbında Anın kemterînin kemteri
156
Sun ey sâkî hayât bahrinden âbı
Dağılsın gönlümün zulmet sehâbı
Helâk olsun bu ahlâk-ı zemîme
Tulû etsin hakîkat âfitâbı
Aradan mahv olup kalksın irâde
Mukadderden zuhûr etsin cevâbı
Yürek yandı bu hicrân âteşinden
Akıtır gözlerimden gör hûn-âbı
Şarâb-ı vahdetin hamrın dilersen
Yürek kanıdır âşıkın şarâbı
Şerîat ilmiyle ol âmil evvel
Güzelce ver suâl ile hisâbı
Ledünnî ilmini pîrinden öğren
Budur âşıkların şâhım kitâbı
Akılsız teşneler bilmez giderler
Su sanıp çölde gördüğü serâbı
Sanarlar kâmil insân bî-fehimler
Ki her gördükleri şeh ile şâbı
Söz ile mürşid-i kâmil bulunmaz
Şahan zan eyleme her bir gurâbı
Fenâdan çek elin iste bekâyı
Bir el dönderemez iki dolâbı
Tegannîyle namâzı kıldıranın
Cemâ'atten eşed olur azâbı
Def ile dünbelekle zikr edenler
Hudâ'dan eylemezler mi hicâbı
Müeddeb ol eriş kalb-i selîme
Mukarreb ehli ol terk et bu hâbı
Muhammed Şeyh-i Sâmî'dir pîrimiz
Hakîkat şehrinin miftâh-ı bâbı
Hayâlin gönlüne nakş etti Sâlih
Dağıldı nefs ü şeytânın hizâbı
157
Öttü cân bülbülü açıldı güller
Hicrân gitti şâd gelmeğe az kaldı
Bağlandı perdeler kuruldu teller
Kudûm ile saz gelmeğe az kaldı
Cânân çatmış kaşlarını gözünü
Bizden kesmiş selâmını sözünü
Bir gün olur ben de çekmem nâzını
Şitâ gitti yaz gelmeğe az kaldı
Kaldır gül yüzünden nikâbı dilber
İçir leblerinden şarâbı dilber
Yandı ciğerimin kebâbı dilber
Cân bedenden vaz gelmeğe az kaldı
Bizlere çektirir aşkın zârını
Hoyrat vurmuş hayvasını nârını
Al yanak üstünde gördüm hârını
Hazân ermiş güz gelmeğe az kaldı
Pîr-i Sâmî geldi açtı yolları
Göründü Sâlih'e cânân illeri
Tûtî kumru zabt eylemiş gölleri
Ördek ile kaz gelmeğe az kaldı
158
Vücûdum şehrine hazân erişti
Murg-ı cânım uyumağa başladı
Bütün azâlarım yandı tutuştu
Yürek yağım erimeğe başladı
Tamîr kabûl etmez bu ten kafesi
Lâl olmuş cân kuşu çıkmaz nefesi
Aslına azm eylemektir hevesi
Cân bedende solumağa başladı
Gülleri hârlamış gitmiş andelîb
İlâc kabul etmez el çekmiş tabîb
Gitti cân bülbülü ben kaldım garîb
İlik damar kurumağa başladı
Ben feleğin çok çekmişem kahrını
Bal yerine çok yemişem zehrini
Gam leşkeri sardı gönül şehrini
Taraf taraf yürümeğe başladı
Bilmem o yâr bizden çevirmiş yüzün
Kanlı yaş dökerim gece gündüzün
Hicrân bulutları geldi ansızın
Herbir yanım bürümeğe başladı
Sâmî gibi şâhım var diye diye
Rahm eyle yâremi sar diye diye
Sâlihem cihânda yâr diye diye
Ömrüm günüm çürümeğe başladı
159
Sen mey-i engûriden mestâne sanma bizleri
Bir mukallid şâir-i destâne sanma bizleri
İllet ile zillet ile nâsa menfûr olmuşuz
Biz harâbât ehliyiz efsâne sanma bizleri
Ten yuvasında oturup dil sarâyın gözleriz
Biz hakîkat ehliyiz bîgâne sanma bizleri
Dört anâsırdan müşekkel bir sarâya konmuşuz
Mülk-i hüsnün kuluyuz şâhâne sanma bizleri
Sâni'in sun'un görüp bir bir temâşâ eyleriz
Olmuşuz abdâl-ı Hak dîvâne sanma bizleri
Vâris-i hatmü'n-nübüvvet Pîr-i Sâmî Hazreti
Sâyesinde Sâlihem nâdâne sanma bizleri
160
Yeter Sâlih gulâm oldun bu hana
Yüzün dönder gürûh-ı âşıkâna
Seni sayd eylemiş nefsin çerisi
Yeter oldun bu dünyânın harîsi
Cihânın devletine yok nihâyet
Döner Hak'tan kime kılsa sirâyet
Seni bend eylemiştir işbu dünyâ
Ki sen yok yere ha oyna ha oyna
Arada benliğin olmuştur ağyâr
Anı mahvet nikâbın açsın ol yâr
Bu rumzu anlayıp iyice fehm et
Düşün bir aslını sen sana rahm et
Seni sen kurtaramazsın iyi bil
Bu derdin çâresine bir devâ kıl
Gider bu "Ahsen-i takvîm" bozulur
Varıp hep yerli yerine dizilir
Buların cümlesi sende emânet
Gider bunlar çekersin sen nedâmet
Ne hâller başına geldi ne oldun
Sonunda "Ahsen-i takvîm" i buldun
Tefekkür eylegil hâlini insân
Ki sen bir "Alleme'l-esmâ"sın ey cân
"Nefahtü fîhi min rûhî" hitâbı
Kime geldi sözüme ver cevâbı
Bu denli ilme mâlik iken iblîs
Senin ilmini bilmedi o telbîs
Sen olmuşken kamu halkın emîri
Gelip oldun bu dünyânın esîri
Nice yıllar gezip devri cihânı
Nihâyet buldun işbu âşiyânı
Eğer cân gözlerin bunda açarsın
Bekâ gülşânına bundan göçersin
Uyan gaflet hâbından olasın şâd
Seni bend etmesin bir dahi sayyâd
Gelip kayd ol meşâyih defterine
Erişesin saâdet ahterine
Şerîat ilmiyle eyle amel sen
Derûnun şehrine kur bir temel sen
Cihânda çok velî vardır birâder
Ulûm-ı enbiyâyı kılmış ezber
Olara var bu derdin çâresine
Olar merhem olur cân yâresine
Sakın hîç kimseye kılma hıyânet
Bu mahlûkun kamusu hep emânet
Senin işbu vücûdun âriyettir
Bu eşyâ cümlesi hep devriyettir
Bu âlem dört anâsırdan değil mi
Anâsır hubb-ı Nâsır'dan değil mi
Hazînedârıdır bu âlemin hâk
İyi fehm et bu rumzum eyle idrâk
Muhâfız isminin hem mazharıdır
Tevâzu ehlinin ser-defteridir
Bu âlemde zuhûr eden necâset
Kamusu hâke kıldıkda sirâyet
Anı kendi gibi tathîr eder ol
Ki her bir rengile tenvîr eder ol
Dahi su cânıdır işbu cihânın
Hayât rüzgârıdır bilgil anın
Güneştir cümlesinin pâdişâhı
Anın hem mazharıdır aks-i mâhı
Çü mazhardır Cemâl ile Celâl'e
Zevâle irgürür kimin kemâle
Bular bahr-ı hakîkatten değil mi
Bular şâh-ı nübüvvetten değil mi
Bular hep sun'-ı Rahmânî değil mi
Bular hep hükm-i sultânî değil mi
Buların cümlesi Hakk'ındır ey cân
Deme kimseye bu yahşi bu yaman
Buların sırrına ermek dilersen
Buların aslını bilmek dilersen
Arayıp bul hakîkat erlerini
Saâdet burcunun dilberlerini
Sana bildire nefsin ile Rabbin
Bu yolda gün-be-gün artıra hubbin
Zuhûr etsin senin kalbinde irfân
Otursun şehr-i dil tahtında sultân
Senin bu benliğin çıksın aradan
Fenâfillâh olup gitsin irâden
Pîrimiz serverimiz Şeyh-i Sâmî
Bu Sâlih Hazretin kem-ter gulâmı
161
Zuhûr etti hidâyet âfitâbı
Dağıldı gönlümün zulmet sehâbı
Bize vahdet meyinden sundu sâkî
Atâlar eyledi ol hubb-ı Bâkî
Zamânın Hızrına kıldı mukârin
Akıttı gönlüme hikmet pınarın
Pîrimi anladım bir şâh imiş Ol
Hakîkat sırrına âgâh imiş Ol
Zelîl abdim kapısında yüzüm yok
Hâlim arz etmeğe bile sözüm yok
Hudâ'ya zerre denli tâatim yok
Bu nefs-i şûm elinden râhatım yok
İki âlemde bir tenbel gulâm ben
Bu derdin çâresi yok ne kılam ben
Zebûn etti beni bu nefs-i hayvân
Bu gönlüm şehrini eyledi vîrân
Hakîkat şeyhinin hâli bilinmez
Rumûzdur her kelâmı anlaşılmaz
Kubâb-ı Hak'tadır anlar bil ey cân
Olar bir kimseye demez ki yaman
Kapısına geleni hoş görürler
Ki her biri ile bir iş görürler
Kapıdan eksik etmezler kilâbı
Kilâbsız kalbin olmaz inkılâbı
Meşâyıha gerektir tabi erler
Sülûke giriben tevbe ederler
Bunu sâbık gelenler söylemişler
Buları tecrübe çok eylemişler
Eğer Mecnûn'da olmasaydı meyli
Anın çanağını kırmazdı Leyli
Şîrîn'in var iken köşkü konağı
Niçin Ferhâd'a deldirdi (o) dağı
Bu aşkın bahrine yoktur nihâyet
Bu nefsin zehrine yoktur nihâyet
Esîr-i nefs olmuşum n'edem ben
Bu âlemden ne yüz ile gidem ben
Bilirim bende yâ Rab çoktur isyân
Gece gündüz işim zâr ile efgân
Ağardı lihyemiz kalbim karardı
Nahîf cismim hazân oldu sarardı
162
Sevdim seni terk eylemenin çâresi yoktur
Hem fâili Hak'tır
Ma'şûk olanın âşıkına cilvesi çoktur
Gamzeleri oktur
Âşıklığıma gözlerimin yaşı tanıktır
Kana boyanıktır
Üftâdelerin dîdesi hûn bağrı yanıktır
Her dem uyanıktır
Dil şehrine kayd olalı sevdâ-yı dilârâ
Yaktı beni nâra
Bend eyledi zülfün beni Mansûr gibi dâra
Düşürdü bu zâra
Takdîr-i ezel böyle imiş gayrı ne çâre
Yalvarmalı yâre
Sabr eyle gönül hüsn ilinin bâbı açıktır
İhsânı da çoktur
Âşufte dili hasret-i hicrâna bırakma
Dil şehrini yakma
Bir nîm nigâhın ile âteşlere yakma
Hem hışm ile bakma
Var Hazret-i Sâmî'ye kul ol gayrıya bakma
Her bir yana akma
Seyr-i sülûk ehline de dergâhı duraktır
Aşkın da burâktır
Bir hande ile arz-ı cemâl eyle hûbânım
Aşkınla yanayım
Yoluna fedâ kılmağa kalmadı gümânım
İstersen al cânım
Bâri beni cellâda ver al boynuna kanım
Mahv eyle nişânım
Bilmem nesi var âlemde Sâlih de kulundur
Mevlâsı tanıktır
163
Hakkıyla güzel sevdiğimin var mı vebâli
Sevdim seni terk eyleyemem rûz u leyâli
Ref' eyle gönülden a şâhım kîyl ile kâli
Şânına düşen âsîye arz eyle cemâli
Hem ism-i latîf şud mazhar-ı Sâlih bî-mecâli
Bir sâat-ı meymûnede hatm oldu meâli
Târîh idüben Râbıta-i Nakş-ı Hayâli
İsmiyle müsemmâ oluben buldu kemâli
164
Beyân edem zuhûrâtı pîrimden
Alın bûy-ı muhabbetler gülümden
Hayâli gönlümün nakşı değil mi
Hakîkat tuhfe-i nakşı değil mi
Anın nûru Muhammed'den değil mi
Zuhûrâtı muhabbetten değil mi
Cemâlin göreni hayrân eder ol
Gönüller şehrini seyrân eder ol
Kapısına gelenler olur irşâd
Bilir nefs ile Rabbini olur şâd
Dehânı nefha-i feyz-i Hudâ'ya
Nice bin mürde kalbler olur ihyâ
Uyanır bülbül-i cânlar kafeste
Okurlar ism-i a'zam her nefeste
Şerîat bâbının miftâhı OIdur
Hakîkat ilminin fettâhı Oldur
Bekâ gülzârının solmaz gülüdür
Hakîkat cân ilinin bülbülüdür
Kamu ef'âli ahlâk-ı hamîde
Bular güç bulunur her âdemîde
Ganî ile fakîri bir tutar Ol
Fakîre dahi çok hürmet eder Ol
Demi enfâs-ı Îsâ nûru Ahmed
Pîr-i Sâmî'durur ismi Muhammed
Tarîk-ı Nakşibendî'nin pîridir
Nüfûzu seng-i hârâyı eridir
Sa'âdet burcunun hem kevkebidir
Ulûm-u enbiyânın akrebidir
Ne söylerse ledünnîdir kelâmı
Bu vaktin hem Odur kutbu imâmı
Velâyet şehrinin şâhı bulardır
Hakîkat şemsinin mâhı bulardır
Bulardır mahrem-i esrâr-ı Hazret
Bulardır vâris-i Hatmü'n-nübüvvet
Bulardır kabza-i kudret boyası
Bular irşâda gelmiştir bu nâsı
Kemâl ehli dahi çoktur mürîdi
Olubdur herbiri asrın ferîdi
İlâhî Pîr-i Sâmî hürmetine
Bizi irgür cemâlin rü'yetine
İlâhî râzı eyle bizi senden
Firâk-ı derd ile cân-ı bedenden
Eğer Hâlık'ımız olmasa râzî
Yaratmazdı cihânda birimizi
Pîrimiz mürşidimiz Şeyh-i Sâmî
Reşâdetle cihânı tuttu nâmı
Bu asrın Hızrı'dır hem serveridir
Hakîkat şehrinin hem rehberidir
Hudâ irşâda gönderdi bu zâtı
İçirdi bizlere âb-ı hayâtı
Hakîkatte vekîl-i Mustafâ'dır
Muhabbetle derûnu pür-safâdır
Habîbin Ahmed'e bağışla bizi
Dü âlemde sevindir cümlemizi
Muhib ihvânımızı cümle yâ Rab
Saâdet ehli kıl eyle mukarreb
Bizi zem eyleyene rahmet eyle
Habîbin Ahmed'e hâs ümmet eyle
Dilerim senden ey Hallâk-ı âlem
Azîz ismin için eyle mükerrem
Pîr-i Sâmî bölüğünden ayırma
Kusûrum mahşer ehline duyurma
Cemî-i mü'minîn ü mü'minâtı
Bağışla cümleten ehl-i usâtı
Ayırma Sâlih'i yâ Rab rızâdan
Garîk-ı rahmet et bâb-ı atâdan
165
Erişsin okuyan kalb-i selîme
Ki komşu olalar Mûsâ Kelîm'e
Dahi hem dinleyenler olalar şâd
Azâb-ı dâreynden ola âzâd
Eğer bir Fâtiha eylerse himmet
Şefâat eylesin ana Muhammed
ABDAL : Safderûn veya bön kimseye denir. Ebdal, bedel'den büdelâ denilen ehlullah topluluğu demektir.
ÂB-I HAYAT : Hayât suyu, ebedi hayatı, ölümsüzlüğü sağlayan su demektir. Edebiyatta, çok güzel ifade, parlak ve latif söz mânâlarında kullanılır. Tasavvufta ise, aşk-ı ilâhî, ilm-i ledün ve marifettulahı ifade eder. Âb-ı hayvan, âb-ı Hızır, âb-ı bekâ, âb-ı cavidan ve bengisu gibi isimlerle de söylenir.
ÂGÂH: Bilen, haberdar, uyanık, vâkıf olan ve basîretli mânâlarında kullanılır.
AĞYÂR: Yabancı mânâsına gelen gayr sözünün çoğuludur. Tasavvufta zâhir ehli, tarîkatı olmayan, şerîatsiz ve muhalif mânâlarında söylenir.
AHFÂ : Daha ve pek fazla hafî, çok gizli karşılığıdır. Kâlb ve letâif mertebelerindendir. Kâlb, rûh, sır, hafî, ah-fâ... Yeri göğsün ortası olan ahfâ, tecellî-i zâtînin görüş ve idrakinin yeridir. Velâyet-i ahfâ, diğer velâyetlerden üstündür.
AHSEN-İ TAKVÎM : Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi kendi azametine lâyık bir şekil ile en güzel kıvam, sıfat ve surette, kâmil hikmetlerle yaratması hâli. İnsanın en yüksek kabiliyet ve istidatlarla ve en güzel sûret ve sîretle yaratılması keyfiyeti. (Allah insanı kendi sûretinde yarattı) hâdis-i şerifi meşhur ve bahsimizin kubbesidir.
AKIL : Rabbânî bir nûrdur ki, Hak ile bâtıl ancak akılla bilinir. Aslında maddeden ayrı, iş ve fiilinde ise maddeye bitişik bir cevherdir. (Ene) Ben denilen nefs-i nâtıka akıldır demişlerdir. Akıl, nefs ve zihinden her üçü de aynı mânâ-ya söylenen değişik ifadelerdir diyenler vardır. Fakat idrak etmesi sebebiyle akıl, tasarruf etmesi sebebinden nefs ve idrake müsait ve hazır olmasıyla da zihin denilmiştir. Akl-ı meleke, akl-ı heyulânî, akl-ı fiil ve akl-ı müstefat namı ile dört değişik cephesi vardır.
Aklın vücudu, ana rahminde cenin bulunduğu devirden yavaş yavaş büluğ çağına kadar artan ve olgunlaşan bir seyir gösterir.
Akıl, aşk ve mânevi işlerde şuurlu ve tesirli olamaz. Akıl, irşad ve hidayete rehber ve vasıta olamaz. Zira milyarlarca insanın yüzleri, parmak izleri, sesleri, tabiatları ve akılları birbirine benzemez. Bundan başka akılları hakîkat tarafına yöneltmeye mâni bir çok gaile vardır. Nefis, şeytan, menfaat, kibir, gurur, ucub vs. İnsanlar kendiliğinden iyi ve fenâyı ayıramazlar. Birinin iyi dediğine diğeri kötü der. Hidayet ve irşadın ne olduğu böylece hürriyet-i şahsiye ile bilinip bulunamaz. Şu hâlde insanlara eşyanın iyilik ve kötülüğünü tayin, ferdî ve içtimai yaşayışı temin, birliği mahafaza ve tefrikayı kaldırma ile dünya ve âhiretin saadetini öğretip ona ulaştırmak için mutlaka Rabbânî bir mürşîde ihtiyaç vardır. Bu sebeple akıl mürşîd olamaz. Belki eşyanın hakîkatini keşfe müsait ve tecellî-yi ilâhîye mazhar olabilir. Fikir de bir kâlb nûrudur ki hayır ile şer, zarar ile fayda onunla görülüp bilinir. Fikir tecrübelerin anahtarıdır. (Tefekkür gibi ibadet olmaz), (Cenâb-ı Hakk'ın kudret eserleri ile nimetlerini tefekkür edip zâtını tefekkür etmeyiniz, zira zât-ı ilâhî tefekkür edilemez) hadîsleri zikredilmiştir.
AKL-I EVVEL : Mutlak varlığın zâtı iktizası, zuhura olan meyli, yani uluhiyet mertebesi zâhir olmuş, Vâcibü'l-vücut, esma ve sıfatı bilmiştir. Allah'ın kendi zâtına olan ilmidir. Taayyün hâsıl olmasıdır. Bu mertebeye vahdet-i hakiki, taayyün-i evvel, ilm-i mutlak, tecellî-yi evvel, kabiliyeti evvel, makamı ev-edna, berzahı kübrâ, ehadiyetül cemi, zılli evvel, aşkı ekber, âlem-i vahdet, hakîkat-i Muhammediye, rûh-ı âzam, beyzâ vs. gibi isimler verilir. Cibril-i Emin ile arş-ı mecid'e de akl-ı evvel denilir.
AKL-I KÜL : Cenâb-ı Hak yaratıcı kudretini harekete getirince ilk önce faal (aktif) olan akl-ı kül meydana gelmiş, bundan da münfail (pasif) olan nefs-i kül hâsıl olmuş, bu ikisinden akıl ve eflâk meydana gelmiş, eflâkın devrinden anâsır (toprak, su, hava ve âteş) anâsırdan da mevâlid (mevcutlar yani maden, bitki ve canlılar) vücut bulmuştur.
Allah, hüviyet-i mutlaka âleminden, zâtının iktizasınca tenezzül etmiş, ilim, aşk ve Hakîkat-i Muhammediye'yi izhar eylemiştir. Hakîkat-i Muhammediye'ye mazhar olduklarından Akl-ı Kül, Kalem, Nur, Levh gibi isimleri de vardır. Hakîkat-i Muhammediye'den esmâ ve sıfat yani melekût âlemi zuhur etmiş, eflâk de bu âlemin hâsıl olduğu yer olmuştur. Sıfat âlemi nasut ve şehadet âlemi denilen bu âlem-i esfeli yani anâsırı meydana getirmiş, anâsırdan da mevalid ve nihayet insan yaratılarak cemiyet-i esmaiye-ye nail olmuştur. (Tarîkat'da) Akl-ı evvel Hakîkat-ı Muhammediye, nefs-i vahîde ve hakîkat-i esmaiyedir. O Allah'ın kendi sûreti üzerine yarattığı ilk mevcuttur. Ve o cevher-i nûranî olup cevheriyetini zâttan, nûraniyetini de ilimden almıştır. Cevheriyet itibariyle nefsî vahide, nûra-niyeti itibariyle akl-ı evveldir. Âlem-i Kebir de Akl-ı evvel, kalem-i âlâ, nefs-i külliye, Levh vesaire gibi isimleri olduğu gibi zaruratı hasebiyle Âlem-i suğray-i insani'de de mezahir ve esması vardır deniliyor.
AKL-I MAAŞ : Hayvanlarla müşterek olarak, insan aklının en alt tabakası... Dünyada geçim işlerinden başka idraki olmayan akıl.
AKL-I MAAD (MEAD) : İlim ve irfanla terbiye olup geleceği kavrayan, âhireti idrak eden akıl.
AKL-I SELİM : Selâmete ulaşan, iyi ile kötüyü farkedip, insana hak ve hakîkatı, îman ve islâmın gereklerini lâyıkıyla yaptıran akıl ve idrak. Seyri sülûktan sonra (veya mürşîdin rızasından sonra) vücuda âmir olan rûh-ı nûrâ-ninin veziri, müşaviri olan ve aslâ ayıp ve kötülüğe meyletmeyip her işinde nûr sıfatıyla hakîkata mutabık hüküm veren akıl ve idrak...
Evliyanın aklı, akl-ı selimdir ki, akılda da Peygamberimize vâris olmuştur.
AKL-I CÜZ : Akl-ı kül'den bir parça olarak insana Cenâb-ı Hakk'ın lütfettiği hareket serbestliği, irade denilen budur. İnsana verilen ve onu mes'ul ve mükellef kılan sınırlı, nefse, menfaate vs. bağlı hareket serbestliği. Noksan ve âcizliklere mübtelâ ve cüz (parça, kırıntı) akıl. Nefs pençesinden kurtulabilirse kemâle ulaşan, o pençede kalırsa süflîye meyleden bağımlı irade.
Aslında, insanların aklı üç çeşittir: Akl-ı cüz, akl-ı kül, akl-ı nur. Bunlara bağlı olarak da irade-i cüz, irade-i kül ve irade-i nûr mevcuttur. Rûh-u revani, rûh-u sultâni ve rûh-u nûraninin bağlısı olan bu üç akıl ve iradeden ilki velâyete, ikincisi nübüvvete, üçüncüsü de zâta bağlı ve bunların (velâyet, nübüvvet ve zâtın) nûrlarına tâbidir. (Paşa Hz. Sohbetlerinden.)
ÂL : Soy, sülâle, âile, akraba demektir.
ÂL-İ ABÂ : Peygamberimizin abasının (örtündüğü battaniye gibi geniş bir örtü) içine aldığı Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den meydana gelen beşli grup. Hamse-i âl-i abâ da denilenler bu beşli gruptur.
ÂL-İ NEBİ VEYA ÂL-İ RESÛL : Peygamberimizin bütün ev halkı ile birlikte bütün evlâdları, eşleri ve yukarıdaki abâ ehli'dir ki hepsine ehli beyt (ev halkı) da denilir.
Ammar ve Selman (R. Anhüm)'de hadis-i şerifle ehl-i beytten sayılmıştır.
ÂLEM : Bütün kâinat, dünya, herşey, cemaat, halk, cemiyet, hususi hâl ve keyfiyet, bir güneş ile ona tâbi olarak etrafında devreden gezegenlerin teşkil ettiği daire.
Allah'dan başka mahlûkatın tümüne veya bir gurubuna, bir familya veya ailesiyle hâl ve yaşayış şekillerine de denilmektedir. Cennet âlemi, zevk âlemi, muhabbet âlemi, hayvanlar âlemi, zikir âlemi, bekâ âlemi gibi. Semâvatta binlerce âlem var. Yıldızların her biri bir âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkat ayrı bir âlemdir.
ÂLEM-İ ASGAR : Küçük âlem yani insan. (Âlem-i suğra).
ÂLEM-İ EKBER : Büyük âlem yani kâinattır (Âlem-i kübrâ).
ÂLEMEYN : Dünya ve âhiet olarak iki âlem.
ÂLEM-İ BERZAH : Geçit âlemi, âlem-i misalin diğer adı, gayb ve şahadet âlemleri arasındaki geçit, maden, bitki ve hayvan âlemlerinden yeyip içerek toplanan meni ana rahminden, kabirden ve mahşerden geçerek gidecek ki bu zuhurların her biri bir geçit ve bir devirdir.
ÂLEM-İ CEBERUT : Kudret ve azamet âlemi. Esma ve sıfat âlemlerinin bu isimle söylendiği olmuştur. Bu âlem, üstteki ilâhî gayb âlemi olan Lâhut âlemi ile altta bulunan melekût âlemi arasında bir geçit, berzahtır. Bütün âlemlerin merkezi veya âmiridir. Ceberut İbranice'de kudret demektir ve gayb âlemindendir.
ÂLEM-İ EMİR : (Kün fe yekûn) gibi bir ilâhî emirle iş ve hâdiselerin halkolduğu Arş'ın üstündeki âlem. Gayb âlem-lerindendir.
ÂLEM-İ FANİ : Gelip geçici, ölümlü âlem, dünya hayatı.
ÂLEM-İ ESBAB : Sebepler âlemi. Her şeyin bir sebebe bağlandığı fiiller âlemi.
ÂLEM-İ ERVAH : Rûhlar âlemi. Rûhların yaratıldığı âlem olarak Elestü bi Rabbiküm veya Kalû belâ denilen ilâhî hitabın ve cevabının geçtiği âlem ile kıyamete kadar rûhların muhafaza edildikleri göz göz, tabaka tabaka rûh kasası olan âlem. Bu âlemin yedi kat göğe kadar bütün semâları delip yerlerin altına kadar da uzandığı, en üstünde en büyük ve âlî rûhların en altında da kötülerin rûhu-nun bulunduğu, üstteki rûhların cennet ile irtibatlı olduğu, alttaki habis rûhların da cehennemle irtibatlı ve simsiyah bulunduğu ifade ve izah edilmiştir.
ÂLEM-İ GAYB : Zâhiri duygularımızla görülmeyen âlemler ki vahdet, ervah, emir, ceberut, berzah, mânâ, melekût amâ vs. âlemleri görülmeyen âlemlerdendir. Bu cümleden olarak velîlerin evsafını naklettikleri (Hakîkat şehirleri) de gayb âleminden ve (mekân içinde mekân) nümunesi olarak bu dünya âlemindedir.
ÂLEM-İ MÂNA : Mâna ve mâneviyat âlemi. Velîlere mahsus ve onlara keşfolunan ilâhî sır ve ilimler âlemi. Rüyaya da dendiği olur.
ÂLEM-İ MİSAL : Rüyada görülen âlem. Buna âlem-i mânâ, âlem-i misal, veya âlem-i nevm ve âlem-i hâb da denilir.
Kâinatta mevcut bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün hâdiselerin bir modelini, maketini toplayan, maddî ve manevî neticeleri tesbit eden azametli bir arşiv veya stüdyo özelliklerini taşıyan âlem. Âlem-i rüya, âlem-i misalin zılli (gölge veya görüntüsü) âlem-i misal de âlemi berzahın zilli denilmiştir.
ÂLEM-İ MELEKÛT : Melekût, âlem-i ervaha denir. İnsanın rûhu ceberut âlemine mazhar, nefsi melekût âle-mine mazhar, mülkü de şahadet âlemine mazhardır.
ÂLEM-İ MÜLK : Madde âlemi, melekûtun dışında kalan zıtlar âlemi. İnsan mülk cihetinden kâlbe zarf olmuş, onu ihata etmiştir. Melekût ciheti ile de kâlb tarafından kuşatılmış kâlbe mazruf olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın mülk ve âlemi sonsuzdur.
ÂLEM-İ ŞAHADET : Görülen ve şâhit olunan âlem. Allah'ın emirlerine îman edenlerin şâhidi oldukları mükellefiyet âlemi, dünya. Bu âleme (kevn-ü fesat) da denilir ki bir taraftan yapılır, olur; diğer taraftan bozulur.
ÂLEM-İ VAHDET : Birlik âlemi yani her şeyin aslı ve evvelî Vahidiyet, Vacibü'l-vücud, olduğuna göre, sebep ve zuhûrâtı (esmâ ve sıfat âlemlerini) bırakınca, Allah'dan başka varlık düşünülemez. Bu izah (hâl) şeklinde tezahür ederse Vahdet-i vücut (varlıkların tek veya vücudun bir oluşu) diye ifade edilen nâkıs neticelere varabilen ve uzun menzilli bir âlem ortaya çıkar ki bu hâlin zıddı ve doğrusu Vahdet-i Şuhud'dur. Her eşya ve yaratığı Allah'dan ayrı ve ondan gelmiş bilme ve görme hâlidir. Fenâ ve bekâ hallerinde hâsıl olur.
ÂLEM-İ KESRET : Çokluk, eşyalar ve sonsuz yaratıklar âlemi. Zerreden kürreye kadar ki canlı ve cansız, sonsuz ve hesapsız madde ve mânâ âlemleri mevcuttur.
ÂLEM-İ AMÂ veya ÂLEM-İ BEYZÂ : Esmâ ve sıfat yaratılmadan, rûhlar halkedilmeden önce, karanlıklar âleminde, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile Habibinin nûrundan başka bir vücud yok iken, yani Habîbi'nin rûhların atası ve nûrların aslı hâlinde, tecellîye mazhar olduğu hesapsız zamanın adı. Kâinat ve mevcudât, esmâ, sıfat, rûh, arş ve kürsi, o nûrdan çok sonra yaratılmıştır. Barigâh-ı Muhammediye Makamı bu makamdır ki Habib-i Kibriyâ harfsiz ve savtsiz ilâhının zâtından uzun âhiret yıllarınca bütün ilim ve ma'rifeti okumuştur. Bu sebeple de onun ümmi oluşu çok yüksek bir şereftir.
ONSEKİZBİN ÂLEM : İnsan beşer sûretini buluncaya kadar Allah'ın azametinden gelip muhtelif âlemlerden geçerek mâden, bitki, hayvan âlemlerinde dağınık halde iken ata ve ana belinde haşre uğramış (toplanmış) ve ana rahminden dünyaya gelmiştir. İnsan bu şekli buluncaya kadar: 1- Akl-ı kül, 2- Nefs-i kül, 3- Dokuz gök (Atlas göğü veya arş, Burçlar (Sabiteler) veya Kürsî, Zühal, Müşteri, Mirrih (Merih), Güneş, Zühre, (Utarid ve ay), 4- Dört unsur (Toprak, su, hava ve ateş), 5- Üç mevhid (Maden, bitki, hayvan) âlemlerinden geçmiştir ki yekûnu onsekizdir. Araplarda sayının sonu bindir. Bu âlemlerin her biri nice bin alâmet ve parçaları ihtiva etmektedir. Bu bakımdan biri bin saymak suretiyle âlemler onsekizbin olur. İnsan ölünce maddesi yine anâsır âlemine gider. Bu şekilde her an âlem adem olmakta, adem de âlem olmaktadır. Bu devir daimi olduğundan yaradılış her an bir oluştan ibarettir.
ÂLİM : İlim sahibi, ilmi olan, maddi ve manevî ilimlerin bir veya bir çoğunda derinleşmiş, lâyıkıyla vukuf sahibi olmuş kimseye denir. Her şeyi noksansız bilmek Allah'a aittir ve gerçekte âlim olan, ilim sıfatını taşıyan O'dur. Ce-nâb-ı Hak, Peygamber Efendimize de geçmiş ve gelecek, zâhir ve bâtın her şeyi bildirmiştir. Diğer âlimler vâkıf olduğu ilme göre söylenirler. Madde âlimi, mânâ âlimi, zâhir âlimi, bâtın âlimi, tefsir âlimi, fıkıh âlimi, fizik âlimi, hadîs âlimi gibi... Zâhir ve bâtın ilimlerinden ikisine de vâkıf olan mürşîdlere zülcenaheyn (iki kanatlı) âlim denir ve gerçek âlimler de bunlardır. İlmini bir hoca veya kitaptan değil de bizzât Cenâb-ı Hakk'ın ilim sıfatından alan yüce şeyhlere de Rabbânî âlim denilir. Böyle bir âlim bir âleme bedeldir. Böyle bir ilmi derinlemesine elde eden büyük Allah ehline Râsih âlim de denilir. İlmi ile amel eden ve ilâhî yakınlığa ulaşan bu büyükler, âlemlerin temelidir.
ANÂSIR : Unsurlar, elementler, basit cisimler demektir ve birşeyin yapısını, vücudunu teşkil eden unsurlara denir.
ANÂSIR-I ERBA'A : Dört unsur; su, toprak, hava ve ateş.
İnsan bedeni bu dört maddeden yaratılmıştır. Birbirine zıt bir tabiatta olan bu maddelerin aralarındaki zıddiyet giderilince rûh bedene hâkim ve âmir olur. Su Allah'ın feyzine; toprak tevazu ve mahviyete; hava hakîkate; ateşte aşka tebdil olunca, nefsin âletleri kaybolup rûh makamına kavuşur.
ANKÂ : İsmi olup cismi bulunmayan, Kaf dağında yaşadığı söylenen ebedî, mecazî ve hayalî bir kuş. Devlet kuşu yerinde de kullanılan anka'nın yüzü insana benzeyip boynu çok uzun ve gayet yükseklerde uçarak yumurtasını da gören olmadığından, gayet az bulunan bir şey için (anka yumurtası gibi) tabiri darb-ı mesel olmuştur. İnsan ve çocuk yediğinden, Hz. Musa'nın duası üzerine neslinin kaybolduğu söylenmiştir. Otuz adet kuşun alâmetini taşıdığından, bu kuşun Farsça adı, otuz kuş mânâsına gelen Sîmurg'dur. Kanaat sahibi olduğu ve pek büyük bulunduğu, çok nadir görüldüğü veya başa konan devlete benzediği için, mürşîdlere teşbih edilmiştir. Maddenin her sûreti alma (heyûlâ, hebâ) kabiliyetine, bu kabiliyeti olduğu halde, sûretsiz görünmediğinden, ankâ olarak da söylenir. (Kanaat şehrinde oturur Kaf-ı ankâyız biz) dendiği gibi, Mevlâna Hz. ne de Ankâ-yı mağrib denir.
ÂRİF : (İrfan'dan) Bilen, bilgide ileri olan, vâkıf ve âşina olan, zevkî ve vicdânî, külfetsiz olarak irfan sahibi olan.
Hakk'ı lâyıkıyla anlayıp bilen ve ilmi ile âmil olan. Velî mânâlarına gelir.
ÂRİF-İ BİLLÂH : Hakk'ın nûru ile Cenâb-ı Hakk'ı bilen, âlemi ve hâdiseleri ilâhî feyz ve ilim ile bilip gören velî veya mürşîdler.
ÂRİF-İ ESRAR : Allah'ın hakîkat ve sırlarına vâkıf olan velîlere denir.
ARŞ : Dam, çatı, üstte olan, gök, ulviyet, taht ve serir mânâlarında kullanılır. Arş, zâhir, bâtın, evvel ve âhir esmâlarının halita ve karşılığıdır. Yine arş, bütün cisimleri içine alan nûranî ve ulvî büyük bir cisimdir. Cenâb-ı Hak, yer üzerinde havayı, onun üstünde kürsîyi, kürsînin üstünde de arş'ı yarattı. Peygamberimizin (Yedi kat yerlerle yedi kat göklerin kürsiye nisbeti, bir halkanın büyük bir sahraya nisbeti gibidir; kürsînin ve bütün mahlûkatın arş'a nisbeti yine bunun gibidir) meâlindeki hadisinden anlaşıldığına göre arş, bütün mahlûkun büyüğüdür. Arş'ın arkasında bir mahlûkun bulunduğuna dair hiçbir sağlam haber yoktur. Şu halde, dünya ve âhirette bulunan bütün mahlû-kat arş dairesinin dışında değildir. Arş, bütün kâinatı câmi ve celâl-i kibriyaya lâyık olduğunda, (Cenâb-ı Hak arş üzerine istiva etti) buyurulmuştur. Arş-ı Âlâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhî, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlas, Felek-i Âzam gibi isimlerle Cenâb-ı Hakk'ın izzet ve saltanatından kinaye olarak bahsedilir.
AŞK (IŞK) : Rahmanî bir ülfettir ki, Cenâb-ı Hak onu her rûh sahibine vermiştir. Çok ziyade sevgi, şiddetli muhabbet, candan sevme, gönülden sevme karşılıklarında kullanılır. Aşk-ı lâhutî, aşk-ı ilâhî, aşk-ı hakiki, aşk-ı mâne-vi gibi tabirlerle gerçek ve değerli olanı kastedilir. Fani şeylere, maddî ve nefsani hazlara dair olan sevgiye sevda veya aşk-ı mecazî denilmiştir. (Mecaz hakîkate köprüdür) ifadesi, her sevda için tahakkuk etmez. Aşk insanlara ait kemâllerdendir ve Âdem atamızın mirasıdır.
Hak, bilinmeye muhabbet etmiş ve bu aşk ve muhabbet kâinâtı izhara (hazırlama) sebep olmuştur. Bu muhabbet Hakk'ın zâtının muktezasından olan aşktır. Buna ilim de denir. Çünkü Hakk'ın mutlak ve münezzeh bulunduğu Zât âleminden ilk tenezzüldür. Bu tenezzül ilm-i zâtiden ibaret bulunduğundan, ilim; zuhura meyilli ve muhabbetten ibaret bulunduğundan aşk; bütün âlemler bu âlemde mevcut bulunduğundan Levh; her şeyin tafsilen zuhuruna sebep olması dolayısıyle Kalem isimlerini de alır ki, Ceberut, Hakîkat-i Muhammediye bu âlemden ibarettir ve mükevvenat, bu hakîkatin zuhuru ve neticesidir.
Aşk, Hakk'ın zâtına bağlı, diğer sıfatlar ise aşka bağlıdır. Onun için aşk sâliki sıfata değil zâta eriştirir. Tarîkat insanı hakîkata eriştiren mânevî bir yol bulunduğundan, bu yola sülûk eden sâlikin, erişmek için bazı kaide ve şartlara riayeti lâzımdır. Tarîkatlar bu şartlara göre ikiye ayrılır:
1- Riyazet, mücahede ve amel yolu veya tarîk-i ebrar.
2- Muhabbet yolu veya tarîk-i şettar.
Muhabbet yolunda, sâlik şerîat hükümlerini yaparak mürşîdine muhabbetle uyduktan sonra sohbete devam etme yoludur ki bu hâl cezbe ve aşkı husule getirir.
Aşk, muhabbet ve sevgi gibi tabirler birbirine eş mânâ-larda kullanılırsa da, işin aslı ve sevginin dereceleri şöyledir:
1- İstihsan ki bir meyildir, 2- İstihsanın biraz büyüğüne meveddet denir, 3- Rûhların ülfetinden meydana gelen muhabbet, 4- Sırların açıldığı yer olan Hullet, 5- Sevenin muhabbetinin kesiksiz ve riyasız olduğu Heva, 6- Hâl ve hareketleri ile işi gücü, aklı hayali sevgilisi olan Işk hâli, 7- Sevenin gönlünde sevgilisinden başka birşey bırakmayan Teteyyüm ve 8- Seveni akıl dairesinden çıkarıp ibadet ve işten alıkoyan Veleh'dir.
Aşk kâlbde bulunan bir ateştir ki, sevgiliden başka bütün mahlûku yakar. (Kim ki ışk ve muhabbet çeşmesinden abdest almaz ve bütün eşyayı ölü hükmünde bilipte üzerinde -dünya, ukba, varlık ve terki terkden ibaret olan- dört tekbir ile namaz kılmazsa, onun can yüzü hakiki kıbleye dönmüş olmaz buyurulduğu gibi, Allah'a ulaşmanın istasyonları olan fenâ ve bekâ nimetlerine ulaşılamaz). Aşk her vasıtadan sür'atli ve hiçbir vasıtanın işlemediği vuslat meydanının tek aracı ve ulaştırıcısıdır. Bu sebeple, Âşık-lar Sultanı; Cebrail A.S.'ın (Bir adım daha atarsam yanarım) dediği yerden huzurullah'a aşk ile gitmiştir. Velâyet biniti aşktır. Onun için Kuddusi Baba (Evliyâullahı aşıkan buldum) demiştir. İlimle, amelle aşılamayan sonsuzluk âlemlerinin tek aracı aşktır. Aşk aklı ve kuvvayı örtüp istilâ eder. Onun için âşıklar teklif dışına çıkıp mestlik ve istiğrak âlemine dalarlar. Âşıklar, Cenâb-ı Hakk'ın mestleri olup, kavuşma arzularından inler ve âhu vâh edip ağlarlar. Onlar gönül ve rûh makamlarına yükselmişlerdir. Bunların namazı rûh yoliyledir. Zekatları ise, kendi hallerinden müsait olanlara da bağışta bulunmak, yani muhabbet aksettirmektir.
Âşıklar canlarıyla cömertlik yapanlardır ki, muhabbet şehidi, asıl ve en üstün şehitler bunlardır.
Aşk hâli, mürşîd-i mükemmilin müsait bir mürîde aksettirdiği bir lütfu ve tasarrufudur. Âşık bir başka âşığın eseri, mürşîd ise aşkın hem âmiri hem de memurudur. Aşka bunun dışındaki yollar kapalıdır.
BÂDE : Kadeh, içki kadehi, şarap ve içki mânâlarında kullanılır. Tasavvuf tabiri olarak, kâlbi ilâhî aşkın kaplaması, gönle muhabbetin dolması, fenâ hallerinden birinin teşekkülü veya zuhuru, şiddetli sevginin vücudu istilâ etmesi gibi zevk hallerine denilir. Bu hallerin bulunduğu za-mana dem de denilir. Mânevi aşk ve sekir hallerinin kendisi ile bu hâlleri hâsıl eden sebeplere de denilebilir.
İçki sarhoşlarının bâde tabirleri ile muhabbet ve mâ-nevi zevk ehlinin bâde tabirleri arasında, söz ve tâbirden başka herhangi bir benzerlik yoktur.
BASÎRET : İdrak, feraset ve kâlb gözü ile görme demektir. Tasavvufta nûrlanmış olan kâlbin bir özelliği yahut kâlbte eşyanın hakîkatini görmeye yarayan bir kuvvettir. Kutsî nurla nurlanmış ve ünsî ilâhî ziyasiyle cilâlanmış olan bir akıldır ki gözde delil ve belgeye muhtaç olmaz. Göze göre görme ne ise, kâlbe göre basiret de odur.
Gözlerin görmesine sebep olan nûra basar (görme) denildiği gibi kâlbin görmesine sebep olan ve (kâlp gözü) denilen hassaya da Basîret denilir ki ilâhî bir nûrdur.
BAST : Açma, yayma, genişleme, ferahlama ve serme gibi mânâlara gelir. Rica hâline de denilir. Kâlbe dolan ve ferahlık verici ve eşyayı kaplayıcı bir hâldir. Rûhen genişleme hâlidir ki bunun zıddı Kabz hâlidir. Bast, Bâsît ism-i şerifinin bir tecellîsidir.
BÂTIL : Esassız ve boş şey, aslında sebat ve hakîkat olmayan şey demek olup Hakk'ın zıddıdır. Bazı insanlar Allah'ın Hâdi ismine, bazıları da Mudil ismine mazhar olduğundan bâtılın varlığı da inkâr olunmaz. Eşya zıddiyle inkişaf edeceğinden, Hak olan yerde Hakk'ın zıddı olan bâtıl da olacaktır. (Vücut ancak Hakk'a mahsus olduğundan mâsivallah -Allah'ın dışındakiler- bâtıl hükmünü almıştır.)
BÂTIN : Zâhir'in zıddı, Allah'ın isimlerindendir. İç, gizli, görümeyen şey mânâlarında kullanılır. Kur'an'ın zâhir, bâtın ve batne mânâları vardır. Kâlb, gönül ve rûha ait irfan ve basîretle keyfiyeti anlaşılıp baş gözü ile görülemeyen hallere denir. Bâtında cereyan eden hâller, -ekseriya- zâhire de akseder, meyvesini zâhirdeki tesiri ile verir. İnanç ve amelde şerîate uymak zaruretini bırakıp sen bâtına, kâlbe bak diyen ve battal olmuş yol ve fikirlere bâtınî denir ki bunların pek çoğu tarîkattan değil dinden bile çıkmış sapıklardır. Şerîatin zâhirini inkâr veya onun hükümlerinin dört hak mezhep dışındaki tevillerine saplananlar nasıl battal olursa; şerîat hududundaki bâtini halleri inkâr edenler de battal olmuş ve belki de merdud olmuşlardır.
BÂZ-KEŞT : Nakşî tarîkatında özel olarak bulunan onbir tabirden biridir. Baz-ı keşt, zikir yapılırken tesbih başlarında, zikre olan âğâhlığı muhafaza ve nefsin hak sûre-tinde görülebilecek alâkasını bertaraf etmek için gereken tevazu ve mahviyete sarılmak üzere -İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî- demektir.
BEKÂ : Devamlılık, evelki hâl üzerinde kalma, varlığının sonu olmamak, ölümsüzlük demektir. Bekâ, gerçekte Bâkî ism-i şerifinin gereği olarak sadece Cenâb-ı Hakk'a mahsustur. Mahlûkatın tamamı ise, istisnasız fânîdir, ölecektir...
Bekâbillâh makamı, kulun Hakk'ın vücudiyle mevcut, Hakk'ın bekâsiyle bâki, Hakk'ın hayatiyle Hay, Hakk'ın ilim ve iradesiyle âlim ve mürit olmasıdır. Muhabbetin semeresi olan Fenâfillah hâlinden sonra, bu hâlin takipçisi olarak, Allah'ın kendi sıfatından elbise giydirip Esma-ı Hüsnasından isim verdiği, gönüllerden kötü huyların çıkarılıp atıldığı ve iyi huylarla süslendiği, velâyetin tahakkuk ettiği yüksek makama Bekâbillâh denilir. Fiillerin bekâsı veya esmâ bekâsı, sıfat bekâsı ve zât bekâsı olarak isimlendirilen üç bekâ çeşidini sırası ile ikmal edenler, bekâ-ender-bekâ nimetine kavuşmuş, maiyyete, vuslata nâil olarak büyük velîlerin, âriflerin arasına girmiş olurlar. Büyük mürşîdler böyle bekâya ulaşanlardan olur. Tasavvufta, îman bekâdan ibarettir.
BEYTÜ'L-MA'MUR : İmar edilmiş ev demektir. Gökte, meleklere kıble olan ve Kâbe'nin hizasında bulunan bina. Beytü'l-Ma'mur'u tavaf için gelen meleklere kıyamete kadar bir daha sıra gelmediği rivayet edilmiştir.
BİD'AT : Lügat mânâsı, benzeri daha önce mevcut olmayan, yeni çıkan şey demektir. Şerîat istilahında ise, Peygamber zamanında bulunmayıp dinde sonradan meydana çıkan şeylere denilir. Bu sebeple bid'at, sünnetin zıddı olur. İçine bid'at giren tarîkatın silinip ortadan kalktığı bilinen bir gerçektir.
BÎ'AT : Tasdik ederek hükmünü kabul etmek demektir. Tasavvufta bir mürşîde mürîd olmak, onun emir ve tavsiyelerine uyup yolunda yürümeyi kabul etmek mânâsına kullanılır.
BÜRHAN : Delil, ispat, hüccet demektir. Red ve inkârı imkânsız şekilde hakîkati ispat edecek kuvvetli delil mâ-nâsına kullanılır.
BÜZÜRK : Farsça büyük demektir. Nakşî - Hâlidi tâbiri olarak, mürşîdi kâmil, sohbeti istifadeli olan âlim, diliyle cevherler saçan ârife denir.
CÂM : Sırça, cam, bardak, kadeh, her çeşitten şarap kadehi. Câm-ı Cem, Cem isimli İranlı'nın yaptığı sihirli kadeh ve şarap Câm-ı Cihannüma, içinde cihanı gösteren kadeh; Câm-ı fenâ, ölüm yerinde kullanılan tabirlerdendir.
Tasavvufta, muhabbet ve aşk veren şey ve sebebe denilir.
CELÂL VE CEMÂL : Hakk'ın kahır ve gazap tecellesi yerinde kullanılan bu kelime, son derecede azamet, fevkalâde ululuk mânâsına gelir. İsm-i Celâl, Lâfza-i Celhal, Zülcelâl ve Celâli tabirleri olarak kullanılır. Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ile tecellîsine Cemâl denildiği gibi bunun mukabili olarak Kahır ile tecellîsine de Celâl denilir. Celâl Hakk'ın mânevi kahrına da derler ki bu suretle (gayriyeti) ortadan kaldıracağı için, Celâli Cemâlinin aynı olur.
Cemâl lügatte güzellik, bilhassa yüz güzelliği demek olup Allah'ın cennette müşahedesine denilir. Lütf-u rızaya ait sıfatlara cemâl sıfatı, kahr u gazaba ait sıfatlara da celâl sıfatı denilir. Cemâlden terbiye olan meşakkatsiz, celâlden terbiye olan da eziyet ve zahmetli olur.
CEM : Toplamak, toplanılmak, biriktirmek mânâlarına gelir. Tasavvufta mahlûkatı görmeyerek Hakk'ı görmek demektir, birliktir. Bu makamda sâlikin gözünde halk (yaratıklar) kalmaz. Cem, Cemü'l-Cem, Hazretü'l-Cem olmak üzere üçe ayrılır. Hazretü'l-Cem kurbu feraiz makamı o-lup bu makamda sâlik Hak ile Bâki olur, sâlikin işleri Hak tarafından görülür. Cemü'l-Cem'de sâlik büsbütün Hakk-'ın maadasından fânidir ki bu mertebe Ehadiyet mertebesidir.
Cem'in bu üç mertebesine bekâ makamları denilir ki Tevhid ve Fenâ makamlarının mukabilidir. Tevhid-i sıfatla sıfatından; Tevhid-i Zâtta zâtından fani; Cem makamında Hakk'ın ef'aliyle, Hazretü'l-Cem'de sıfatiyle, Cemü'l- Cem'de ise zâtiyle bâki olur.
CEVHER : Cevher zâtiyle kâim olana; âraz ise, cevherle görünen ve var olana denilir. Güzellik, cisim için bir ârazdır. Cism ise rûha nisbetle âraz. Rûh ise zâtiyle kâim olduğundan cevherdir. Asıl cevher ise Allah'dır. Ondan başka bütün yaratıklar ârazdır. Herşeyin görünen şekli ve vasıfları sûrettir. Sûret şeklinde tecellî eden ise mânâdır. Sûret böylece ârazdır. Yani kendi kendine ve başlı başına duramayan, olamayan bir şeydir. Mânâ ise cevherdir, başlı başına vardır ve sûret şeklinde görünür. Mânâ-i hakiki ise Allah'dır. Sûret de bütün kâinattır. Sûretlerde sayı vardır, sûretler değişir ve bozulur; fakat, mânâ daimidir. Bütün bu sûretler asıl mânâdan, onun zuhuru olmakla beraber O, hepsinden münezzehtir.
CEZBE : Sürüklemek, kendine çekmek demek olan cezb'den gelmiştir. Tasavvufta, sâlikin beşerî sıfatlardan koparılarak ilâhî sıfatlara ulaşması ve tecellîyat ve vahdeti müşahede etmesine denilir. Cezbe Hakk'ın kulunu kendisine çekmesinden hâsıl olan ve istiğrak, veleh ve hayret sûretlerinde tecellî eden mânevi hâllerdir.
İstiğrak, kendini bilmeyecek derecede dalgınlık; hayret, fevkalâde şaşırma; veleh de yine şaşıp kalma demektir. Cezbe, riyazet ve ibadete devamla hassaların kaybolması, Allah'ın kulunu kendisine çekmesi, Hakk'a vusul için bir tarîkat vasıtasıdır. Cezbedeki tek şart, istidattır, kisbi olmayan bir Allah vergisidir. Sâlikte bu istidat olmazsa riyazet ve tasfiye ile Hakk'a vusul nasip olmaz. Sâ-likden lütf-u Rabbanî hâsıl olan hâle cezbe, deliden sâdır olan fiile de cinnet denir ki farkını izaha lüzum yoktur.
Cezbe mecazen vecd hâli, rûhun heyecanı demektir. Açık ve gizli olarak iki türlü cezbe vardır. Cezbe ve cezbe sahiplerinin farkları meczub maddesinde anlatılmıştır.
ÇİLE : Mürîdlerin ister suçu ve zellesi mukabili olsun, isterse zelle mukabili olmasın, ahlâkın temizlenmesi ve vicdanın saflaştırılması için tekkelerde tatbik edilen bir usulün adıdır. Çile, eziyet ve mahrumiyet çekmek demektir.
Sülûk mânâsına söylendiği de vâkidir. Bazı tarîkatlar bu mânâda sülûke çile demişlerdir ki kırk, seksen veya binbir gün devam edenleri mevcuttur. Şu hâle göre, makam ihraz edecek sâlike şeyh tarafından tayin ve tesbit edilen şartlarda halvete konulma işine sülûk, bu halvetteki meşakkat dolayısıyla da çile denilmiştir. Sülûkta seyrini yani mânevi mertebelerdeki ilerleyişini tamamlayanlar, hakîkate ulaşıp hilâfete nâil olurlar. Böylece çilenin, seyri süluku, mücahedeyi, riyazeti, halvet ve uzletin tamamını ihtiva ettiği meydandadır.
DALÂLET : Îmân ve İslâmiyetten ayrılmak, azmak, Hak ve hakîkatten, İslâmiyet yolundan sapmak, Allah'a isyankâr olmak, sapkınlık mânâlarına gelir ve dall kökündendir. Hidâyetin zıddıdır. Hidayet ise doğruluk, İslâmlık, Hakk'ı Hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek, dâlaletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak demektir. Hidâyet Cenâb-ı Hakk'ın Hâdi ism-i şerifi bereketi olarak Peygamberlerin, veraset yoluyla da âlimlerle mürşîdlerin iş ve meslekleridir. Dalâlet ise şeytanın işi ve nefsin yoludur.
DEM : Zaman, an, nefes, soluk, kan, renk ve gözyaşı mânâlarına gelir. Dem-i İsa denilince, nefes etmesi, velâyet-i peygamberîsi ile ölüleri diriltip, hastaları iyi etmesi kastolunur. Tasavvufta mürşîdin velâyet nefesi ile ölü kâlpleri diriltmesine benzetilir. (Dem bu dem) şeklinde de, her fırsatı değerlendirmek için mânevi vazifelerden birinin yapılması, zamanın asla israf edilmeyip ihyâ edilmesinden kinaye söylenir.
Bu demi Ahmed başa tâc eyledi
Bu dem ile seyr-i mirâc eyledi
Bu dem ile yedi kez hâc eyledi
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem
-Virani-
DERÛN : İç taraf, dâhil, kâlb ve bunlara ait hâller hakkında kullanılır bir tâbir olarak bâtın tâbiri mânâsına eş bir ifade içinde söylenir.
DERVÎŞ : Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan, mâne-viyatla gönlü zengin olan fakir ve tam kelime karşılığı olarak fakir ve yoksula denir. Sonraları bu tâbir, tarîkatlardan birine bağlı olan mânâsına kullanılmıştır. Sofiyede der-vîş, kapı eşiği demektir. Çünkü Farsça Der ev; Viş de eşik demektir. Böylece içeriye giren herkesin basıp geçtiği eşiktir dervîş. Tarîkat ve tarîkate mensubiyet ifade eder. Dervişlik, şerîat hükümlerinin maksadı ve mânâsı anlaşılarak kemâl-i ihlâs ile yapılmasıdır. Bu sebeple, şerîatsız, yahut şerîate aykırı dervîşlik olmaz. (El emrü fevkalâde) istisnası hariçtir. Maddi hastalıklar nasıl tıp vasıtasiyle tedavi ediliyorsa, rûhâni hastalıklarla mânevî dertler de -mânevi tıp demek olan- dervîşlik vasıtasiyle ve yine der-vîş de denilen bir şeyhin tavsiyesiyle tedavi ve islâh edilebilir.
"Dervîşlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka"
- Yunus-
DEST : El, eli demektir. İntisap sırasında ve bîat da denilen muamelede itaat ve emrini tutup, yolunca gitme ahdini taşıyan ve tokalaşmak şeklindeki harekete el tutma mânâsına dest tutma veya yed-i saadetten tutma denilir. Ve tarîkatın asıl ve başlangıcıdır. Yed de el demektir. Bu tutulan el daha önce, kendi şeyhinin elini tutmuş, onun şeyhi de silsiledeki bir önceki şeyhin elini tutmuş ve neticede Hz. Sıddık da Peygamberimizin mübarek elini tut-muştur. Böylece elinden tutulan şeyh vasıtasiyle mürîd, tâ Peygamberimizin saadetli elini tutmuş demektir. Bir âyet gereğince de, Peygamberimizin elinin üzerinde, Allah'ın mânevî ve kudretli eli vardır. Tarîkat onun için mürîdi Peygambere ve Allah'ın zâtına götürür.
DÎDÂR : Karşılıklı konuşma, görüş, yüz, göz ve çehre mânâlarına gelir ve tarîkat tabiri olarak Cenâb-ı Hakk'ın Cemâlini seyretmeye denir. Şeyh için de kullanılır. Râbıta da, didârı görmenin mürşîd yüzündeki egzersizi olup, mürîdi o benzersiz nûra alıştırma, yaklaştırmadır.
DÜNYA : Üzerinde yaşadığımız yeryüzü. Âhirete geçit, berzah olan yer ve âhiret azığının toplandığı bu sebeple de vazgeçilmez bir uğrak. Denî yani aşağılık veya alçak denilen dünya, âhireti unutma hali ve gaflete düşmenin tarifidir. Onun için "Dünya Hüda'dan gafil olmaktır, kumaş, gümüş, oğul ve kadın değildir) denilmiştir. Zühd tabirinin hakîkati, dünya sevdasını gönülden çıkarmaktır. Dünyayı terk değildir. Şerîat ve hakîkat erbabına göre terkedilmesi gereken dünya, haramdan kazanılıp harama sarfedilen şeylerdir. Helâlden kazanılıp dînî emir ve menfaatlere harcanan ise dünya tarifinin dışındadır. Eğer malı Hak rızası için taşırsan, ona Cenâb-ı Allah sevgisi bulunsa, o fakir olsa da zengin olsa da saîddir (iyilerdendir). O kimse ki gönlünde Allah sevgisi yoktur, o fakir olsa da zengin olsa da şakîdir (eşkiyadır). Zâhirini ne yapsan lâyıktır; fakat kâlbini pak kıl ki kâlb Allah evidir.
Dünya üç şey için istenir: İzzet, zenginlik ve rahatlık. Zâhid olan yani dünyayı gönlünden çıkaran aziz, kanaat eden zengin ve dünyaya dalmayı terkeden de rahat olur denilmiştir. Dünyayı talep ve zenginlik caiz ve öğülmüştür. Şu kadar ki dünyayı talepte dalgınlık gafletten hâsıl olduğundan gaflet ile olanı şiddetle yerilmiştir. (Dünya ne güzeldir; zira mü'minin binitidir ve âhirete onunla ulaşılır) ve (Bir adamda din ile dünya birleştiğinde ne güzel oldu, küfür ve nifak birleştiğinde ne kötü oldu) hadîs-i şerîfleriyle bahsi kapatıyoruz.
EBRAR : Doğru sözlü, hayırhah, hamiyyet sahibi, fazilet sahibi olanlar, iyi kimseler demektir.
Mü'minler üç kısımdır: 1- Zalimlinefsihi ve ehl-i şerîat veya avam, 2- Şüpheli şeylerden sakınıp azîmetle amel edenler ki bunlara ebrar, muktesit, ehl-i tarîkat veya havas, 3- Cenâb-ı Hakk'ın rızasına muhalif olan herşeyden uzaklaşanlar ki bunlara da sâbık, ehl-i hakikat veya ehas (hasların hası) denilir. Ehas veya ehl-i hakikat olanlara (Mukarrebîn) de denilir ki bunlar Evliyâullahtır.
EBÜ'L-VAKT : Vakit ve hâlin tesiri altında kalmayanlar hakkında kullanılır. Bunlar, renkten renge girenlerden değildir. Bulunduğu kabın rengini alanlara ibni'l-vakt denir.
ECRAM : Rûhsuz olan cisimler, cansızlar mânâsına gelir. Ecram-ı semaviye, ecram-ı felekiye şeklinde kullanılır.
EDEB : Akıllılık, usluluk, hâl ve tavrın, nefsin iyiliği, terbiyeli mânâlarına gelir.
Tasavvufta hatanın her çeşidinden korunmaya sebep olan şeyi bilmektir. Meşâyih lisanında edebten murat, bazan şerîat edebi, bazan hizmet edebi, bazan da Hak edebidir.
Şerîat edebi, şerîatin usulünü bilip yapmak, hizmet edebi mübalağa ile hizmet görüp fâni olmak, Hak edebi ise kul için lâzım olan ile Hak için gerekeni bilmektir. Nefsi zâhir ve bâtında edeblendirmek demek olan âdab, sofiye nazarında dört kısım olarak da sayılmıştır. 1- Şerîat edebi ki, Peygamberimizin özel ve genel sözlü ve tatbikî, hâlî ve takrirî, müekked ve gayr-ı müekked bütün sünnetleriyle amel etmektir, 2- Tarîkat edebidir ki, şeyhin yolunun amellerini şevkle işleyip hizmetini yapmaktır, 3- Marifet edebidir ki, havf ü recâ'nın müsavi olmasıdır, 4- Hakîkat edebidir ki, nazarını Hakk'a çevirip mâsivâya iltifat etmemektir. (Tasavvufun hepsi edebten ibarettir) denilmiştir. Her bir vaktin, hâl ve makamın ayrı ayrı edepleri vardır. Zâhirde ve bâtında edebe devam etmek lâzımdır. Çünkü, zâhirde edebe aykırı iş yapanlar zahirde, bâtında aykırı davrananlar da bâtında cezalandırılırlar. Gönül ehline göre edeb bâtınadır. Ehl-i ten'e göre ise edeb zâhiredir. Ebedi olmayan kimse Cenâb-ı Hakk'ın lütfundan mahrum olmuştur. Edebi olmayan yalnız kendisini değil bütün kâinâtı ateşe atmış demektir. Hadîs-i şerîfte (edebi olmayanın dini yoktur) denilmiştir. İnsanlar edebte üç kısım-dır. 1- Ehl-i dünyanın edebi fesahat ve belagatla şiirleri ezberlemektir. 2- Ehl-i din'in edebi nefsi riyazâtla, a'zâyı muhafaza, din hudutlarını korumakla şehvetleri terketmektir. 3- Mü'minlerin havâsının edebi ise, kâlpleri temizlemek, sırlara riayet ve havâtıra iltifat etmemektir.
İnsanın ziyneti edebin tamamıdır
Garip, edebten mahrum olandır.
Tevhîd, îmânı icabeder, o halde îmânı olmayanın tevhîdi yoktur. İman şerîat icabeder, o halde şerîatı olmayının tevhidi ve îmanı yoktur. Şerîat edeb icabeder, o halde edebi olmayanın şerîati, îmanı ve tevhîdi yoktur. Çünkü, nebîler edebe riayetle yola gittiler. Her birisi dergâh-ı Hüdâ'nın hası oldu. Edeb evliyâya delil olup onları Ce-nâb-ı Kibriyâ'nın Bârigâhına eriştirdi. Edebsiz ve korkusuz olan Hakk'ın kahru gazabıyla helâk olur. Ehli zâhir indinde edeb ikidir birisi kavli, diğeri de fiilidir. Fiili edep ile Hakk'a yaklaşanlara kâlb muhabbeti verilir. Bunun için tarîkatların tamamı edebtir denilmiştir.
Edeb insanda iyi ahlâkın toplanmasından doğar.
"Edeb bir tâc imiş Nûr-i Hüdâ'dan
Giy ol tâcı emin ol her kazâdan"
EDİLLE : Delil'in çoğulu olan edille, kılavuz mânâsına ve onunla diğer şeyin vücuduna, vukuuna delil getirmek demektir. Edille-i Asliye, Edille-i Erba'a ve Edille-i Şer'iye şeklinde söylenen tâbirlerle, fıkıh ilminin dayandığı delilleri teşkil eden Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha hakkında kullanılır. Bu dört delilden Kitap ile Sünnet Asliye; Kitap, Sünnet ve İcma'nın üçüne usul-ü mutlaka denilir. Kıyas evvelki üç delile nazaran fer'i (ikinci derecede) ise de, evvelki üç delilden çıkarıldığından yine de asıl'dır.
EHAD VE EHADİYET : Birlik, infirad, benzeri olmamak demektir. Cenâb-ı Hakk'ın selbî sıfatlarındandır. Allah'ın bütün mahlûkatta görülen ve zâtına ait olan birlik tecellîsi ki güneşin her maddeye vurup ayrı bir tecellî hâsıl etmesine rağmen hiçbir ışığa benzemeyen bir ve ayrı bir teklik göstermesi vahdâniyetin misalidir.
EHL-İ BEYT : Hz. Peygamberin yakınları mânâsına kullanılır ve Ehl-i Beyt-i Resûlullah şeklinde de söylenir ki Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn R. Anhüm'ü ifade eder.
EHL-İ HAL : İlâhî tecellîlere mazhar olanlar hakkında kullanılır ki ilmi ile âmil ve sözlerinde sâdıktırlar.
EHL-İ KÂL : İlâhî hakîkatlardan haberdar olmayan kimselere dendiği gibi şerîat ehline de denilir.
EHL-İ HAKÎKAT : Hakîkat ile vasıflananlara denir. Hakîkat ise irâde-i cüz'iyeden irîde-i külliyeye ulaşan ve beşerî sıfatlardan soyulup ilâhî sıfatlarla sıfatlananlardır. Peygamberimizin bâtın ilmi için (Cenâb-ı Hakk'ın sırlarından bir sırdır ki kullarından dilediği kimsenin kâlbine akıtır) buyurduğu hakîkat ilmidir.
Âhiret işlerine alâkasızlık gösterene ehl-i dünya, dünyadan ziyade âhiretle meşgul olanlara Ehl-i âhiret, nefsinin arzuları peşinde koşanlara da ehli Hevâ denir. Ehl-i sünnet dışındaki mezheplerden olanlara da Ehl-i Hevâ denilir.
EHL-İ SÜNNET : Hz. Muhammed A.S.'ın gerek amel gerekse hadîs suretindeki sâbit olan sünnetlerini Onun yüce sahâbîlerinin yaptığı gibi, tereddütsüz yerine getirenlere denir. Buna muhalif olanlara, ehl-i sünnet dışında kalanlara Ehl-i Bid'at denilir. Ehl-i sünnetin aslı ve temeli kitap ve sünnete uymak, ehl-i bid'atin binası ise Resul-ü Ekrem'in getirdiği hükümleri kendi rey ve hevâlarına göre değiştirip bozmaktır.
EHL-İ TARÎK : Bir tarîkata mensup olanlara denir.
EHL-İ TEVHİD : Cenâb-ı Hakk'ın birliğini bilip inanan ve sadece bir Allah'a bağlanıp ibadet eden kimsedir. Kelime-i Tevhîdi kabul edip söyleyene denilir.
EHL-İ ŞUHÛD : Allah'ın hakîkat ve sırlarına şahid olan, kâinattaki tevhid delillerini seyreden, ilahî sırları Hakk'ın izni ile görenler. Enbiyâ ve Evliyâlar şuhûd ehlidir.
EHL-İ ZEVK : Zevk alanlar, lezzet duyanlar... Cenâb-ı Hakk'a yakınlıkla veya uyanık kâlble îmân ve Kur'an ha-kîkatlerinden zevk alanlar, velîler... Zevk maddesinde izahat vardır.
EKVÂN : Âlemler, mahlûklar, varlıklar ve oluşlar demek olup kevn sözünün çoğuludur. Bkz. Âlem.
ELESTÜ Bİ RABBİKÜM : Elestü Arapça'da (Değil miyim?) demektir. Allah bedenlerden çok önce rûhları yaratıp onların hepsini bir yerde toplayarak "- Ben sizin Rabbiniz değil miyim" mânâsna (Elestü bi Rabbiküm) demiş onlar da "- Evet bizim Rabbimizsin" mânâsına "Kâlu Belâ" demişlerdir. Rûhlar Cenâb-ı Hakk'ın tarifsiz güzellik ve hoşluktaki bu hitabından mestolmuş, bu sese âşık olmuştur. Onun için güzel sesde bu hitabı hatırlayıp heyecan duyar. Rûh bedene girince bu ahdini unutup bîhûdîlik âle-mine dalmıştır. Mürşîd-i Kâmil rûha bu ahdini hatırlatınca, rûh asliyetine, kemâline mâlik olup vücuda âmir olur ki tarîkat bunun için zaruridir.
EMMÂRE : Kötülük ve suça, şehevâta zorlayan, emreden demek olup nefsin ilk ve kötü sıfatıdır. Nefis maddesinde izahı yapılacaktır.
EMR-İ MA'RUF : Dinin emirlerini, Kur'anî ve İslâmî hakîkatleri bildirmek, iyiliği (ma'rûfu) açıklayıp, yapılmasını teşvik etme, emretmek demek olup (Nehy-i ani'l-mün-ker) de bu emir ve yaptırmaya teşvikin mukabili olarak, yasaklanan hususları da yaptırmamak, bunun için gerekli talim ve telkinleri yapmak mânâsına gelir ve şerîatin tamamını ihtiva eder. (Şerîat ve tarîkatın nihayet mânâsı emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münkerde tükenir.) Paşa Hazretlerinin beyanıdır. Ancak, bu vazifede yine dinimizin emrine göre, usul ve âdâbına riayet eden ehlince yapılır. Emr-i bi'l-maruf nehy-i ani'l-münker yapılmayan devirde, duaların kabul edilmeyeceği rivayet edilmiştir.
ERBAÎN : Tarîkat ehlinin, kâlbin tasfiyesi, nefs-i emmarenin kırılması için (emirle) kırk gün bir hücrede halvet, uzlet ve riyazet ile taatta bulunmasına denir ki çile ve seyri sülûk tabirleriyle eş anlamlıdır.
EREN : Yetişen, vâsıl olan kemâle ulaşan velî mânâ-sına gelir ve Evliyâ, Evliyâullah, Velî ve Veliyyullah tabirleriyle aynı mânâdadır.
ERVÂH : Rûhun çoğulu olup rûhlar demektir. Can taşıyanların tamamı için kullanılır ise de aslında teklif sahipleri olan insan, melek ve cinler (şeytanlar dahil) için rûhun manevi değeri olabilir. Ervah-ı habise denilince cin ve şeytanlar kastedilir ve kötü rûhlar demektir. Habîs rûhlara dîni ve şerîati reddeden, azgın ve sapıkların rûhları da dahildir. Ervah-ı Latîfe tabiri ile melekler kastolunur. Ervah-ı tayyibe tabiri ile de iyi kimselerin ve meleklerin rûhları ifade edilmiş olur.
ESMÂ : İsimler demektir. Cenâb-ı Hakk'ın isimleri olarak Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ve hadîs-i şerîf ile sayılan ve Esmâ-i Hüsnâ (Güzel İsimler) denilen 99 ismi şerifi kastolunur. Bunlardan bir kısmı Allah, Hû, Bâkî gibi zât isimleridir. Allah'ın zâtına aittir. Allah ismi şerifi ise bütün isimlerin mânâlarını toplamış ve mahlûkattan hiç birisine hiçbir zaman isim olmamış, tek ve eşsiz bir isimdir. İlâhî esma sonsuz olduğu halde, 99 u olan Esmâ-i Hüsnâ ile (Binbir ism-i şerifi) meşhur olmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ı anmak demek olan farz, vacip ve sünnet-i müekkede olarak tarîkat erbabınca yapılan zikir, esmâ-i hüsnâdan bir veya birkaçı ile olur. Cenâb-ı Hakk'ın rızası, sırlarına ve yakınlığına erme, Cenâb-ı Hakk'ı satın alma hep bu zikir ile hâsıl olmaktadır ki icazetsiz olanı fethe ulaştırmaz.
Seyr-i sülûkun sonu, Allah'ın isimlerinden nasibi hangisi ise o isme ulaşıp o ismin hakîkati ile şereflenmekten ibarettir. Bundan sonrası ise büyük lütuftur.
Velîler derecelerine göre, esmâ-i hüsnâdan bir, birkaç veya pek çoğunun hakîkatine ulaşırlar. 99 esmanın rengine boyananlar ise velîler devletinin bir veyahutta ikisine has bir mazhariyettir.
EVLİYÂ : Velî lügatta, yakın, yâr, dost, yardımcı, muhabbet besleyen mânâlarına gelir. Evliyâ, velînin çoğulu olup velîler demektir. Evliyâullah ise Allah'ın velîleri demektir.
Kur'an-ı Kerim'de (Haberiniz olsun ki Allah'ın velî kulları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar, îman edip takvâya ulaşanlardır. Dünya hayatında da, âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın kelâmında asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir) buyurulmuştur. Resûlullah Efendimiz "Allah'ın velî kulları kimlerdir" diye soran sahabiye şu cevabı vermiştir. (Said İbni Cübeyr R.A. dan rivayettir.)"- Onlar, öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman, Allahu Teâla hatıra gelir." Hz. Ömer-ül Faruk R.A. ın rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
"- Allah'ın kullarından bir takım insanlar vardır ki, onlar ne şehid ne de peygamberdirler. Fakat kıyamet gününde onların Allah indindeki makamlarına Peygamberler ve şehidler gıpta edeceklerdir" Sahabe, "Bunlar kimlerdir ve amelleri nelerdir? Bize de haber ver de, onları biz de sevelîm ve sayalım ey Allah'ın Resûlü" dediklerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"- Bunlar bir zümredir ki, aralarında ne akrabalık, ne de birbirlerine verecek mal ve dünyalık menfaatleri olmaksızın sırf Allah rızası için ve Allah yolunda birbirlerini severler, Allah'a yemin ederim ki, onların yüzleri bir nur gibidir ve onlar, nurdan bir mimber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar." Resûlullah devamla şu âyeti okudular deyip yukarıda meâli yazılan âyetleri okumuştur.
"- Her an için, gelmiş geçmiş peygamberler adedi olan 324.000 velî hayatta mevcut olup vazifeleri neden ibaret ise onu ifa ederler. Birinin vefatı üzerine yerine yenisi getirilir. Evliyâullah mürşîd-i kâmillerdir ki velîlelerin en büyükleri, âmirleri bunlardır. Mürşîdlerin dışında kalanlara ehlullah denir ki Kırkların Pîri de Ehlullahdır" (Paşa Hz.nin sohbetlerinden). (Sahabe efendilerimizin hepsi de evliyânın üstündedir. Onların şânı ve şerefi yüksektir.) (Paşa Hazretlerinden.)
EVRÂD : Tarîkat mensupları tarafından hergün okunan (ed'iye-i me'sûre) (rivayet yoluyla öğretilen kıymetli ve vazife şeklindeki esmâ, duâ ve âyet veya salavâtlar) yahud bunların hepsinin mürşîd tarafından emredilen bir tertibi. Buna vird denir ve evrad virdin çoğuludur.
Kur'an-ı Kerim'de kıraati âdet edilen cüzlere, her vakit dilde ve ağızda dolaşan söze de denir ve (bunu evrad edindi) diye söylenir.
Her tarîkatın, hatta her mürîdin evradı ayrı olabilir. Virdin neticesi vâridattır. Vâridat da kâlbe doluveren ilâhî ilham ve ikramın ilk şeklidir.
EVVÂBÎN : Ziyade, çok fazla tövbe ederek Allah'a yönelenlerin namazı mânâsına gelir. Sünnet olan ve büyük ekseriyetle emirle kılınan bir namazdır. Akşam namazından sonra yatsı namazı vaktine kadar kılınması gereken (4 ile 20 rekatli ve iki rekatte bir selâm verilerek kılınan) bir namazdır. Akşam namazının sünnetini de bu namaza sayıp 6 rekatte denilmiştir ki her gün kılınan dört rekatinin 12 yıllık ibadete bedel olduğu rivayet edilmiştir.
EZEL - EBED : Ezel, başı, başlangıcı olmayan zamana, ebed de sonu bulunmayan sonu düşünülemeyen zamana denir. Her ikisi de Allah'ın esmâ-i hüsnâsındandır ve Allah ezelî ve ebedîdir demektir.
FAHR : Öğünme, yaptığını sayarak öğünme, övülmeye sebep olacak kimse, fazilet, şeref ve büyüklük mâ-nâ-larına gelir. Fahr-i Kâinat ve Fahr-i Âlem olarak Peygamberimizin nâmı ki bütün âlemin kendisi ile şeref bulup iftihar ettiği Hz. Muhammedidir. Mefhar-i Mevcudat veya Mefhari Kâinat şeklinde de kâinatın kendisiyle iftihar ettiği yüce zât, Resûl-ü zîşândır.
FAKR : Fakirlik demektir. Yokluk mânâsı da böyledir. Muhtaçlık ve züğürtlük olarak da söylenir. Fakir, nisaba, yani kendisine zekat vacip olacak miktar mala sahip olmayan kimsedir. Peygamber Efendimiz (Fakirliğimle öğünürüm) buyurmuş; Paşa Hazretleri buradaki fakirliğin (Fakr tamamlanınca Allah kalır) hadîs-i şerîfine mutabık olarak, maddi fakirlik olmayıp Fenâfillah işareti olan mahviyeti ifade ettiğini anlatmış ve bu husus önsözde yazılmıştır. Mevhum ve nazari olan varlığı terkeden (fiil, sıfat ve zâtla) Hak'ta fâni olan kimse hakiki fakra erişmiş, öğünülecek fakre ulaşmıştır. (Kul ve kulun mülkü efendisinindir) mefhumunca, kulun kendi nefsinden ve kendisine nisbet edilen şeylerden alâkasını kesmek (teberri) etmesidir ki Fenâfillah ile tâbir edilir.
İnsana lâyık olan, ihtiyaç nisbetinde dünyalığa çalışmak, hazine-i ilâhîden zenginlik verilirse şükretmek, verilmezse sabretmektir. Cenâb-ı Hak herkese lâyık olanı verir. Zenginliğe layık olana fakirlik verse, o adam yolu kaybeder. Fakirliğe müstehak olana da zenginlik verse, o adam da azardı. Bunun içindir ki Hz. Ömer (Zengin veya fakir olarak sabahlamaya ehemmiyet vermem. Zira hakkımda hangisi hayırlıdır bilemem) demiştir. Aslında, zâhid olanların bırakmaya çalıştıkları dünyadan maksat ise, dünyayı değil onun sevdasını gönülden çıkarmaktır. Dünya, Hüdâ'dan gafil olmaktır. Cenâb-ı Resul (İyi adam için iyi mal ne iyidir)buyurmuştur. Geminin içindeki su geminin batmasına, geminin altındaki su ise yüzmesine sebep olur. Zenginlik zühde mâni değildir. Ashâb-ı Kiram umumiyetle zâhid oldukları halde bir kısmı zengin idi. Allah'dan başka herşey ihtiyaç içindedir. Kur'an'da (Ağniyâ-i şâkirin ile fukara-i sâbirinin her ikisi de methedilmiştir.) Fakirin ilacı sabır ve kanaat, zenginin ilacı ise şükürdür. Fakirliğin en kötüsü aç gözlü olmaktır ki bunların gözünü ancak toprak doldurur. Bir mürîdin fakir ve zenginliğini değiştirmek, ancak mürşîd-i kâmile mahsustur ki, Allah mürîdin hâlini ona bildirip kulunu ona emanet etmiştir.
FARK : Kesrette vahdeti, vahdette kesreti birbirine hicap (örtü) olmadan müşahede etmek demektir. Buna (fark-ı sânî) de denilir.
Meratipte zuhur itibariyle vâhidin çoğalmasına (Fark-ı Cem) dünya alâkalarını tamamiyle terkederek ehadiyet dergâhına yönelme ve istiğrak hâline gelmeye (Fark-ı tam) denilmiştir. Fark, Cem'in mukabilidir ki, kulluk vazifelerinde, kula lâyık ve ait olana fark; Hak tarafından ihsan edilene de Cem denilir. (Farki olmayanın kulluğu, Cem'i olmayanın da ma'rifeti olmaz) denilmiştir. (Fark, yaradılanları bilâ Hak -Hakk'ın dışında- Cem, Hakk'ı bilâ halk -eşyanın dışında, onsuz- Cemü'l-Cem'de, halkı Hak ile kâim görmektir.)
FÂSIK : Günahkâr, Allah'ın emirlerini yapmamaya, yasaklarını yapmaya devam eden, büyük günah işleyen veya küçük günâhları işlemekte ısrar eden kimse. Günahıyla öğünen, açıktan açığa günah işleyen kimse ki fâ-sıkların şahitliği muteber olmadığı gibi bunlar hakkında konuşmak ta gıybet sayılmaz. (Fâsıkı methedene Cenâb-ı Hak buğuz eder) hadîs-i şerîfini İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektubat'ta, İmam-ı Gazâli Hazretleri de İhya'u Ulumi'ddin'de kaydetmişlerdir. Fâsık imama uymak zarureti olmadığı gibi fâsıklarla istişare de edilmez. Dînî ve dünyevî işlerde fâsıklara uymak dalâlet olur. Fâsıkın sözü ile amel etmek de caiz değildir. Hâlini düzeltmeyen fâsıkın sonu felâkettir.
FELEK : Gök, gök tabakaları, devir, talih ve baht, büyük ve dâirevî olan şey, her gök küresinin gezdiğ yer ve dünya mânâlarına kullanılır. Felek-i a'zam, Felekü'l-eflâk, Felek-i Kürsî, Felek-i Atlas, Felek-î Âfitab (Güneş) Felek-i hava vs.
FENÂ : Yok olmak, yokluk, geçici dünya, ölümlü eşya ve mahlûkata denir. Tasavvufta ise; eşyanın nazardan silinmesi, göz, kâlp ve gönülden atılması demektir, terktir.
Kulun kendi nefsinden ve kendisine nisbet edilen şeylerden teberrî (ayrılması) etmesidir ki sonu Fenâfillahtır. (İhyâ'u Ulûmi'd-din'de) taharetin dört mertebesi vardır. 1- Zâhir bedeni hakiki ve hükmî pisliklerden, 2- A'zâyı küçük ve büyük günahlardan, 3- Kâlbi kötü huylardan, 4- Sır ve rûhu Allah'dan başka ne varsa onlardan temizleyip boşaltmaktır deniliyor ki Fenâfillah da budur. Fenâ ve bekâ mertebelerine gelemeyip en âşıkların, vuslata mâni olan manevi kirlerden rûhlarını göz yaşı ve ciğer kanı ile temizle-meleri icabeder. (Kim ki aşk ve muhabbet çeşmesinden abdest almaz ve bütün eşyayı ölü hükmünde bilip de üzerinde -dünya, ukba, varlık, terki terkeden ibaret olan- dört tekbir ile namaz kılmazsa, onun can yüzü hakîki kıbleye dönmüş olmaz) şeklinde sofiye teşbihi olarak fenâ ve be-kâ ifade edilmiştir.
Tevbe-i nasûh'un şartı olan fenâ-ı muhalefet (şerîate zıt şeyleri bırakma) zühdün şartı olan hazları terk (fenâ-i huzuz), sıdk u muhabbetin şartı olan fenâ-i huzûz-u dâ-reyn (dünya ve âhiret istekleri) sekrin (bîhûdîlik, aşk sarhoşu) neticesi olan gaybet mânâsına gelir ki üç kısımdır:
1- Fenâ-i ef'âl (Fiillerinde fâni, Allah'dan başka fâil yoktur der), 2- Sıfat fenâsıdır ki, hayat, ilim, kudret, sem' (işitmek) basar (görme), irâde ve kelâm sıfatlarında yok olmaktır. Sâlik bundan başkalarını görmez, 3- Fenâ-i zât'tır ki, Allah'dan başka mevcut yoktur der.
Bir başka açıdan da fenâ dört kısımdır:
1- Fenâ-i halk ki, yaratıklardan birşey beklemez ve korkmaz, 2- Fenâ-i hevâ ki kâlbde mâsivâ emeli kalmamasıdır, 3- Fenâ-i irâde ki irade sıfatının gitmesidir, 4- Fenâ-i akıldır ki, sıfat-ı ilâhîye'nin tecellîsidir. Fenânın lâzımı, hemen takipçisi olan bekâ da fenânın isimleri ile söylenir. Ve fenâ ne kadarsa bekâsı da ona göre olur.
Fakr veya yokluk, mevhum olan varlıktan geçmek olduğuna göre, işini Allah'ın işinde, sıfatlarını Allah'ın sıfatlarında, zâtını da Allah'ın zâtında yok eden kimse, Allah'ın iş, sıfat ve zâtıyla bekâya ulaşır ve böylece (Fakr tamamlanınca Allah kalır) hadîs-i şerîfi tahakkuk etmiş olur.
(Fenânın başlangıcı muhabbet ve sonu da vuslattır. Muhabbetle yürüyen mürîd, önce fenâfi'l-ihvan olup ihvanları sevip onların hüsn-ü teveccühünü kazanır. Hizmetini artırdıkça muhabbet ve gayretini artırırlar ve fenâfi'ş-şeyh âlemine ulaştırırlar. Bu âlemde makbul olursa Fenâfi'r-re-sul âlemine naklolunur ki aşk âlemidir burası. Sâlikin, bu âlemlerde garkolurken her işi zâhir ve bâtında şeyhi ve Resûlullah Efendimizin kuvvet-i kudsiyesi ile yapılır. Re-sûlullah Efendimize makbul olanı ise bizzât Risaletpenah Efendimiz Cenâb-ı Hakk'ın zâtına teslim eder ki bu da Fe-nâfillahdır. Buradaki zâtın her umuru Cenâb-ı Hakk'ın zâ-tına tevdi edilmiştir.) (Paşa Hz. nin sohbetlerinden.)
Fenâ, kâlbin mâsivâyı unutması, ölmeden evvel ölmektir ki, Peygamberimiz üç defa ölmeyi (üç fenâyı) emretmiştir. Fenâ hâsıl olmadan Cenâb-ı Hakk'a vüsul hasıl olmaz ve zât-ı ilâhî'den birşey anlaşılamaz. Fenâ, sâlikin yetiştirici (Rabbi) olan ilâhî isimde yok olmasıdır ki velâ-yetin ilk basamağıdır.
Fenâ-i kâlbiden sonra fenâ-i nefs hâsıl olur. Daha sonra da itmi'nan hâsıl olur ki hakiki islâm meydana gelip sadra yerleşir. Fenâdan önce on makamı çalışarak geçmek lâzımdır. Bunlar tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikr, teveccüh, sabr, murakabe ve rıza'dır. Bunların yerleşmesinden sonra hâsıl olan fenâ devleti, Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve keremidir. Fenâdan sonra karar eden bekâ ile velâyet hâsıl olmuştur.
FEYİZ : Âlemlerin, Allah'ın tedricî (usul usul), fakat devamlı bir sûrette nüzul (iniş) tarzı ile ve başka bir mevcudu meydana getirmek hassasına mâlik olarak tekamülüne ve bunun ilâhî nazar altında devamı mânâsında bir tâbirdir. Taşıp akmak ve çoğalmak, bereketlenmek mânâlarını taşır. Feyz-i ilâhî, Feyz-i Rabbâni, Feyz-i aşk, Feyz-i muhabbet, Füyûzât tâbirleriyle söylenir.
Tasavvufta insan kâlbine, sır ve gönlüne ilâhî bir ilkâ (koyma) olup maneviyat bedeninin gıdasıdır. (Feyiz Ce-nâb-ı Haktan ayrılınca, mutlaka mahalline girip dolacaktır. Zaman ilerleyip mürîdlerin gönülleri zayıflayınca, çıktığı gibi gelen feyiz mürîdanı bîhûdîliğe düşürdüğünden, Abdülhâlık Gücdüvâni Efendimiz:
- Ya Resûlallah mürîdan, sizin râbıtanıza tâkat, tahammül edemiyor ne emir buyurursunuz? deyince:
- (Kendinize râbıta ettirin) fermanı çıkmış ve böylece mürşîdlere râbıta eden mürîdan da -mürşîdleri fazla feyze seddolduğundan-bîhûdîlikten fâriğ olmuşlardır.) (Paşa Hazretleri)
(Mürşîd-i kâmil mürîdi feyiz beşiğine koyar, sır memesinden günde bir defa ona süt verir. Fenâfillah makamına kadar sabi (çocuk) olan mürîd, mânen mesul değildir.) (Paşa Hz.)
FİKİR : Akıl maddesine bakınız.
FİRÂSET : Tasavvufta, yakînin açıklanması ve gaybın görünmesi diye tarif edilmiştir. Görüş ve anlayışta dikkatle nazar edip doğruyu bulmaktır. Seziş kabiliyetini ifade eder. Allah bu seziş hissini velîlerin kâlbine sokarak onunla bazı insanların hallerini kendilerine gösterir. (Mü'minin firasetinden çekininiz, zira o, Allah'ın nuriyle nazar eder.) hadîs-i şerîfi bu sezişe işarettir.
Ferâseti birdenbire kâlbe inen ve mukabil şüpheleri kaldıran bir itmi'nan (emniyetli hâl) hissi olarak da tarif ediyorlar. Bu duygu, bir anda kâlbi doldurarak ona hükmeder. Ferâset îman kuvvetinden doğar. İmanı kuvvetli olanın firâseti de o nisbette sert ve keskin olur.
(Firâset nûru ile nazar eden kimse Hakk'ın nuruyla nazar ediyor demektir ki bu nazar yanlışlık ve karışıklıktan uzaktır.) Hak nûru ile nazardan maksat, Allah'ın kuluna lütfettiği basiret nûrudur.
FÜTÜVVET : Başkasına yardım etmek mânâsına gelir ve (iyi ahlâk ve nimetin belirtisidir) diye tarif edilmiştir. Sâdıkların ayıplarını örtmek, düşmanlarının şamatalarını susturmak da fütüvvet icabıdır. Mü'min kardeşine yardım edip hizmet edene Allah'ın yardım edeceği şüphesizdir.
Fütüvvetin aslı nefsânî hazlardan ayrılmak ve Hakk'a yönelmektir ki Feta namını alan Hz. İbrahim'in sıfatıdır ve zâhir putlarını kırmıştır. İnsanların içindeki (nefs ü hevâ, şeytan, dünyalığa meyil ve nefsânî hazlar)dan ibaret beş putu kırmak lâzımdır. Peygamberlerin lisanından gelen şerîat ilmini hevâ ve hevesle aklî delillere tercih etmek de fütüvvettir. Üç derecesi sayılmıştır.
1- Nefsini başkasıdan üstün görmemek,
2- Halkın yaptığı cefâyı unutup husûmeti terk,
3- Uzaklaşana yaklaşıp, cefâ edene ikramdır.
Fütüvvetin en yüksek tecellîsi, ceza gününde (âhiret) Peygamberler bile (nefsî, nefsî) derken Peygamber Efendimizin şefaatçi olmasıdır.
GAYB : Hakk'ı görmeye mâni olan şeyler hakkında kullanılan bir tabirdir. Kelime mânâsı gözden saklı olan, görülüp bilinemeyen şeyler, haller demektir.
Bilinip görülmemesi sebebiyle zât sırrına da gayb denilir. Gaybın tecellîleri âriflerin kâlbine imdat için peşpeşe gelir. Tecellî Kâbız isminden ise ârife haşyet (dehşete düşme) ve rehbet (korkma), Basît isminden ise, ümit ve istek hâsıl olur. Gayb çeşmelerinin yağmuru gibi, âlem-i gaybdan sırlar akar ve keşif ve hârikaları meydana getirir.
Gayb-i zâtî tabiri ile Cenâb-ı Hak veya mecazen mür-şîd kastolunur.
GAYR : Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve vuslattan alıkoyup meşgul eden şeylere denir ki sivâ sözü ile eş anlamdadır. Mâsivâ (Allah'dan başka herşey) sevgisini terketmek Kavm (tasavvuf yolcuları) üzerine farzdır denilmiştir. (Senin şimdiye kadar ki dostların hakîkatta düşmanlardır. Zira seni Allah'dan meşgul ederler. Senin gibi ten ehli olan dostların, ten rahatlığına batıp tenbelleşmişlerdir. Kim ki âşık değildir, o ten besleyicidir; onun canı öküz ve merkepteki candır.)
GAYRET : İlâhî sıfatlardandır. Hadîs-i şerîfte (Saad gayretlidir, ben Saad'dan daha gayretliyim, Cenâb-ı Hak da benden gayretlidir. Gayretinin kemâlinden zâhir ve bâ-tındaki bütün kötülükleri haram kıldı) buyurulmuştur. Gayret iki kısımdır. Biri, nefsler üzerinde beşeri gayret, öbürü de kâlbler üzerindeki ilâhî gayrettir.
GAVS : Yardım edici, medet verici, dalgıçlık, bir meselenin hakîkatına vâkıf olup derinliğine bilgi sahibi olmak, yapılması gereken işe gayret ile girmek gibi mânâlar taşır. (Evliyâullahın tamamının başı Resûlullah Efendimizin halîfesi ve Cenâb-ı Hakk'ın kutuplarının kutbu, başkanı Kutbü'l-Aktab'dır. Kutbü'l-Aktab'ın yardımcısı ve ilk ve ön vekîli de Gavsı Azam'dır. Gavsı Azam'dan sonraki büyük Evliyâullah ise Kutbü'l-İrşâd'dır. Bizim Pîrler en azından Kutbü'l-İrşad'dır. Ekseriyyetle Kutbü'l-İrşad ile Gavsü'l-Azamlık makamlarının ikisini, sık sıkda Kutbü'l-Ak-tab, Gavs-ı A'zam ve Kutbü'l-İrşadlık makamlarının üçünü bir elde derûhte ederler. Böylece bu üç azim makamı uhdesinde toplayan (Müceddid) olur. (Paşa Hazretlerinin sohbetlerinden.)
Gavs-ı A'zam'dan ayrı her tarîkatın kendine mahsus tarîkat gavsı bulunduğu da aynı büyüğün sohbetlerinde ifade edilmiştir.
Zamanın gavsı denilerek, Evliyânın başkanı, en büyük âmiri kasdolunduğu vakidir.
"Dede Paşa'dır mahlâsı
Cemî'-i evliyâ hâsı
İrşâd etmiştir çok nâsı
O idi zamanın gavsı"
GINÂ : Zenginlik. Ganî ism-i şerîfi, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ve herşeye mâlik olan Allah'ın sıfatıdır. Zenginlik, tok gözlülük demek olan gına da, Allah'ın bu isminin gölgesi, aksidir. Bir hadîs-i şerîfte (Zenginlik mal çokluğundan değil gönlün zenginliğidir) buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerim'de şükreden zenginlerle sabreden fakirlerin her ikisi de methedilmiştir. Hz. Ali R.A. (Fakirlik ve zenginlik iki binittir, hangisine binsem kayırmam) demiştir.
Allah, ihtiyaç hallerinde fakir ve çaresizlerle muhtaçları kendi nefislerine tercih eden kullarına müjdeler ihsan etmiştir. Cömertlik, çok yüksek bir meleke olarak zenginlere süs olmaya lâyıktır. (Hasis ve cimriye bakmanın kâlbe darlık verdiği tecrübe ile sabittir) denilmiştir. Zenginliğine rağmen cimrilik yapana yazıklar olsun. Zenginlerin alçak gönüllü, fakirlerin ise onurlu olması gerekir.
Kanaat, zenginliğin aslı ve ıtrıdır. Hırs ise ne kötüdür. (Her bir hırs sahibi fakir ve her kanaat sahibi de zengindir) sözü meşhurdur. Zenginlik zühd ve takvâya mâni değildir. Eshab-ı Kiram ekseriyetle zâhid oldukları halde bir kısmı zengin idi. Hz. İbrahim, Hz. Süleyman, Hz. Yûsuf a.s. Peygamber oldukları halde zengin ve son ikisi saltanat ve devlet sahibi idiler. İş budur ki; zengin, fakir, devletli veya kalender, zâhir veya bâtında Hakk'a âgâh olunsun. Bunun dışında, mahviyeti kastetmeden fakir olmayı tavsiye edenler, muhatabın mürşîdi değilse, sözünün bir değeri yoktur.
GÖNÜL : Kâlb ve rûhun bir hâli, temiz ve saf şekli mânâsına kullanılır. Tasavvufta ise, insan maneviyatı, dünya ve kötülüğe meylederse buna nefis, Hakk'a ve Hakk'ın tavsiye ettiği iyiliğe meylederse buna da gönül denilmiştir. Gönül, Allah yapısıdır. Çünkü harap olmuş olan o nefis yıkıntıları üzerine Allah'ın gösterdiği malzemelerle, Peygamber akıl ve tedbiriyle amelinden, melek ilham ve yardımının beden hizmet ve gayretiyle meydana gelmiş-tir. Hakk'a engel olacak her fikir, hatıra ve malzeme buradan çıkarılmış ve her kötülük, kir ve pislik atılarak Allah'ın memnun ve razı olacağı, hoşlanacağı temizlikle süslenip döşenmiş olan bu (Kâbe) ye Allah'ın davet edilmesi için gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Allah'ın mülkü Allah'a lâyık hâle getirilmiştir. Bu sebeple gönül, hakiki kâbedir. Zira, Allah buraya tecellî edecektir. Âdem atamıza meleklerin secde etmesinin sebebi, bu gönül kâbesi dolayısıyladır. (Kâbe bina-i Halil'dir sendedir beyt-i Celil) mısraı ile Sâlih Baba bu hakîkatı ifade etmiştir.
GÜL : Pek çok renk ve çeşidi olan mâlum çiçektir. Gonca gül, taze gül (gül-ter), kırmızı gül (gül-i rânâ), (Gül-i hamra)gibi tabirlerle güzellik, nefaset, hoş koku ve tazelikle birlikte mânevî güzellikleri ifade için kullanılır. Kırmızı gül Peygamberimizi ve O'nun mübarek ve hoş kokusu için söylenir. Peygamberimizin menekşe kokusu kullandığı ve mübarek vücudunun ve terinin gül gibi koktuğu sahîh rivayetlerle sabittir. Fâtıma validemizin de beyaz güle benzetildiği mâlumdur. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in de kırmızı ve beyaz gül şeklinde ifade edildiği olur.
Tasavvufta ise gül, ya Peygamber Efendimizi yahut da mürşîd-i kâmili ifade eder. Rüyası da bunlara tabir edilir.
(Gül gibi serapa renk ve kokudan ibaretsin) diyor Hâfız-ı Şîrâzî
Gülzar, Gülistan vs. de daima mürîde teşbih olan bülbülle birlikte söylenir ve tarîkatı, maneviyatı ifade eder.
GÜNEŞ : Mâneviyatta Cenâb-ı Hakk'a teşbih edilir. Güneş olmasa her bir şey yok demektir. Ay ise Peygamber Efendimizle mürşîdlere teşbihtir. Mâh, mehbedr, bedray, dolunay gibi değişik isimlerle anılır. Güneşin nûrunu tahammül edilecek şekilde ve latîf bir sûrette aksettirmesi de ay'ı mürşîd ve nebîlere maddî yönden de benzetmiştir. Onun için (Râbıta-i Nakş-î Hayâlî) de Sâlih Baba Bedray'ı seçmiştir ki biz de ayın ondördü gibi ışıklı olan mübarek yüze râbıta ediyoruz.
HÂDİM : Hizmet eden, hizmetçi mânâsınadır. (Halka hizmet eden halkın efendisidir) hadîs-i şerîfi hizmetin kadrini ifadeye yeter. (Hâdim-i Dergâh-ı Hz. Sâmi) Hz. Pîr Beşîri'l-Erzincâni'nin sıfatıdır ki kırkbeş yıl gece gündüz, yaz ve kış dergâha hizmet etmiştir. (-Baba himmet, diyen oğluna şeyh efendi: - Oğlum hizmet), diye cevap vermiştir. (Hizmet Allah içindir) ifadesi, Paşa Hz. nin kelâmı kibarıdır. Hâdimü'l-fukara mürşîdlere denir ki, işi gücü dervişlerin hizmetidir. (Mürîdin iş ve edebi hizmettir) denilmiştir. Paşa Hazretleri o yüksek kemâli ve en güzel ve hoş gülleri bitiren hâlis toprağa benzeyen misilsiz mahviyeti ile (Altmış senedir sahra'yı melâmetteyim) buyurmuş, bu ifadesinden (Altmış senedir lâyıkıyla hizmet yapamadım) demek isteyen bir üzüntüyü ifadeye çalıştığı düşünülürse, yetmişbeş yıldan az olmayan uzun bir zamanın tamamında malı, canı ve hizmeti ile misilsiz bir hizmet örneği verdiği halde, bu eşsiz hizmeti bile az gördüğü anlaşılabilir. Şâh-ı Nakşîbend Efendimiz kırk yıl, Hz. Pîri Sânî Efendimiz de kırkbeş yıl hizmette bulunmuşlardır.
HAFÎ : Kâlb mertebelerinin dördüncüsüdür ki, gizli, daha fazla gizli demektir. Letâif makamlarının biridir ki sâlik tecellî-yi mânevîyi hafîsinden görür.
HAKK : Cenâb-ı Hakk'ın zâtı, Vacibü'l-vücut, varlığı daimi ve sabit olan demektir. Varlığı hiç değişmeden duran zât-ı ilâhî'nin ismidir. İnkârı mümkün olmayan her şey Haktır. Bâtıl bunun zıddıdır. Herkesin meşrû olan selâ-hiyetine, iktidarına, mâlikiyetine de hak denilir ki bunun çoğulu hukuktur. Her hakkın karşılığında bir vazife vardır. Hakk'a kuvvet galip gelemez. Tasavvufta Hakk, Cenâb-ı Hakk'a râcidir.
HAKÎKAT : Dörde ayrılan mertebelerden üçüncüsüdür. Bunlar şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifettir. Bunlardan birincisi avama mahsustur ki beden içindir. İkincisi, ha-vâssa aittir ki kâlb içindir. Üçüncüsü havassü'l-hasa aittir ki rûh içindir. Sonuncusu ise ehassü'l-havassü'l-hasa mahsustur ki Hak içindir. Lügatte bir şeyin aslı ve esasına, doğru ve gerçek olana denir. Hakâik ve hakâyık, hakîkat kelimesinin çoğuludur. Hakîkat hâli ile vasıflananlara hakîkat ehli denir ki tasavvufta kulun kendisinin fâil-i hakiki olmayıp ancak Hak Tealâ olduğunu kesin olarak bilmesi ve kendi beşerî sıfatlarından soyulup ilâhî sıfatlarla sıfatlanmasıdır. (Rûhsatları bırakıp azimetle amel etmek hakîkatın anahtarıdır) denilmiştir. (Tarîkat, tavrı hareketim; marifet, sermayem; hakîkat hâlimin ölçüsüdür) denildiğine göre, hakîkat, şeriatın semeresi ve belki de kendisidir. Rûhla ceset ve sütle kaymak bunun misalleridir.
HAKKE'L-YAKÎN : Kulun Hak'da fenâsı ve Hak ile ilmen, şuhuden ve kâlen bekâsı yerinde kullanılan bir tabirdir. Yalnız ilmen bekâsı Hakke'l-yakîn olmaz. Her akıllının ölümü bilmesi ilme'l-yakîndır. Melâikeyi müşahedeye başlayınca (gaybe âşina olunca) Ayne'l-yakîn, ölümü, fenâyı tadınca da Hakke'l-yakîn hâsıl olur. Bazıları (ilmi yakîn; zahir şerîattır); Ayne'l-yakîn şerîatte ihlâstır. Hakke'l-ya-kîn, şerîatta hakîkati müşahededir) demişlerdir.
HÂL : İçinde bulunulan zamana ve değişmeye, bir şekilden başka şekle dönmeye denir.
Sofiye lisanında ise, çalışmadan ve riyasız olarak kâl-be dolan mânâ, cezbe, baygınlık, coşkunluk gibi mânevi keyfiyetlere denilir. Hâl ile makam arasında fark vardır. Hâl kulun dahli ve kastı olmaksızın meydana gelen, Allah vergisi olan; makam ise çalışılarak elde edilen şeye denilir. Makam sahibi makamında değişmeden durur, hâl sahibi ise hâlinde değişik ve renkten renge giricidir. Keşif ve ihsandaki değişikliklere (hâli reka) genişlik, bolluk, hâli, mü-câhede ve cezâ makamlarındaki değişikliklere ise şiddet hâli denilir.
HALVET : Yalnızlık, tek başına bir yere çekilme, tenhada oturma mânâlarına gelir. Tasavvufta, kâlbi bâtıl itikatlardan boşaltmak mânâsınadır. Hadîs-i Kutsîde (Ey Davud, benim için bir ev boşalt ki ben orada olayım) buyurulmuştur. Kaşanî: Sülûkun hakîkati; kâlbi ağyâr düşüncesinden (mâsiva) boşaltmaktır. Bu da beş duygu kapılarını boşaltmakla olur, demiştir.
Şeyhin emir ve tensibi ile mürîdin dar ve loş bir yere çekilip ibadet ve riyazetle uğraşması demektir ki, ekseriya kırk gün sürdüğü için (erbaîn), meşakkatli olduğundan çile, Hakk'a yaklaştırdığından veya Hakk'a ulaştırdığından, Seyr-i Sülûk da denilmiştir. Bunlarla eş anlamlıdır.
HALVET DER ENCÜMEN : Nakşî tarîkinin onbir kâ-idesinden biri olup, topluluk içinde oturduğu halde, gönlünü Hakk'a bağlayıp zâhirini halka vermektir. Yani uzlet ve halvet hallerine bâtında ulaşmaktır. Topluluk içinde iken bile yalnız olma, gönlü halvette tutma demektir. (Zâhiri halk, bâtını da Hak ile meşgul etme) diye de tarifi yapılmıştır.
HAMD : Nimet mukabilinde Cenâb-ı Hakk'ı senâ yani şânına yakışan şekilde öğmektir ki Kur'an'ın başı, Seb'ül -Mesâni denilen Fâtiha Sûresi'nde beyan edildiği gibi, Elhamdülillah demektir. Elhamdülillah demek hamdetmenin en güzelidir. Hamd, lisanla öğmek, kâlble sevmek, beden ve âzâ ile hizmet etmektir. Hadîs-i şerîfte (Hamd şükrün başıdır) (Allah'a hamdetmeyen şükretmiş olmaz) (Zikrin efdali Allah'a hamddir) (Nimete hamdetmek o nimeti zevalden korur) (Cennete davet edilenlerin evveli her hâlinde Cenâb-ı Hakk'a hamdedenlerdir) buyrulmuştur.
Şükür ise, Allah'ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmak ve elhamdülillah demektir.
HAMSE-İ ÂL-İ ABÂ : Bkz. Âl-i Resûl (Hams) beş demektir. Abâ altındaki beş kişi demektir.
HÂNİKÂH : Tekke mânâsına gelen Farsça Han-gâh'dan. Büyük tekke demektir. Küçüğüne zâviye, vasatına da dergâh denilir.
HAŞYET : Dehşete düşmek demektir ki ilâhî tecellîye ilk defa mazhar olanların tabiî hâlidir. (Cenâb-ı Hakk'ın kullarından ancak âlimler kendisinden haşyet eder) âyet-i kerîmesine göre, âlimlerin amelinin şartıdır.
Haşyet bazan gelecekteki sevimsiz bir iş korkusundan, bazan da Cenâb-ı Hakk'ın azametini marifetle olur. Bunlara rehbet ve haşyet de denilir. Azâba lâyık olacak şeyleri terkedene korku sahibi denilir. Korku üç kısımdır. 1- İmanın şartı olan korku, 2- İlim icabı olan korku, 3- Marifet sahiplerine has ve heybet şeklindeki korkudur. Hira dönüşü, Cebrail A.S.ı ilk defa görünce, Peygamberimizin korkusu, şüphesiz haşyettir.
HÂTIR-HAVÂTIR : Kâlbe gelen ve hitap nevinden olan şeye denir. Bir şey kâlbe gelir de derhal geçerse (Hacis), biraz durur da geçerse (Vacis), fazlaca durursa (Hâ-tır), kâlpte devamlı dururda geçmezse (Fikr) adını alır. Kâlbe gelen hatıralar dört kısımdır: 1- Hâtır-ı ilâhî'dir ki, velîlerin kâlbine gelen ilmi ilham mânâsınadır. 2- Hâtır-ı melektir. Bunun eseri, taatlara teşvik ve yasaklardan sakındırmaktır. 3- Hâtır-ı şeytanîdir ki günaha davet ettiği için Eûzü Besmele çekip istiğfar gerekir. 4- Hâtır-ı nefstir. Bu da bâtında nefsin yasaklardan istediğine çekme hareketidir. Bu hâtıratın en kuvvetlisidir. Nefis, arzusundan hiç vazgeçmeden devamlı surette iğva eder. Şeytan ise gelince yaptıramazsa israr etmeyip bu arzusundan vazgeçip başka bir yolla yaptırmayı dener. Nefsani havâtır, mür-şîdin râbıtası bereketi ile def edilebilir. Yiyip giydiğinde haram karışık olan ilham ile vesvası ayıramaz.
HAVF : Korku demektir ki, Haşyet maddesinde anlatılmıştır. Korku ancak Allah'dan korkmaktır.
HAYY : Diri, canlı mânâsına ilâhî sıfattır. Bekâya ulaşan sâlik, Allah'ın Hayy sıfatı ile diri olup bekâ sıfatı ile bâki ve diğer sıfatlarına da boyanmıştır.
HAYÂ : Kötüyü terk ve iyiyi işlemeye sevkeden bir huydur. Hayâ, çekinip utanmak demektir. Ve iki kısımdır. 1- Hayâ-i Nefsanidir ki, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı tabii ha-yâdır. Bu hayâ, sahibini halk arasında ayıp sayılan şeyleri işlemekten men eder. 2- Hayâ-i îmanîdir. Bu da mü'mini Allah korkusu sebebiyle günahlardan meneder. Hadîste "Her dinin bir huyu vardır, islâmın huyu hayâdır", Geçen Peygamberlerin genel sözüdür; "Utanmazsan istediğini yap" buyurulmuştur. Hadîs-i Kutsîde "ey kulum, benden utandığın müddetçe ayıplarını halka, günahlarını da günah işlediğin yerlere unuttururum. Levh-i mahfuzdan zellelerini giderir ve kıyamet gününde hesap sırasında seninle münakaşa yapmam" buyurulmuş, Cenâb-ı Hakk'ın hayâsı olandan haklarını aramayacağını bildirmiştir. Yine diğer bir hadîste "Hayâ îmandandır" buyrulmuştur. Yine "Hayrın tamamı hayâdadır" hadîsi rivayet edilmiştir. Hz. Aişe Validemiz "Ensar kadınları ne iyi kadınlardır ki ha-yâları onları din işlerini sormaktan alıkoymuyor" demiştir. Bu mânâya "Dinde, utanma yoktur" hadîs-i şerîfi ifade edilmiştir. Diğer bir hadîste "Halktan utanmayan Allah'dan da utanmaz" buyurulmuştur.
HAYAT : Dirilik, canlılık, yaşama ve sağlık mânâla-rına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın (Hayy) ismi, (Hayât) da sıfatıdır. İnsanların hayatının gayesi ebedi hayat nimetine ulaşmaya gayrettir. Cenâb-ı Hak, ilimsiz kâlbi ölü, ilmi de hayat, ilmin sebeplerini de nûr olarak beyan etmiştir. Ha-yâtın üç derecesi vardır: 1- Hayât-ı ilimdir ki, kâlbin cehalet ölümünden kurtulup ilimle hayata kavuşmasıdır. Zira kâlbin hayatı ilimdir. 2- Hayât-ı Cemidir ki kâlbin tefrika ve nifak ölümünden kurtulup himmeti toplaması ve havâtırı defetmesidir. 3- Hayât-ı Hak'tır ki vücut hayatı demektir. Bu da kulun fenâ ve bekâ nimetlerine ermesi demektir.
HEVÂ - HEVES : Nefsin istek ve düşkünlükleri, nefsin zarar ve günaha çeken arzuları, nefsânî emeller ve bâtıla meyiller demek olup çoğulu hevesâttır. Amel ve yoldan alıkoyan her hâl hevâ ve heves tâbiri içine girer.
HİKMET : İlim ve amelin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir sıfattır. Bilmeyen ve bilgisi ile amel etmeyen hakîm (hikmet erbabı) olamaz.
İlim, adalet ve hilmin birleşmesinden doğar. Bir şeyin hakîkatını anlamaya da hikmet denilir. Adaba, ahlâka, mev'izalara ait belagatli sözlerle fıkralara da hikmet denilir. Eşyanın hakîkatlarından bahseden ilmin adıdır. (Yunanlıların hikmeti nefsü hevânın haberi, îmânlıların hikmeti ise, Peygamberin buyruğudur) vezicesi söylenmiştir. Hikmet üç kısımdır: 1- Hikmet-i ilâhîyedir. 2- Şerîat ve tarîkat ilimleridir ki bütün insanlara şerîat, kabul edenlere de tarîkat ilmi bildirilmiştir. 3- Aslından haber verilmeyen ve avâma asla bahsedilmeyen hakîkat ilmidir. Hak'ka tâ'ate, fıkıh ve dine, verâ ve takvâya, aklın isabetli reyine ve emr-i ilâhîde tefekküre de hikmet denir. Hadîsde (Hikmet mü'minin yitiğidir, nerede bulursa alır) buyurulmuştur.
HİMMET : Kâlbin dilemesi ve yönelmesi demektir. Mecazen lütuf, kerem, mürüvvet ve ihsan demektir. Mürîde hizmet ve teslimiyet, mürşîde de himmet gerekir. Kâlbin bütün kuvveti ile bir hâcete yönelmesi... Kullanılmakta olan mânâsı ile, şeyhin mürîde mânevî yardım, feyiz ve lütuflarına denilmektedir. (Himmet-i rical taklatü'l-cibal) büyüklerin himmeti dağları devirir mânâsına ve yerindedir. Çünkü, dağ gibi günahları erittiği gibi, Kaf Dağı gibi aşılmaz geçitleri de himmetle aşmak mümkündür. (Baba himmet, oğul hizmet) meşhur olmuş bir tarîkat âdâbının ifadesidir.
HUMÂ : Devlet kuşu. Boz renkli, küçük bir kuş olup kimin başına konarsa onu devlete ulaştırdığı -mecazen- ifade edilir. Ankâ ile de ilgilendirilip karıştırılmıştır.
HÛŞ DER DEM : Nakşî tâbirlerindendir. Istılahta, sâlikin her nefesinde âgâh olması, gaflette bulunmaması demektir. İsm-i Celâl ve İsm-i Azam olan Allah lafzındaki (HA) her nefes sahibinin (Bilsin bilmesin) mecburen yaptığı zikirdir. Allah'daki Elif Lâm tarif içindir. Lâm'ın ikiliği, ta'zîmin şiddetli olması içindir. İşte, asıl lafza-i Celâl nefeslerde cereyan eden Hu (Ha) dır ki bunun tekrarı ve zikri olmazsa hiçbir canlı hayatta olamaz. İşte, tarîkat zarûrî ve gafletle olan bu zikri, isteyip âgâhlıkla yapmanın yolu, Hûş der dem de bunun irfanıdır.
HUŞÛ - HUZÛ : Alçak gönüllülük ile hareket etmektir. İnsanın kendi nefsini hakîr görmesi, aşağı ve hor telâkki etmesi olup tevâzû ile eş mânâyadır. İyi ahlâkın eseri, tevâzûdur. Huzû, Hakk'a baş eğmek ve itaat göstermek, tevâzû ise Rabb'e teslim olup hükme itirazdan çekinmektir. Dinde en evvel kaybolan şey huşûdur. Huşû sahibi olana nefs ve şeytan yaklaşamaz. Huşû alâmetlerinden birincisi, herhangi bir sebeple öfkelendirilen, reyine muhalefet edilen veya sözü reddolunan kimsenin kendi nefsi için müteessir olmayıp hak ve hakîkat neyse onu kabule hazır olmasıdır. Huşûu olanın âzâsı sakin olur. Bu sebeple huşûu olanlar hızlı ve telaşlı hareket etmezler. En üstün huşû, namazda yapılanıdır. Bir hadîste (Namaz ancak huzur-u kâlbledir) buyurulmuştur.
HÜZÜN : Gam, keder ve gussa yerinde kullanılır ve sürurun, sevincin zıddıdır. İbadetsiz ve isyanla geçen ömre teessüf etmek, acımak demektir. Hüzün, insan kâlbini gaflet vâdilerinde perakende ve perişan olmaktan muhafaza eder. Hüzün sahibi olmayan sâlikin yıllarca sökemeyeceği mânevi mesafeleri, hüzün sahibi az zamanda alıverir. (Allah hazin kâlbleri sever) hadîs-i şerîfi mervidir. (Mü'mi-nin amel sayfasında bulacağı hasenâtın en ziyade faydalı olanı hüzündür; herbir şeyin zekâtı olduğu gibi, hüzün de aklın zekâtıdır) denilmiştir.
Bu hüzün ise, avâmın ve avâmî sebeplerin hüznü değil, havassın hüznü ise, kâlplerin Cenâb-ı Hakk'ın şuhû-dundan gafleti ve mâsivâya meyli ile, Hasların Hası ile Nebîlerin hüznü de ümmet hakkındaki hüzündür.
İBÂDET : Allah'ın emirlerini O'nun emrettiği gibi yapmaktır. İbâdet, kul olma dolayısıyla yapmamız gereken vazifelerdir. İnsanlar ibâdet hususunda dört kısımdır: 1- Cennet için ibâdet edenler ki bunlara taciran, 2- Cehennem korkusundan ibâdet edenler ki bunlara bendegân, 3- Hak'dan utanarak ibâdet edenler ki bunlara sâdıkân, 4- Hak rızası için ibâdet edenler ki bunlara da âşıkân denilir.
Külfet ve meşakkatle, havfi reca ile yapılan kulluğa ibadet denir. Külfetsiz ve meşakkatsiz, havfsiz ve meşakkatsiz yapılan kulluğa da Ubûdiyet denilir ki havassın yaptığıdır. Avâm ise ibâdet ehlidir.
İHLÂS : Bir şeyi, herhangi bir işi, güzel bir niyetle ve saf bir kâlble yapmaktır. Böyle bir hâle hulûs da denilir. Yapılan vazifelerin kıymeti ihlâsı nisbetindedir. İhlâsın zıddı riyâdır ki, gösteriş ve maddi bir fayda için iş yapmaktır. Böyle bir amelin değeri yoktur. (40 gün ihlâs ile amel edenlerin lisanından hikmet çeşmeleri akacağı) Peygamber lisanından bildirilmiştir.
İhlâs, Hak dururken halkı düşünmekten, sadâkat da, nefse pay vermekten kaçınmaktır.
İhlâs, riyâ ve şirkten tam kurtuluştur.
İHSAN : Kerem, bağış, cûd, sehâ ve cömertlik ve lütufta bulunmak mânâlarına gelir. Istılahda ise, (İhsan, senin Cenâb-ı Hakk'ı görürcesine ibadet etmekliğindir. Zira, sen Onu görmezsen de o seni görür) hadîs-i şerîfi gereğince ibadet ve muamelelerinde ihlâs üzere hareket etmektir.
İHVÂN : Arapça'da kardeş demek olan Ahi'nin çoğuludur, kardeşler demektir. Bu mânâya âhî ve ahiyân da denilmiştir. Müslümanlar, hadîs-i şerîf gereğince, birbirlerinin kardeşidir. İhvân, aynı tarîkata mensup olanlara denilir ve bu tabir çok yaygındır.
İLHAM : İlâhî feyz yoluyla kâlbe ilkâ olunan şey demektir. Bir ârif, irfan makamında kemâle erdiğinde, Ce-nâb-ı Hak'tan vasıtasız ilim alır. Mânâ levhalarında yazılan esrar ilmini öğrenip esrarını anlar, bağını çözer, tılsımını açar, esma ve sıfatlarını bilir. Halk bu ilme ilham tâbir eder.
İlham, şerîatta delil sayılmaz ama tasavvuf ehli için hazînedir.
İLİM : Allah'ın sıfatı, aşktan sonraki en büyük esmâ-sıdır. Allah'ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Gizli veya açık, olmuş veya olacak herşeyi lâyıkıyla bilen odur. Peygamberimize de âlemî amâ'da zâhir bâtın her şeyi bildirmiştir. Buna rağmen Allah'ın ilmi yanında Habîbinin ilmi, denize nisbetle bir damla gibidir. Diğer bütün mahlûkatın ilmi de Habîbinin ilmi yanında öylece denize nisbetle bir damladır. İnsan-ı kâmilin ilmi de, Cenâb-ı Hakk'ın bütün esmâsı ile suvarılıp ilim sıfatını iktisap ettiğinden, Peygamber ilminin vârisidir.
(Bir adam, ilim sebebiyle mutlak insandır, ilmi olmayan ise mutlak hayvan oldu. İlimsiz amel mutlak cehalet olur. Ey can, cehaletle Hakk'ı bulmak olmaz.)
(Kim amelden başka şey için, kibir ve cidal için ilim öğrenirse, câhil ondan iyidir. Git bir ilmi ara ki o ilim kâlbini açıp sana Hüdâ nurlarını açıklasın.)
İlim, aklî ve naklî namıyla ikidir. Aklîsi üç çeşittir: 1- Makbul olanlar, sağlık ve ferâiz ilimleri ki lüzumuna göre farz-ı kifaye ve farz-ı ayın olur. 2- Şerîatça reddedilenler, sihir, simyâ, reml, tılsım, hokkabazlık vs. gibi. 3- Mübah ve icabında vâcip olanlar ki hesap, hendese, heyet, astronomi), kelâm, eş'ar (Edebiyat), tarih ve sair fizîkî ve felsefî ilimler gibi.
Naklî ilimler de Mükâşefe ve Muamele olarak ikiye ayrılır. Muamele kısmı da, 1- Usul ki, Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas (Edille-i şer'iye), 2- Fürû, ki, ibâdet, muamelât, münâkehât, ukûbat gibilerine Fıkıh denir. Ahiret işlerine taalluk ederse ona da Tasavvuf, ahval-i kulûb ve ahlâk denilir. 3- Mukaddimat ki, sarf, nahv, maâni, beyan, bedî, gibi âlet ilimleridir. Bunlar hadîs, tefsîr ve fıkıh gibi yüksek ilimlerin âletleridir. 4- Mütemmimattır ki ikiye ayrılır: 1- Kur'an-ı Kerim'e aittir. Kur'an'ın lafzına ait olursa (kıraat, mehariç ve sıfât-ı hurûf), mânâsına ait olursa Tefsir ve te'vil denir. Hükümlerine ait olursa, nâsih, mensuh, has, celî, hafî, hakîkat, mecaz, kinâye, mücmel ve müfesser denir. Bunların tamamı usul-i fıkıhtır. 2- Eserlere aittir ki rivayet ilminin ricalin isim, sıfat, adalet ve sair hallerini bildirir. Naklî ilmin ikinci kısmı ise, ilm-i mükâşefe (Keşf ilmidir) ki Ledünnî ve Vicdanî olarak iki çeşittir.
Şerîat ilimleri nakil ve hüküm çıkarma bakımından da dört kısımdır. 1- Nakle ait olarlar, a- İlm-i kıraat, b- İlm-i rivayet-i hadîs, 2- Menkul, kelâm-ı ilâhî ise Kur'an tefsîri, Kelâm-ı Resûl ise, Dirâyet-i hadis adını alır. 3- Menkul olan delillerle izah ediliyor ve mezheplere ait ise, Usul-i Din veya Kelâm İlmi, fiillere ait ise fıkıh denir. 4- Kitap ve sünnetten hüküm çıkarma ilmine de Usûl-i Fıkıh denir.
Hadîs-i şerîfe göre, cehalet karanlığında yaratılan insanları karanlıklar cehaletinden ilim aydınlığına çıkarmak için hidayet nûru ile gönderilen peygamberler, ümmetlerine iki türlü miras bırakmışlardır: 1- Zâhir, 2- Bâtın ilimleri. Zâhir ilmi: (Kitap, sünnet, tefsîr, fıkıh, ahbar, asar) ve bunlara tâbi olan ilim dal ve kollarıdır. 2- İlm-i bâtın ise, gayb âleminden Peygamberin rûh-u âlîsine dolan ilâhî ilimlerdir. Bu ilimler, nübüvvet sadrından Muhammediye cevherlerinin mahzen ve kasası olan Sadr-ı Ebûbekir'e dökülmüş ve ondan da dünyanın sonuna kadar gelecek bütün tâliplerin kâlplerine dökülecektir. Bu yüksek ve ilâhî ilimler, îman ve ikan, islâm ve ihsan, tevbe ve âyân, müşahede ve mükâ-şefe, tevhid ve tecellî, makâmat ve ahvâl, grub ve buut, fenâ ve bekâ, sekir ve sahiv gibi ilimlerdir. Tarîkat, hakîkat ve ma'rifet bu ilimlerdir. İlim, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı olması sebebiyle kâinatın canı ve mü'minlerin îmân mayasıdır.
İnsanların saadet ve serveti ilimle ölçülür. İlim sahibini tehlike ve fenâlıklardan muhafaza eder. Âhirete sahibi ile beraber gider, harcadıkça çoğalır. Ancak, ilim ameli gerektirir. İlmi ile amel eden ise bütün iyilikleri toplamış, Cenâb-ı Hakk'ın her lütfunu celbetmiştir. Amelsiz ilim bir yük olduğu gibi, ihlâssız amel de sadece meşakkattir. İlmi ile âmil ve her türlü kemâlle süslenmiş olan âlimler ise vâris-i enbiyâ olan mürşîdlerdir. İlim hakkındaki hadîs-i şerîflerden birkaç tanesi ile bahsimizi bağlıyoruz. (Câhiller arasında ilim tâlibi, ölüler arasındaki diri gibidir), (ilim benim mîrasımdır, benden evel geçen bütün peygamberlerin de mîrasıdır. Kim bana vâris olursa âhirette benimle beraberdir), (İlmi talep etmek her müslümana farzdır), (İlmiyle faydalanan bir âlim, bin âbidden hayırlıdır), (İlim amelden hayırlıdır), (İlim hazinedir anahtarı da sualdir).
ÎMAN : İnanmak, itikad etmek demektir. Kâlb ile tasdik dil ile ikrar etmek demektir. Sofiye istilâhında îmân, bakâdan ibarettir. İlmî delillerle hâsıl olan îmana (Îman-ı istidlâlî), mü'mine hasıl olan yakîn ile olursa (Îman-ı yakî-ni), Hakk'ı zevkan şuhud etmekten olursa (Îman-ı şuhûdî), Hak ile tahakkuk ederse buna da (Îman-ı huzûrî) denir. Son üç îman şekli ancak sülûk ile elde edilir.
İNÂBE : İnâbe, Cenâb-ı Hakk'a rücû (dönmek) demektir. Tevbeden farkı şöyledir: Tevbe, Hakk'ın emrine muhalefettin muvafakata, inâbe ise, Hakk'ın emrine muvafakati varken Hakk'a rücu mânâsınadır ve tevbeden büyük ve daha şümullüdür. Tevbe üç kısımdır: 1- Tevbe, 2- İnâbe, 3- Evbe. Tevbe Cenâb-ı Hak'tan korkanlar için, İnabe Cenâb-ı Hak'tan ümid edenler için, Evbe ise Ce-nâb-ı Hakk'ın emirlerine uyanlar içindir.
İnâbe, tarîkata girmeye, el tutmaya, teslim olmaya denir. Bîat, mübâya'a, muâhede ve Şeyh açısından bakınca da telkin şeklinde de ifade edilir.
İNSAN : Rûhla cisimden meydana gelen ve beşer de denilen nâdir ve acâib yaratılış halitasıdır. Bedeni topraktan (Toprak, su, hava ve ateş) yaratılmış, ilâhî nûrdan gelen rûhla bu bedenin birleşmesinden hâsıl olmuştur. Yaratılış itibariyle şerre meyilli ise de, hidayete uyanlar da meleklerden yükseğe çıkarılmıştır. Tîn Sûresinde (Ben azîmü'ş-şan, insanı ahsen-i takvimde yarattım. Sonra esfel-i safilîne reddeyledim. Şu kadar ki, îman edip iyi ameller işleyenleri bundan müstesnadır) buyurulmuştur. Şu sebeple, insanlardan bir kısmı meleklerden efdal olmuş, diğer kısmı ise behîmiyet çukurlarına dalıp hayvandan alçak olmuştur.
Bir beyitte şöyle denir: (Hadîsle bildirildi ki, Allah âlemin halkını üç türden yarattı. Bir fırkası için akıl, ilim ve cûd (cömertlik) hâkimdir ki bunlar melekler olup secde ve tâzim ehlidir. Diğer bir gurubu ilmin dışındadır. İşleri yiyip içmek olup bunlar hayvanlardır. Bir ücüncü gurup ise Âdemoğlu ve beşerdir. Bunların yarısı melekten, yarısı da eşektendir. Eşekten olan süflîye, melekten olanlar da ulvîye meyleder.
Bir diğer hadîs meâli şöyledir: (Cenâb-ı Hak melekleri yaratıp onlarda aklı, hayvanları yaratıp onlarda şehveti (nefsin arzuları), Âdemoğlunu yaratıp onlarda da akıl ile şehveti birleştirdi. Bunlardan aklı şehvetine galip olanı meleklerden efdaldir; şehveti aklına galip olanlar da hayvanlardan aşağılık olmuştur.) İnsan cemâl ve celâl sıfatlarının mazharı olup, biri mü'min diğeri de kâfirdir. Yine insanoğlu, kendisine verilen cüz'î irâde ile ya bal arısı gibi şifalı bal yapan mü'min, yahut da yılan gibi zehir taşıyan kâfirdir.
Beşer mertebeleri üç kısımdır: 1- Süflî ve noksan mertebeli zâlim nefisliler, 2- Orta tabakada bulunan tarîkat ehli, 3- Yüksek tabakada bulunan hakîkat vasıllarıdır. Bunlara sâbikûn, mukarreb denildiği gibi insan-ı kâmil de denilir. Kemâl ehlinin seçilmişleri mürşîdler olup bunların tamamının başkanına -bütün kemâlleri topluca nefsinde bulundurduğundan- İnsanı Kâmil denilir.
"Evliyâya eğri bakma
Kevni mekân elindedir
Sen onu şöyle bil ki
Herbir imkân elindedir"
İnsan-ı Kâmil, şerîat, tarîkat ve hakîkatte tamam olandır. İnsan-ı Kâmilde dört şey tamamlanmıştır: İyi sözler, iyi işler, iyi huylar ve iyi bilgiler. Bütün sâliklerin gayesi de zâten budur. İnsan-ı Kâmilin isimleri çoktur: Şeyh, Pîşva, Hâdî, Mehdî, Dânâ-i Kâmil, Mükemmil, Bâliğ, Câm-ı Cihannümâ (Cihanı gösteren küre), Tiryâk-ı Ekber (En büyük panzehir), İksîr-i A'zam (Her derdin tesirli devası), Hz. Îsa, Hz. Süleyman vs. Çünkü Kâmil Allah'ı anlayıp ve Allah'a ermiştir. İnsan-ı Kâmil, halkı kemâle eriştirip hidayete ulaştırmak işi ile vazifeli olduğundan, bu vazife ve işi rahmetin tâ kendisidir. Bu sebeple de Allah'ın sûreti ve vekili, Resûlünün de halîfesidir.
İRÂDE : Dilemek, arzu etmek demektir. Bir şeyi yapmak veya yapmamak gücüdür. Cenâb-ı Hak irâde sahibidir, irâdesi ve hükmü her şeyi kuşatmıştır. İrâde-i İlâhîsî kâinattır, bu aynı zamanda küllî irâdenin tezahürüdür. Allah tarafından insana verilen sorumlu ve sınırlı irâdeye de irâde-i cüz'iye denir. Mürîd ise irâdesinden soyunandır. Zira vücuda gelen her şey Hakk'ın muradıdır. Dünya tâlipleri mâl ile câha (mevki) meyleder. Ukbâ tâlipleri hûri ve cennet ister. Cenâb-ı Hakk'ı aramak üzere yola çıkanlar ise, dergâh-ı Hüdâ'nın mukarrebleridir.
İRFAN : Bilmek, fıtrî istidatla ve zerafetle tefekkür edip bilmek mânâsınadır.
Sofiyede tevhid ilmini zevk edinmek, ilm-i ledünle hâsıl olan ilim, Rabbanî kemâl ve ilim veya ârifin mârifetidir. Bu ilim, (Şuhûd, zevk ve tahakkuktan ibarettir), tahsil ile elde edilmez, vehbîdir, mürşîdin lütuf ve ihsanıdır.
İSTİĞRAK : Kâlbi dünya gâilelerinden temizleyip Hakk'a bağlamak ve bunun neticesinde vecde gelerek kendini bilmeyecek durumda dalgın ve bîhûd olmaktır. Kuvvetli aşk hâlinin semeresi ve fenânın işaretidir.
İSTİKÂMET : Doğruluk demektir.
Bütün ahitlere uyma, yeme-içme, giyme ve din işlerinde vasata (orta dereceye) riayetle doğru yolu muhafaza etmektir.
Hûd Sûresi'nde (Sen emrolunduğun gibi istikâmet et) buyurulunca Peygamberimiz (Hûd Sûresi beni kocattı) demiştir. Diğer bir hadîste (Allah'a îmân ettim de, sonra da dosdoğru ol) buyrulmuştur. (İstikâmetin isteyicisi ol, kerâmeti isteyenlerden olma) denilmiştir. Zîra Rabbin senden istikâmet istemektedir.
Şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma'rifetin gayesi, meyvesi istikâmet sahibi olmaktır. Peygamberimiz (Kulun kâlbi müstakim olmadıkça, îmânı müstakim olmaz, lisanı müstakim olmadıkça kâlbi müstakim olmaz) buyurmuştur. Şair :
"Müstakim ol Hazret-i Allah utandırmaz seni" demiştir.
KÂBE KAVSEYN : Peygamber Efendimizin mi'rac-ı şerîflerinde, Sidretü'l-Münteha'dan sonra yalnız ve maddi araçsız gittiği mi'rac ve Cenâb-ı Allah ile yüzyüze konuşup cemalini gördüğü, (Yokluğumla geldim) diye mahviyet hediyesi takdim ederek, beş vakit namaz ve Ettahiyyatü hediyelerini alıp döndüğü (sırlar âlemi)... İsrâ Sûresi'nde (Birbirine iki yaydan daha yakın oldular) buyrulan hâlin adıdır ki Paşa Hazretleri, (İki çatma kaş gibi) teşbihi ile ifadelendirirdi. Sofiye ıstılahında velâyet seyirlerinden olan, isim ve sıfatlarda seyr demek olan Seyr-i fillah'a işarettir. Ev-Edna'da, vuslat ta denilen ve zâtta seyir olan seyr ki seyr-i âfâki'nin sonu olan varılacak son yer olup kavuşmanın hâsıl olması ve bekâ hâlinden ibarettir.
KABZ : Tutma, ele alma ve kavrama, amelde zorluk çekme ve kâlbi daralma hallerine denir. Zıddı Bast'dır. Orada izah edilmiştir.
KADEM : Ayak demektir. Rüsuh, bürhan mânâlarına da gelir. Sofiyede : Kâlbe gelen kemâl nûrunun eseri, nefse erişip onu tabiî ve süflî meylinden kurtarırsa, buna kadem denilir. İşte kâlbden nefse gelen ilâhî nûr şûlesi kademi Rabbü'l-İzze şeklinde tâbir olunur. Filânın kâlbi filânın kadem-i üzere denilince, Cenâb-ı Hak her ikisine de aynı şekilde tecellî etti demektir.
KAF : Arapça'da, Kaf ve Nun harfleri biraraya gelirse (Kün) emrini meydana getirir ki Türkçesi (Ol) demektir. Allah bir işin olmasını murad edince "Kün" şeklinde emreder ve o iş hemen olur. Allah'ın iradesine Kâf-u Nun veya Kün de denilir. (Fe-yekün) emri çıkınca da herşey yok olur. İşte kâinat "Kün" ve "Fe-yekün" arasındadır.
KÂLB : Cenâb-ı Hak, insanları iki aslın birleşmiş bir şekli olarak yarattı. Cisim veya beden ile kâlb. Rûhu mensubu bulunduğu yüksek âlemden ayırıp süflî âleme tenzil ederek beşeriyet gelini ile evlendirdi. Bu evlilikten iki çocuk doğdu ki birisi babasına uyarak asıl vatanını, ulvî âlemleri isteyen kâlb, diğeri de anasına uyarak süflî hazları isteyen nefistir.
Sol memenin altında çam kozalağı şeklinde bir et parçasıdır. Bu et parçasına yürek denilir. Yüreğin sivri ucunda buğday tanesine benzeyen bir siyah nokta vardır. Bu nokta iç âleminin güneşi, cihânın rûhu ve insan âleminin arşıdır ki adı (Cinan)dır. İnsan rûhunun başlangıcı, bedenin sultanı ve küllî aklın halîfesidir. Bu noktanın şânı görünüşünde değil sırrındadır. Onun sırrına eren beşeriyetten çıkıp melekût âlemine yükselmiştir. Gözlerin göremeyeceğini görüp ilâhî meclise dahil olmuştur. Bu nokta, ilk akıl ve mükemmel rûh olan en büyük noktanın karşısında kâmil insanın aynasıdır. İlâhî güneş ışığının mü'minin kâlbine aksettiricisidir. Hayvanî rûh uyurken o çalışıp görür ve bedenin diğer organlarının hayat ve canını teşkil eder. Yürekteki bu siyah noktanın akıl almaz sırrı insanın hakîkati ve rûh-u revânîsidir ki Allah'ın bir emridir bu.
Kâlb bir et parçası ise de, içi ilâhîdir, Allah'ı bilme ve sevme makâmıdır. Büyüklük ve şerefi bu özelliğindedir. Kâlb aynası cilâlı olursa onda ilâhî nûr ve sırlar belirir. Bu cilâ gerçek ilim, şerîatle amel ve iffet, takvâ, zikir ve murâ-kabedir. Böylece cilâlanıp temizlenen kâlb ise Allah'ın evidir.
Kâlb nûrani bir cevher olup iki yüzü vardır. Biri rûhlar âlemine diğeri de cisimler âlemine bakar. Rûhlar âle-minden aldığı füyûzâtı cisimler âlemine nakleder. Cenâb-ı Hakk'a yönelme ve mâsivâdan uzaklaşmakla cilâlanmış olur.
Kâlbin faziletleri şunlardır: 1- Cenâb-ı Hakk'ın nazargâdır. 2- Bütün beden ve kuvva (his ve kuvvetler) ve âzânın (organ) reîsidir. 3- Akıl, ma'rifet, ilim, niyet, îman, hikmet ve güzel ahlâkların kasa ve kalesidir. 4- Yaradılan bütün mevcudatın fazîletlisi ve genişidir ki (Yere göğe sığman mü'min kulumun kâlbine sığarım) hadîsi buna işarettir. 5- Bütün hâtıraların kaynağı ve hedefidir. 6- Yaralanan kâlbin tedavisi güçtür. Zira gözle görülmez ve hastalığı çoktur. Îmânın sıhhati, mü'minle münâfıkın farkı, ibâdet-lerin kabûlü, insanların insâniyeti kâlble meydana çıkar.
Kâlb havâtır ve hallerin kubbesi olup, ilâhî, melekî, şeytâni ve nefsânî bütün hâtıra ve haller bu kâlb kubbesine akseder. Yağmur gibi yağan ve oklar gibi atılan bütün hâtırat kâlbe hücum eder. Kâlb ibâdet ve malûmat aynasıdır. Bütün âzâ ile yapılan ibadetler ve bütün özelliklerle bilinen bilgiler kâlbde bulunur ve kâlb aynasında görülür. Kâlb, beşer hassalarına ait nehirler gibidir. Kâlb Cenâb-ı Hakk'ın tecellî yeri ve cilâlı aynasıdır.
Kâlbin zellesi kayıp, sürçmesi de, kasvet, kâlb katılığı ve küfürdür.
Kâlbin halleri de, arzuları kısmak, teennî, nasîhat, huşû ve tevâzûdur.
Kâlbin tabakaları da şunlandır: 1- Sadır ki, İslâm mahallidir. 2- Kâlb ki, îmân merkezidir. 3- Şagaf ki, muhabbet yeridir. 4- Fuâd ki, Cenâb-ı Hakk'ı rü'yet mahallidir. 5- Süveydâ ki, ilm-i ledünnî-yeridir. 6- Mihcetün ki, Cenâb-ı Hakk'ın cilvegâhıdır.
Kâlbin salâh ve cilâsı da şunlarla olur: 1- Âdâbına riâyetle Kur'an okumak. 2- Vasat derecede açlık. 3- Geceleri ibadet etmek, 4- Seherde Cenâb-ı Hakk'a yalvarmak. 5- İyi ve sâlih kimselerle düşüp kalkmak. 6- Helâl yemek.
Kâlbin ölümü de şu on şeyledir ki bunlar duânın da kabul olmamasının sebepleridir: 1- Cenâb-ı Hakk'ı bilip hakkını îfâ etmemek. 2- Kur'an okuyup gereğince amel etmemek. 3- Şeytanın düşmanlığını bildiği halde onunla dost olmak. 4- Hz. Muhammed'e muhabbet iddiası edip sünnetini işlememek. 5- Cenneti isteyip ona lâyık amel etmemek. 6- Cehennemden korkup günahtan sakınmamak. 7- Ölümü hak ve muhakkak bilip ölüme azık yapmamak. 8- Halkın ayıbıyla uğraşıp da kendi aybını görmemek. 9- Cenâb-ı Hakk'ın rızkını yiyip şükretmemek. 10- Ölüleri gömüp de ibret almamak.
Kâlb, âzâ ve kuvvâya amelle emreder. Onlar da amel yapıp sonucunu kâlbe bildirirler. Bu işlerin yapılmasını temin edecek nasîhat ve tenbîhleri yapar.
Kâlbin hastalığı, küfür, şirk ve nifaktır. Bu hastalıklara düşmeden yaşayabilmek, hastalık yakalamış ise tedavisini yapmak, ancak ve ancak mürşîdlerin kârıdır. Zira onlar kâlb ve gönül hastalıklarının doktorudurlar. Allah kâlb hâlini onlara bildirmiş ve tedavi ve islâh çareleri ile ilâç-larını onlara vermiştir.
KALEM : Cenâb-ı Hakk'ın yaratıkları olan kâinattaki olmuş ve olacak şeyleri Levh-i Mahfuz'a kaydeden kudret kalemidir. Sofiyede ise, Levh Allah'ın bilgisi, Kalem de onu görünür hâle getiren Allah'ın irâdesidir.
KÂLÛ BELÂ veya BEZM-İ ELEST : Elestü bi Rabbiküm maddesinde açıklanmıştır.
KÂMİL : Kemâl e ulaşan, olgunlaşıp yetişmiş olan demektir. Kemâl bütün üstünlük ve güzellikleri kendinde toplayıp noksanlıktan münezzeh olan Allah'a aittir. Seyir ve sülûk yolu ile fenâ ve bekâya ulaşan, Allah'ın sıfatları ile sıfatlanan insana da kâmil denir. Kâmil tekmil olmuş, kendisi kemâllenmiş olandır. Başkasını kemâle erdirmek ise, mükemmil olmaya bağlıdır. Seyrini tamamlayan da mükemmil olur ve başkalarını da kemâle erdirir. Aslında başkalarını da kemâle ulaştırana Mürşîd-i Mükemmil denilir. Kâmil, insân-ı kâmil istilâhı ise, hem vasıl olana, hem de evliyânın başkanına denilmektedir.
"Aç basîret gözünü bak cihâna müddeî
Var mıdır dünyada bir can kâmil insandan leziz"
KANAAT : Kanaat öyle bir hassadır ki, helâli bile hırs ile kazanmaya ve bilhassa haramı sarfetmeye mânidir. Akıllı odur ki, güzel olan rızıkla kanaat eder. Güzel rızık ise, kazanılması dünya ve âhiret ölçüleriyle zararlı olmayan rızıktır. Halk içinde kanaat sahipleri, halka yardımı bol ve halktan istekleri az olanlardır.
KERÂMET : Evliyâullahdan hâsıl olan harikulâde hâl ve sözlere, âdet dışı meydana gelen olağanüstü hâdise-lere denilir. Lügat mânâsı ikram etmek demektir. Sâlih ve hakîki mü'minden tecellî edenin adı keramet, sâdık olmayanlarla fâsıklardan zuhûr eden harikalara istidrac denilir, sihir denilir. Kerâmet, şerîate bağlı kimselerin hâline has bir deyimdir. Her velîden zuhur eden kerâmet, bağlı bulunduğu peygamberin mucizesi sayılır.
Kerâmetin en üstünü, ibadete devam etmekte muvaffakiyet ve günahtan korunmaktaki titizliktir. Keramet iki kısımdır. Biri maddeye ve maddenin şekillerine ait olanıdır ki buna keramet-i kevniye veya keramet-i hissiye denir. İkincisi ise, Rabbânî ilim ve irfâna ait olanlardır ki sihir ve istidrac bu kerametlerin şeklinde olmaz. Buna kerameti maneviye tabir olunur. Velîler kerameti icabedince izhar ederler ve olur olmaz zamanda göstermekten kaçınırlar ki bu hâli utanacak bir şeyle müsavi görüp erkeğin hayız görmesine benzeterek (Hayz-ı ricâl) derler.
KERÎM : Kerem sâhibi, ihsün sâhibi, izzet ve şeref sâhibi ki Allah'ın sıfat ve Kur'an-ı Kerim'in adıdır. Kerem, başkalarına geniş ihsan eden, sebepsiz ve garazsız başkalarına vermektir, bağıştır. (Keremin aslı nefsin haramdan sakınması ve mâlik olduğu şeyi herkese vermesidir) diye de tarif edilmiştir.
KESRET : Çokluk demektir. Cenâb-ı Hakk'ın hadsiz hesapsız olan yaratıklarına verilen bir isimdir. Âlem maddesinde Kesret Âlemine Bkz.
KEVN : Hâdis yani sonradan var olan, varlığı bir başkasının varlığına bağlı bulunan varlıklar demek olup bütün kâinâtı ifade eder. İki kısım olup âlem-i gayb olanlar, sıfatlarla görünmeyen yaratıkları, âlem-i şehâdet olanlarla da göze görünüp bilinenleri anlatılmıştır.
KEVSER : Lügat olarak kıyâmete kadar gelecek olan Âl-i Resûl ile Allah ehli, iyilik ve hayırlar, bereket, çok hayır ve Kur'an, İslâm, hikmet ve cennet önünde bir havuz veya cennette bir ırmak, Ebter sözünün zıddıdır. Suyu kardan soğuk ve baldan tatlıdır. Havuzun sakîsi Hz. Âli Efendimiz olup bundan bir defa içen artık bir daha susamaz.
KILLET : Yokluk, maddî fakirlik, ihtiyaç içinde bunalma hâlidir. Tarîkat ehli, illet (dert), kıllet (yokluk) ve zillet (aşağılanma, hor ve hakir görünme)'ten birine veya tamamına mutlaka mübtelâ olur.
KUDÜM : Kademi yani ayağı ile gelme, teşrîf etme mânâsınadır. Büyükler hakkında kullanılır.
KURB : Yakınlık ve tâatli olma hâli mânâsındadır. Kulun Cenâb-ı Hakk'a yakın olma hâlidir. Aslında Cenâb-ı Hak saîd ve şakî herkese yakındır. Fakat nefsine uyan bu yakınlığı anlayamaz. Rûhuna uyan ise bu yakınlığı farz ve nâfileyle artırdıkça artırır ve Allah bu kulunun gören gözü, tutan eli olur. Kurb bu yakınlığın ifadesidir.
KUTB - KUTUB : Değirmen taşının üzerinde döndüğü demir mile denir ki, taşı çeviren, döndüren odur. Mânevi derecelerin en yükseğine ulaşan yerinde kullanılan bir tâbirdir. Her zaman Allah'ın nazargâhı olan zamanın biriciğidir. Cenâb-ı Hakk'ın esmâ ve sıfat tecellîlerinin tamamına mazhar olan, feyiz, tasarruf, ilim, zâhir ve bâtın onun kudretine tevdî edilmiştir. Evliyânın âmiri olan ve Kutub denilince kastedilen bu Kutbü'l-Aktab'dır. Vekîli Gavs-ı A'zam, üçüncü sıradaki ise Kutbü'l-İrşad'dır. Bunlardan başka daha çok kutublar vardır. Her tarîkatın da kutbu mevcuttur. 324.000 Evliyâdan ibaret ilâhî memuriyet devletinde kutub, her büyük teşkilâtın başkanı gibidir. Kutbü'l-Aktab'a ise, Hakîkat-ı Muhammediye, Ehadiyet-ül Ayn, İnsan-ı Kâmil gibi vasıflar verilmiş ve Cenâb-ı Hakk'ın seçilmişi ve Peygamberimizin halifesi de denilmiştir.
KUDSİYE : Kuds, paklık ve kâlbin temizliği demektir. Kamer Sûresi'nde, müttakîlerin cennette bulunacakları yüksek makama işaretle, (Muktedir bir melik indinde bulunan sâdıklara ait koltuklardadır) buyurarak Cenâb-ı Hakk'ın mukaddes ve azameti ile birlikte beyan edilmektedir. Kuddûs (Kusur ve noksanlıktan beri olan) ismi ve Mukaddes sıfatı ile kutsallık Allah'a aittir. İşte Allah'a ait pek Mukaddes olan şeylere Kudsiye tabir olunur. Kudsî âlem, kuvve-i kudsiye, kudsî makam gibi. Bu yüksek vasıfla vasıflanan kâmile de mukaddes insan. Kuddûs (Mukaddes olan) Allah'ın bu sıfatına boyanan mânâsına da kuddûsî denilir. Zamanının Kutbü'l-Aktabı olan Bor'lu Ahmed Kud-dîsî Baba bunlardandır.
KÜNTÜ KENZ : Gizli veya saklı hazîne demektir. Cenâb-ı Hak (Ben bir gizli hazîne idim, bilinmek için insi cinni yarattım) buyurmuştur. Hakk'ın zâtı ilâhîsini idrak mümkün değildir. Bunun dışında, Allah'ı bilip Allah'ı bulmaya da -mevcut kabiliyetleriyle- insanoğlu müsait yaratıldığından, gayret edip sebebine yapışarak Allah'ı bulması, Allah'ın (bilinmek istemesi) dir ki (nasibi olanlara Cenâb-ı Hak edasız artırsın ve nasibi olmayanlara da edasız halketsin.) Paşa Hz.
Kenz, Güncine, Hazine, İnci, Küntü kenz, Kenz-i mahfî gibi tâbirlerle bu gizli hazîneye yönelip arayarak bulmak kastedilmektedir.
KÜRSİ : Oturulan koltuk, makam, taht mânâlarında kullanılır ve âlem maddesinde anlatılmıştır.
LÂHUT : Ulûhiyetin sırları demektir. İnsana nâsut, Allah'a da Lâhut denildiği gibi rûha ve pek mukaddes ve gizli âlemlere de âlem-i Lâhut denilir.
LEDÜN : Gayb ilmi, ilâhî esrara vâkıf eden ve Allah vergisi olan bir ilimdir ki bâtın ilmi olup vehbîdir. Okumakla elde edilmez. Mürşîdin bir tasarrufu ve lütfudur. Peygamberlerin getirdiği ilimler iki çeşittir. Biri şerîat ilmi ki, bu ilim okuyup bellemekle öğrenilir ve yeter derecede bilmek herkese farzdır. Diğeri ise ilmi ledün denilen ilimdir ki, Hızır a.s.ın Hz. Musa'ya gösterdiği ve Kur'an'da anlatılan ilimdir. (İlm-i Ledün Sultanı) Cenâb-ı Kibriya'nın Habîbidir. Onun velîleri de derecelerine göre bu ilimden nasip almışlardır.
LETÂİF : Paşa Hazretleri Lütfun cem'idir (çoğuludur, diye) tarif etmiştir. Latîf duygular, cisimle ilgili olmayan, maddi olmayan, nûrani ve manevi duygular demektir. İnsanda on latîfe vardır. Âlem-i emre ait beş latîfe (Kâlb, rûh, sır, hafî, ahfâ) ve âlemî halka mensup da beş latîfe (su, toprak, hava, ateş ve nefis)dir. Bu on latîfe, cismani alâkaları yüzünden asıllarını unutmuş ve alâkalarını kesmiş gibi cehalete düştü. Bu on lâtife, insanı Allah'a götürecek hikmetlerdir. Bu hikmetleri yaratılış gayesine uygun bir düzen içinde temizleyip işletecek olan mütehassıs usta, Mürşîd-i Kâmil'dir. Onun için (Mürşîdsiz müşkil hallolmaz) demiştir Paşa Hazretleri.
Her letâif makamının arş üzerinde bir usûlü bir makamı vardır. O usûle erişemeyen letâif için fenâ makamı olmaz ve böylece de aslına dönüp ahseni takvîme ulaşamaz.
Kâlbin aslı, fiiller tecellîsi; rûhun aslı, sıfât-ı sübûtiye tecellîsi; sırrın aslı, şuûnat-ı zâtiye tecellîsi; hafînin aslı, sıfatı selbiye tecellîsi; ahfânın aslı da umum nurlar tecellîsidir.
Anâsır -da yazıldığı gibi- asıllarını bulunca velâyet tamamlanır ve en yüksek velâyete toprak aslı ulaşır. (Tevazu fetheder Fettah bâbını) der Paşa Hazretleri.
LEVH-İ MAHFÛZ - LEVHİ KALEM : Cenâb-ı Hakk'ın olmuş ve olacak bütün kâinat hâdiselerini ilm-i ezelisinde kudret kaleminde kaydettirdiği levha demektir.
(Kitab-ı Mübîn) ve (Nefs-i külliye) mânâsınadır diye kendi anlayacakları şekilde tarif etmiş büyükler. Levh dört kısımdır. 1- Levh-i kazâdır. Mahv u isbattan önce yaratılan ve (akl-ı evvel) denilen bir levhadır. Âlemin rûhu yerindedir. 2- Levh-i Kader. Levh-i kazanın tafsilâtı ve tamamının tertibi bu levhadadır. Âlemin kâlbi gibidir. Buna Levh,i Mahfuz denir. 3- Levh-i nefs-i cüz'iye-yi semaviye'dir. Bütün kainatta bulunan her şey şekil, mânâ ve miktariyle buraya yazılmış ve dünya seması olarak isimlendirilmiştir. Âlemin hayali denilir. 4- Âlem-i şehadette sûretleri kabul eden levh-i heyülâdır. Levhi kalem için Kalem maddesinde izah vardır.
LEVVÂME : Levm kınama demektir. Nefs-i Levvâme kendisini kınayan nefistir. Kötülükten geçememiştir, hatâ yapmaktan hâli olmadığından, gafleti sonunda yaptığı hataya pişman olan, kendisini suçlayıp hüzünlenen ve gözyaşı döken nefistir. Kendisini zâlimlerden saydığından feryad içindedir. (Nakşî mürîdleri seyr-i ilallaha kadar levvâmede kalır) buyurmuştur Paşa Hazretleri.
MAKAM : Evliyâullah'a ait çalışarak elde edilen menzil ve rütbe, durak veya konaklardır ki Hâl maddesinde anlatılmıştır. Velîlerin kabr-i şerîflerine de makam tabir edilir. Kabir veya türbede o evliyâ medfun olmadığı halde teberrüken yapılan türbe veya kabirlere de makam denilir.
MÂNÂ : İç, bâtın, öz, rûh, iç yüz, bir söz veya bir hâdiseden anlaşılan hususlarla rüyaya, uyku âlemine de mânâ denilir. Zâhirî, bâtınî ve batne mânâları mânânın mertebeleridir, dıştan içe doğru ilerleyen bir anlayış seyri gösterir. Mânâ gayb âlemindendir ve ledün, lâhut, rûh, sır ve madde üstü bir âleme mensuptur.
MA'RİFET : Bilme, hüner, ustalık, tuhaflık ve neticede irfan sahibinin yâni ârifin hâlleri mânâlarına gelir. Ma'rifet Hakk'ı Hak ile bilmektir. (Nefsini bilen Rabbini bilir) hadîs-i şerîfi gereğince nefsine ârif olan ve bu sûretle Hakk'a âşina olan kimse marifet ehlidir.
Bazıları, ma'rifeti, Cenâb-ı Hakk'ın sıfât-ı zâtiyesi ile sıfât-ı sübûtiyesini bilmektir demişlerdir. Kutsî hadîste (Ey Âdem oğlu, tevazu et ki beni bilesin, aç kal ki beni göresin, ibadetine devam et ki bana eresin) bir diğerinde ise (Nefsini bilen beni bildi, nefsini terkeden beni buldu, ey insan beni bilmek için nefsini bil) buyurulmuştur.
Bazan Hakk'ı bilenin dili tutulur, bazan da dili uzar. Bir kimse (Allah'dan başka Allah'ı bilen yoktur) derse doğrudur. Bir kimse de (Allah'dan başkasını bilmem) dese, bu da doğrudur. Marifet, esmânın hakîkatlerini, Cenâb-ı Hakk'ın eşyaya tecellîsini, insanın kendi nefsini vücuttaki noksanlık ve kemâli, Cenâb-ı Hakk'ın hitâbını, hayal ve hayal âlemlerini, dert ve ilâçlarını bilmektir. Bütün bu bilgiler mürşîde mahsustur.
Şerîat kulluk yapmayı emreder, emri cesededir. Tarî-kat, şerîata uyarak ahlâkı temizlemeyi emreder, emri nefsedir. Hakîkat ise Cenâb-ı Hakk'ı müşâhade mânâsında ihsan makamıdır ki emri kâlbedir. İşte bu üç çeşit emrin yapılmasından hâsıl olan hâle de (Marifet) denir ki rûha ait bir keyfiyettir.
MARZİYE : Mardiye - Nefsin hilâfet makâmı olan Râzi-ye ile Allah'dan razı olup da fenâ ve bekâ makamlarının sonuna gelen sâlikin (Ene'l-Hak) berzahından kurtulup Cenâb-ı Hakk'ı müşâhede ve müşâvere ettiği makamın adıdır. Şerîat ve Sünnete kemâliyle riâyet edip ahlâk-ı hamîdenin teşekkül ettiği yerdir. Kemâl tamam olmuştur. İrşad ile ilgili icazet bu makama hastır. Bu halde nefisten Allah da râzıdır. Vahdet makamıdır.
MÂSİVÂ : (Mâsivâllah) - Ondan gayrisi demektir. Allah'tan başka her şeye denir. Mânâ ehlini yolundan alıkoyan her şeyin adıdır. İster ilim, ister evlât, ister soy, ister makam ve mevki, ister muhit ve ahbab, isterse mal ve para olsun. Hatta hak sûretine bürünen ibadet ve işlerle nefis ve şeytanın yaldızlayıp örttüğü iyilikler olsun, Allah'a ulaşmaya engel oluyorlarsa mâsivadır, gayr'dır, yol kesici eşkiyâdır. Alâik (Alâkalar), mahlûkat ve mevcudatı kevniye (Yaratıkların tamamı) siva olmuş, mâsivâ olmuştur. Yabancı, yalancı ve düşman olmuştur.
MEÂD - MAAD : Âhiret âlemi mânâsına kullanılır ki akıl bu âleme inanırsa Akl-ı Meâd olur. Zıddı mebde'dir ki dünya ve dünya kuruluşudur . Mebde ve maad dünya ve âhiret demektir. Yevm-i maad denilince de kıyamet günü anlaşılır.
MEÂŞ - MAAŞ : Geçinilecek şey, dünyalık ve aylık mânâlarında kullanılan bu tâbir, sofiyede, yiyip içmeye, hazlara, sevdalara ve netice olarak dünyalık işlere denilir ki, akıl bu hâlin ilerisini fehmedemezse, insan seviyesinin altındadır.
MECAZ : Bir şeyin hakîkat mânâsı dışında kullanılan bir tâbirdir. Sofiyede, ilâhî murâdın dışında olan her şey mecazdır. Hakîkate götürmez. Asıl mânâ ve gâyenin dışındaki mânâ ve gâyelerdir.
MECZÛB : Cezbedilen tutulup çekilen demektir. İlâhî cezbe vasıtasıyla muhabbet yolcularından Allah'a doğru çekilenlere denilir. Bunlar fenâ ve sekir (manevi sarhoşluk) hallerinde olur.
Tarîkat ehli dört kısımdır: 1- Sâlik-i sırf - Bunlar nefsâniyetten kurtulamayanlar, 2- Meczûbû sırf - Bunlar, muhabbet deryasına dalmış kimseler olup âteş-i aşka yanmış olduklarından cezbeden kurtulamamışlar, tarîkat hallerinden haberdar olamamışlardır. Bu iki sınıfa uyulmaz, yani bunlar mürşîd olamaz. Meczub-u sırf, akıl, teklif ve şuur dışı hallerin sahibidir. Bir bakıma sâde melekiyettir ki halkın meczub dediği bunlardır. Bunlar şuur ve aklını aşk ateşinde fedâ eden âşık meczublardır. 3- Sâlik ve Meczub - Bunlar da sekir hallerinin tamamını atamayanlardır. (Yani bekâbillah olamamışlardır.) Tam ayıklık hâline dönmediği için buna da uyulmaz. Ancak, rehberlik yapabilir. 4- Meczub ve sâliktir - Bunların cezbesi sülûktan önce olduğundan, temkin makâmına oturmuşlardır. Sekirden sonra tam sahiv (uyanıklık, şuurluluk) hâline dönmüş ve velâyetin bir makâmına oturmuşlardır. Kendisine uyulacak kimseler bu peygamber vârisleridir. Böylece, meczub, mürşîdin mecâzıdır. Cezbenin aslı da cezbe bahsinde izah edilmiştir.
MELÂMİ : Melâmi, bâtında olanı zâhire vurmayanlar şeklinde tarif edilenlerdir. Bunlar yaptıkları hayır ve hasenatla tâat ve ibadeti halka göstermeyip şerîatsiz işi de yapmazlar. Yalnız halk bunları amelsiz sanır. Bir başkası da melâmiliği (Yaptığı hayrı göstermeyen ve hiçbir şerri işlemeyendir.) şeklinde tarif etmiştir. Paşa Hazretleri (Melâ-milik bir tarîkat değildir, her tarîkatta melâmi meşrepli mürîd vardır) buyurmuştur.
MEŞÂYİH : Şeyh'in çoğuludur. Şeyhler mürşîdler demektir. Evliya ve mürşîd maddelerinde izahat vardır.
MEVT : Ölüm demektir. İki çeşit ölüm vardır. Biri rûhun bedenden -zâhir ve bâtında- alâkayı kesmesi, hayatiyetin yok olmasıdır. Diğer ölüm ise nefsânî hazları terketmektir. (Ölmeden evvel ölünüz), (Sizden biriniz ölmedikçe Rabbini görmez), (Hayât ancak ölümden sonradır) gibi hadîs-i şerîflerden anlaşıldığına göre, istekle ölüm, nefsani şehvet ve hazları mahvetmek ve onların baskısından kurtulmaktır. Kul ile Rabbi arasındaki kalın perde veya sağlam kale olan gaddar nefsin ıslahı ve hazlarının yok edilmesi Cenâb-ı Hakk'ı rü'yete kâfidir. (Allah yolunda katlolunan kimseye ölüler demeyiniz, belki onlar dirilerdir, lâkin siz onu bilmezsiniz.) Âyetini bu hâle yormuşlardır. Aşk ve muhabbet kılıcı ile şehîd olanlar bunlardır.
MUHABBET : Sevgi demektir. Garazsız ivazsız (kasıt ve karşılık) sevme. Böyle bir yüksek duygu, ancak yükseklerden gelir. Nitekim (Küntü kenzen mahfiyen) Hadîs-i şerîfinde Cenâb-ı Hak, (Ben bir gizli hazîne idim bilinmeyi murad ettim) buyurmuştur ki, Allah'ın bu iradesinin ilk defa tecellî ettiği ana (aşk)'da denmiş ve sevgi böylece en yüksek makamdan kâinatın her zerresine akseden bir lütuf olmuştur. Kelâmcılar, (Nefsin kemâlli bir şeye meyline muhabbet) demişlerdir. Muhabbetin hakîkati ise, bütün varlığını sevdiğine bağışlamaktır. Muhabbet kâlbde bulunan bir ateştir ki her pisliği yakar. (Sevenin sıfatlarının kaybolup sevilenin sıfatlarına bürünmektir.) diye de tarifi vardır. Muhabbet tarîkatın dört direğinden birisi, diğer üç direğin de aslıdır. (Muhabbeti olmayanda hayır yoktur) sözü bunu ifade eder. Seven sevdiğinin rızasına tâbi olup ona teslim olmalıdır. Bu muhabbetin ilk şartıdır ve zâhi-ridir. Muhabbetin bâtını ise sevdiğinde fânî olmaktır. Muhabbetin başı sevgi, ortası aşk, sonu da Fenâfillahdır.
Sâlih Baba iki mısra ile muhabbetin künhünü ne güzel ifade etmiştir:
"Muhabbetten murad ancak Muhammed hâsıl olmaktır.
Muhammedden murad şâhım visâle vâsıl olmaktır."
Muhabbet memat (ölüm) ın Mim'ini, hayatın Ha'sını, belânın Ba'sını, ilah'ın Ha'sını üzerinde toplamış olup hem sevileni hem de seveni kapsayıp ifade eder. Sevenler açısından muhabbet üç kısımdır: 1- Avâmın muhabbeti. Bunlar Peygamberimizin amellerine (şerîata) tâbi olup Allah'ın lütfuna nâil olurlar. 2- Havassın muhabbeti. Bunlarda Peygamberimizin ahlâkına tâbi olduklarından muhabbetleri hâlis ve bir karşılık beklemekten berîdir. 3- Ahassın muhabbet ki, bunlar Peygamberin hâline tâbi-dirler. Bu tarz muhabbetin kaynağı (Küntü kenzen mahfiyen) hadisi kutsisinden zuhur eden ilâhî cezbedir. Bu muhabbetin hakîkati, muhabbetin çekişi ile fâni, tek ve benzersiz olan sevgili ile bâki olmaktır.
Muhabbet sevilen bakımından da üç kısımdır. 1- Cenâb-ı Hakk'ın avama muhabbettidir. Rahmet ve gufranda bulunması ve fiil ve âyetleriyle tecellîsi demektir. 2- Havassa muhabbetdir. Bunlar ise celâl sıfatı ile tecellî edip ilâhî sıfat nurlariyle onların zulmânî sıfatlarını gizlemesidir. 3- Ahassa muhabbetidir. Onların zulmâni vücutlarını hakîki vücut nurları ile örtüp yavaş yavaş cezbelerle özellikler vermesidir. Böylece, sevgili, önce celâl ateşleri ile tecellî edip sevenlerdeki fani sıfatların hepsini yakar, sonra da cemâl nurlarıyla tecellî ederek onları kendilerinden fânî ve ilâhî sıfatlarla da bâkî kılar.
"Muhabbetten Muhammed olmuştur hâsıl
Muhammedsiz muhabbetten ne olur hâsıl."
MUHÂSEBE : Her gün nefsin yaptığı hayır ve şerri hesaplamak, amel ve davranışlarını hesaba çekmek demektir. (Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz) hadîs-i şerîfi gereğince, şerîat terazisini ele alıp amellerini bununla tartmaktır. Noksanı varsa bu noksanlığı gidermek ve kul hakkı varsa onu da eda etmek muhâ-sebenin şartlarıdır.
MUHİB : Seven, dost, hayrı isteyen ve bir kimsenin tarafını tutan mânâlarında kullanılır.
Tasavvufta ise, tarîkati, meşâyihi ve tarîkat ehlini sevenlere denir. Bunlar, tarîkata girmemiş fakat sevgi besleyen kimselerdir.
MURÂKABE : Dikkatle nazar etmek ve görüp kontrol etmek demektir ki ekseriyetle râbıta ve zikir hakkında ve onlara eş mânâda kullanılırsa da, işin aslı böyle değildir. Murâkabe kâlb ile Allah arasında bir hâldir. (Kâlbi kötü havâtırdan korumak, zâhir ve bâtında Hakk'ı görmek) diye tarif edilmiştir. Allah'ın her şeyi görüp bilmekte olduğunu daima hatırlayıp hareketlerini ona göre yapma melekesidir. Murakabeye varmak şeklinde zikir ve ders yapmak hakkında mecazen söylenir ve ekseriyetle şeyhler için tabir edilir.
MÛTÛ KABLE ENTEMÛTÛ : (Ölmeden evvel ölünüz) hadîs-i şerîfidir. Fenâ, aşk, muhabbet, bekâ vs. maddelerinde anlatılmıştır.
MUTMAİNNE : Nefsin kâlb nûrları ile nurlanarak kötü huylardan kurtulup güzel huylarla süslenmesidir. Nefsin üzüntülerinin dindiği, itmi'nan (kâlbin emin olup gerçekten îman ettiği) için mutmainne denilmiştir. Îmân-ı kâmil hâsıl olduğundan Allah'ın (İrci'î) hitâbına mazhar olup keşif ve kerâmetlerin hâsıl olduğu bir makamdır.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Mektûbât'ta buyurmuştur: (Nefs mutmain olunca beyindeki yerinden ayrılarak göğüs altına yerleşir. Nefsin itmi'nanı ise zâtın tecellîsi zamanında olur. Şerh-i sadır denilen ve sadrın genişletilip hafsalanın ilâhî sırlara tahammülü için müsait hâle getirilmesi de bu zamanda meydana gelir.)
MÜCÂHEDE : Cihâd etmek demektir. Hâricî düşmanlarla, kâfir, sapık ve münâfıklarla yapılan ve yerine göre farz-ı ayın, ekseriyetle de farz-ı kifâye olan harbetmek demektir.
Sofiyede ise bu harbe küçük cihat, nefisle yapılana ise büyük cihat denilmiştir. Abdurrahmân-ı Câmî şöyle bir temsille bu büyük cihadı izah etmiştir. (Rûhû sultâni, insan bedeninde tahtında oturan bir hükümdar gibidir. Bu hükümdarın îman ve amel cevherlerinden olan hazinesi, şerîat hisarı ile çevrilip tarîkat kalesi ile sağlamlaştırılan kâlbde gizlenmiştir. Fakat hırsız ve düşman olan nefsü hevâ ile şeytan ve dünya bu hisar ve kalenin duvarlarında bulunan, kibir, ucub, riya, hased ve gazab gibi kötü ahlâklardan ibaret olan deliklerden girerek hazineyi almak, talan etmek isterler. O sırada, hükümdar tarafından tayin edilen göz, kulak, burun, ağız ve el nöbetçileri, iç karakollarına benzeyen bâtın nöbetçileri vasıtasıyla akıl vezirine, vezir de rûhû sultanına bildirir. O zaman, rûh hükümdarı ile mânevî düşmanlar arasında cihâd-ı ekber (büyük harp) ilân edilir. Kıyasıya yapılan bu harbe mü-câhede denilmiştir.)
MÜKÂŞEFE : Keşfetmek demektir ki, perdelerin arkasındaki gizlilikleri öğrenmektir. (Yetmişbin hicab ötesinde olan) gayb âlemi ve hakîkat mânâlarından haberdar olmaktır. Mutmainne'den sonra hâsıl olan ve baş gözünün can gözü, ten kulağının can kulağı vs. hâline gelerek ilâhî sırların keşfedildiği hallerdir. Velîler, buna keşfin açılması diyorlar.
MÜŞÂHEDE : Görmek, şahid olmak demektir. Keşfi açılanların, ilâhî sırları, gayb âlemini görmesi, tanıması demektir ki mükâşefe ile çok yakın ve birbirinin tamamlayıcısıdır.
MÜRÎD : Bir şeyhe intisab edip henüz sülûk mertebesine varamamış olan tarîkat ehline denir. Tasavvuf yolcuları dört derecedir. 1- Tâlib, 2- Mürîd, 3- Sâlik, 4- Vâsıl'dır.
Mürîd, irâdesini şeyhi vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk'ın irâ-desine terketmiş; yani irâdeden ayrılmıştır. Dünya mürîdi ile âhiret mürîdi şeklinde iki kısım olduğu söylenmiştir. (Bir mürîde edeb olarak üç şey lâzımdır: Murâkabe, râbı-tasıdır. Râbıta na ise, râbıtaya ilâve: Buyururlar ki Elif ko bâ niste, yani elif oku da bâ okuma. Ne emredilmişse onu yap, başkasına karışma, râbıtaya nasıl davranacaksa öyle hareket etmesidir. Muvazene de, şerîat terazisi elinde olsun, fiilini onunla tartsın, uygun ise işlesin, fiili şerîata uygun değilse işlemesin. Müşâhede ki bu da inanmaktır. Mürîd, mürşîdini ilimde İmam-ı Â'zam, velâyette de Kutbü'l-Aktab makamında bilmezse feyizyâb olamaz) Paşa Hazretlerinin sohbetlerinden.
MÜRŞİD : İrşad eden, din işinde doğru yolu gösteren demektir. Doğru yola delâlet eden kılavuzluk yapan kimseye denilir. Postnîşin, şeyh, delîl, kılavuz, halife, pezevenk (yol gösterici), imam, pîşvâ (uyulan), kâmil, mükemmil, hakîkat, pîr, gül, Mesîh, Lokmân, Hazîne, Sultan, Ârif, Hızır, Mevlâ, Şah, Merdân-ı Hüdâ, Sâki, Rical, Dârü'l-Eman, Âb-ı Hayât, Mah (ay), Deniz, Vâsıl, İhsan, Derman, Kerim, Rehber... Gibi pek çok isim ve sıfatla söylenir. Mazhar oldukları sıfat ve esmâ ile isimlendirilmesi de yerinde bir iş olur.
Evliyâullahın en seçkinleri, en makbulleri mürşîdler olduğundan, bütün kemâllerle süslenmiş ve bütün noksanlıklardan da temizlenmişlerdir. Kutbü'l-Aktab, Gavs-ı Â'zam ve Kutbü'l-İrşad ile diğer kutupların büyükleri mür-şîdlerdendir. Bu bakımdan, onlar şöyle olur, şu sıfatları taşımalıdır gibi birtakım kayıtlar koymak lüzumsuz olur.
(Mürşîdler Allah ile celîs olmuştur), (Mürşîd-i kâmil, Allah değildir amma, Allah'ın kudretine sahiptir), (Mürşîdler, mürîdin mirac merdivenidir) gibi pek çok kibar kelâmı içinden Paşa Hazretlerinin bu ifadelerini kaydetmeyi yeterli görüyoruz.
Niyâzî Hazretleri buyurmuş:
"Mürşîd gerektir bildire Hakk'ı sana hakkel yakîn
Mürşîdi olmayanların bildikleri güman imiş"
MÜTTAKÎ : Her hayrı toplamış olan, takvâ hâlini kendisinde yerleştirmiş olan kimselere denir. Takvâ Cenâb-ı Hakk'ın bütün emirlerini yapmak, bütün yasaklarından da kaçmak demektir.
Takvâ üç kısımdır: 1- Sâhibini cehennemde ebediyyen kalmaktan korur, bu takvâ, zerre kadar îman denilen ve kelime-i tevhîdi kabul edenlerin hâlidir. 2- Sahibini cehenneme girmekten korur. Îman edip büyük ve küçük günahlardan sakınmakla olur. Şerîatta şayi olan takvâ budur. 3- Sâhibinin cennetteki derecesini artırır. Âyette (Ey mü'minler, Allah'a hakkiyle takvâ ediniz) buyurulmuştur. Bu da kâlbi mâsivadan muhafaza ile hâsıl olur. (Cenâb-ı Hak, din ve takvâyı kime verdi ise o iki âlemde de muradına ermiştir) demişlerdir. Takvâ pek nâdir bir hazine, eşsiz bir cevher, çok hayır, aziz bir rızk ve büyük bir devlettir. İnsanların Allah indindeki dereceleri takvâ ile belli olur, ölçü budur. Müttakide üç alâmet vardır:
1- Müttaki, kötü, fenâ dosttan uzaklaşır,
2- Müttaki, diline yalan koymaz,
3- Müttaki, harama düşmemek için pâk ve helâl olanlardan bile çekinerek (verâ) gösterir.
NÂCÎ - NÂCİYE : Kurtulmuş, selâmete ermiş mânâ-sınadır. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat, sünni, ehl-i Hak, Fırka-i Naciye, (Hanefî, Şâfi'î, Mâlikî ve Hambelî) mezheplerinin teşkil ettiği, Kur'an'a, Sünnete uyma ve sahâbeleri âdil ve yüksek bilme yoludur ki, yetmişüç fırka içinden -ilâhî azâbdan kurtulmuş olanlar bunlardır. Bu Nâciyenin dışındakiler, dalâlet erbabı, fâsık ve sapık olan yolunu şaşırmışlardır.
NAKKÂŞ : Boyalı resimler yapan sanatkârlara denir. Çok güzel bir resme bakan o resmi methedince, bilsin bilmesin, sanatkârını, ustasını methetmiş demektir. Bütün kâinata, taklidi imkânsız olan rengarenk nakışları yapan, her cinsin fertlerini, yüz, ses, ahlâk vs. ile ayrı ayrı bezeyen Cenâb-ı Hak da bu cihânın nakkâşıdır. İşte bir yaratığı metheden onu yaratanı methetmiştir. Bu sebeple, bu tümevarıma (sebepten sahibine varmaya) "Meth-i nakış nakkâşa râcîdir" vecizesi ile beyanda bulunurlar. Mürşîd için mürîdi de böyledir. Mürîdi methetmek mürşîdi methetmek demektir.
NÂR : Ateş'in Arapçasıdır. Allah'ın izni ile yakar. Bu izin verilmediği an yakıcılığı kalmaz ki Nemrud'un ateşi böyle olmuştur. Nûr ise yakmaz ve serindir, sükûnet verir. Nûr ateşi de söndürür. Cehennem, mümine (çabuk geç, ateşimi söndürüyorsun) demekle bunu kastetmektedir. Allah'ın nûrunu taşıyan İbrahim Peygamber de Nemrut ateşini bu nûr ile gülistana çevirmiştir.
"Yansam Halî'in nârına
Anda gülistan gizlidir"
Cehennem sormuştur : (Yâ Rabbî, benden büyük ateşin var mıdır?) Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: (Âşık kullarımın kâlbinde yaktığım aşk ateşi, büyük ateştir. Sen de isyan edersen onunla azâbederim.)
NAZAR BER KADEM : Nakşî tâbir ve kâidelerinden olan Nazar Ber Kadem, gözü ayaklardan ayırmamak yani, mâsivâyı gönle dolduracak olan nazarı bundan alıkoymak için, sağa sola bakmamak demektir. Gözle görülenler kâlbde hayal ve havâtır yaratarak zihin ve gönlü meşgul ederek gaflete sebep olacaktır. Sadece önüne bakmakla gönül bu perişanlıktan korunmuş olur. Kâlbi ve gönlü de aynı şekilde mâsivâdan muhafaza etmek de bu kâidenin bâtınına ait edeplerdendir.
NEFS : Nefsi, kelâmcılar, cesed ve beden ile, bazıları ömrün başından sonuna kadar devam eden asıl cisimle, kâlbden ayrılmayan eczâ ile ateşin kömüre girdiği gibi, insanın bedenine giren latîf ve nûrâni cisim şeklinde tarif ettiler. Tabipler ise, dimağa bırakılan bir kuvvedir ki, nefs-i insanî ile isimlenmiştir, demişlerdir. Hükemâ da, özel bir cevherdir ki, tedbir ve tasarruf cihetinden bedene aittir. Burada, Cenâb-ı Hakk'ın muhatabı ve emr ü nehyin mevzuu olan nefs-i insani kastolunmuş olup bütün kötülüklerin menşei ve ulvî olan rûhun zıddına yaratılmıştır. Mektû-bât'ta İmam-ı Rabbânî Hazretleri buyurur ki : (Nefs, bir merkez, bir santral gibidir. Duygular, organlar onun âle-tidir. Nefsin yürek ile de bağlılığı vardır. Yürekteki gönül vasıtasıyla rûha da bağlanır. Rûhdan gelen feyizler nefse, nefsden duygulara ve organlara yayılır. Nefse günah-lardan ayrılmak, ibadet yapmaktan da daha güç gelir. Onun için, günahlardan kaçmak ibadet yapmaktan daha fazla sevaptır.)
Mârifetname nefsi şöyle anlatıyor: İnsanın iki rûhu vardır İslâm hükemâsı birine hayvan, diğerine insan rûhu demişlerdir. Onların hayvan rûhu dedikleri latîf cevher bir buhardır ki, bedendeki hayat, duygu, hareket ve irâdeyi taşır. Biz bu rûha şehvânî nefis veya hayvani nefis diyoruz. Sonra bu, beden nefislerine doğmuş, onları aydınlatmış bir cevherdir ki, eğer bedenin iç ve dışına birlikte doğarsa aydınlatırsa yakaza (uyku ile uyanıklık arası) hâli meydana gelir. Eğer bedene hiç doğmaz, aydınlatmazsa ölüm hâli meydana gelir. İnsan rûhu denilen cevherse, nefsi nâtıkadır ki bu, maddeden ayrı bir cevher sayılmıştır. Lâkin kendi fiil ve hareketlerinde maddeye yakın ve onunla beraberdir. Bu nefistir ki levvame, mülhime, mutmainne, râzıye ve kâmile adlarıyla anılır. Eğer nefs-i nâtıka, şehvânî her dediğini yapar ve ona itaatli olarak her haliyle ona uygun hareket eder ve onun hükmü altında bulunursa, buna nefs-i emmare denir. Eğer şehvani nefsin verdiği emirleri sükûnetle karşılar, Allah'a bağlı olur ve fakat yine kendinde fânî şehvetlere meyil varsa ona Lev-vâme nefis denir. Eğer bu meyil yok olup, şehvani nefisle mücadelede metanet gösterir ve kendi iç âlemine dönüp ilham almaya kabiliyet kazanmışsa buna da mülhime denir. Eğer, şehvani nefsin hükmü altından çıkıp ubûdiyet makamına ulaştı ve ızdırapları dindiyse, bütün şehvetlerini tamamiyle susturmuş ise, buna da mutmainne denir. Eğer bu makamdan da ilerleyip bütün makamları gözünden atmış ve bütün dileklerinden vazgeçip fani oldu ise buna râziye ismi verilir. Bu hâli kemâl derecesini bulur, Allah'ın yanında makbul olur ve insanların yanında kâlple-rinin sevgilisi olmuşsa buna da marziye adı verilir. Şayet bütün kemâl sıfatlarıyla sıfatlanır ve bütün insanlar için halkın içine dönerse buna da nefsi kâmile (sâfiye) denilmiştir.
Nefs-i nâtıkanın daha çok isimleri vardır. Bu cevhere kâlp veya gönül de derler. Bir idrak edici âlemdir ki şerîat emirlerini yerine getirmekle yükümlü, ibadet yapmaya ve bilgi kazanmaya isteklidir. Bu cevherin dış tarafı şehvani nefis, iç tarafı rûhtur. Rûhun bâtını (içi) sırdır. Sırrın içi de vardır ki bu da hafîdir. Hafînin de bâtınında hakîkat, hakîkatın içine (bâtınına)'de ahfâ denilmiştir. Nefsin bir yüzü ulviliklere, diğer yüzü de süfliliklere bakar. Onun için temizlenip paklanan ve kötü vasıflardan kurtulanı meleklerden efdal olup ilâhî yakınlığa ulaşır, emmârede kalanı da şeytandan aşağı olarak ve kendisinin benzeri bulunan cehenneme iletir. Çünkü bu nefis cehennemin bir küçük parçası, cüzüdür... Cüzler de daima aslının hükmünü tutup ona döner. Bu nefs cehenneminin öldürülmesi, ancak Hakk'ın tecellî sıfatına mazhar olan bir kâmilin himmet ve irşâdı ile mümkündür.
(Mürşîd-i kâmil, rûhun olduğu gibi nefsin de âmiridir. Onlara hükmünü geçirir. Mürîdin nefsi, yarısına kadar su ile dolu bir tenekeye düşen fareye benzer. Çırpınması durmaz ama tenekeden çıkmaya gücü de yetmez. Zamanı gelince, su yutmaktan şişen o nefis faresini suya garketmek, mürşîdin bir himmetine bağlıdır.) Paşa Hz. nin sohbetlerinden.
NEFS-İ EMMARE : İnsanı çirkin şeylere, dünya lezzetlerine sevkeden tabii kuvvet yerinde kullanılır. (Öyle bir şeydir ki tabiat-ı bedeniyeye meyleder ve lezzet ve şehvet duyguları ile emreder kâlbi süflî cihete çeker. Cümle şerlerin ve kötü ahlâkların membaıdır.) şeklinde tarif edilmiştir. (Nefs, şehvetlere ve şeytan iğvâlarına itirazsız tâbi olursa buna emmâre denir) şeklinde de izah edilmiştir.
İmâm-ı Rabbani Hazretleri nefs-i emmâre hakkıda şunları buyurmaktadır: (Nefs-i emmâre, şerîatlara inanmaz, hiç kimsenin emri altına girmeyip herkese emretmek ister. Nefs-i emmâre insanlara mahsus olup hayvanlarda yoktur. Nefs-i emmâre ademden olduğundan, kötülükleri de ademden gelmiş, iblisten ders almış fakat onu geride bırakmıştır. Nefs-i emmârenin azgınlık zamanı olan gençlikde az işe çok sevap verilir.)
Sıfatları, cehâlet, cimrilik, hırs, kibir, ucub, şehvet, şer, kıskançlık, kötü ahlâk, mâlâyâni, alay etme, incitmek ve azarlamaktır. Nefs-i nâtıka nefs-i emmare demektir ve hayvanlarda yoktur. Nefsi emmare kimsenin emri altına girmek istemediğinden şerîatlara inanmaz. Nefsi emmare iblisin talebesi fakat, ondan çok daha kötüdür. Nefsi emmareye şerîata uymaktan daha güç bir şey yoktur. Onun için, nefsi emmareyi islâhın tek ilâcı şerîata uymaktır.
NİGÂH DAŞT : Nakşîlere has tâbirlerden biridir. Havâ-tırı murakabe etmenin adıdır. Bu da hatırdan mâsivâyı geçirmemek, bilhassa göz ve kulağı dış âlemin ilgisinden korumak, beş duygunun hepsi ile kâlbi de muhafaza etmek, havatırı önleyici başlıca sebeptir. Râbıta, zikir ve halvet de bu ilgileri kesmenin âletleridir. Havatırı kesemeyen ise Allah'ın nûrunu, esmâ ve sıfatlarını müşahede edemeyip tecellîyâta nâil olamaz.
NÛR : Aydınlık, ışık demek olup Allah'ın esmalarından biridir. Allahu Teâlâ maddi ışıklar yaratıp eşyayı görmemizi temin ettiği gibi, manevi ışıklar da yaratıp Hakk'ı müşahede etmemizi irade buyurmuştur. İlk önce bir îman nûru lütfetmiş ve bu nûrla kendisine ulaşmamızı muradetmiştir. Nûrun nûr olan Cenâb-ı Hak, nûrların nûrudur. Nûrların şereflisi Hakk'ın künhü bilinmeyen zât nûrudur. Sıfat ve esma nûrları bundan sonradır ki, zât ile eşya arasında ne kadar zulmet varsa, o kadar nûrla nurlanmak gerekir. Hakk'ın zâtından ayrılan nurdan Habîbinin nûru ve rûhu yaradılmış, bu nûrdan da kâinat halkolunmuştur. Onun için her şeyde -gören göz için- Hakk'ın nûru mevcuttur. Bunlardan sonraki nûr akıl nûrudur. Daha sonra rûhun nûru, ondan sonra ise kâlbin nûrudur. Bu nurlar da kendi aralarında çok nûr yelpazelerine taksim edilmiştir. Sülûk ehli, bu nûrlarla nurlanarak nimetine ulaşacaktır. Râbıta nûru ise, mürşîd-i kâmilden aksedip mürîdi ihata ederek makbuliyete hazırlayan, koruyup temizleyen bir lütuftur. Nûr, hadsiz hesapsız bir ilâhî ışıktır. Nûr olan yere şeytan yaklaşamaz, zîra nûr serindir, ateşten yaratılan şeytanı yakar. Gizli olan bir şeyin ledün ilmi ile keşfedilmesine denildiği gibi kâlbten mâsivâyı çıkarıp atan ilâhî vâridata da nûr denilmiştir.
NÜBÜVVET : Peygamberlik demektir. Nebî de Peygamber demektir. Çoğulu enbiyâdır. Yeni bir kitap, bir şerîat ile gönderilen Peygambere Mürsel veya Resûl denilir. Resûlun çoğulu Rüsûl. Mürselin çoğulu da Mürselîn'dir.
Peygamberlere îman eden, Allah'a da îman etmiş, Allah'ı sevmiş olan şüphesiz peygamberlerini de sevmiştir.
Peygamberler Allahu Teâlâ'nın kullarına dînini bildirmek için memur ettiği her bakımdan en üstün ahlâk, sıfat ve yaratılıştaki insanlardır. Her peygamber, tebliğ ve irşad görevlerini yaparken, doğruluğunun işareti olarak ve Hakk'ın kudretiyle meydana gelen tabiat üstü Hârikulâ-delikler gösterirler ki buna mûcize denilir.
Peygamberlerin tamamında şu beş şey ortak vasıftır: 1- Sıdk, doğruluk demektir. 2- Emânet ki her hususta güvenilir kimselerdir. 3- İsmet ki, masum yani günah işlememiş kimselerdir. İffet ve ismet sahibidirler. 4- Peygamberler son derece fatin (anlayış ve kavrayış sahibi), akıllı, sağlam ve kuvvetli iradeli ve fevkalâde zekâya mâliklerdir. 5- Peygamberler, emrolundukları şerîat hükümlerini ümmetlerine olduğu gibi bildirmişler, bunlardan bazılarını saklamak veya unutmak gibi bir hâlleri aslâ olmamıştır.
Peygamberlerin birine inanmamak hepsine ve Allah'a inanmamak demektir. Hâtemü'l Enbiyâ (Nebîlerin sonuncusu) olan bizim Peygamberimizin hayat ve risâleti şerîati gün gibi parlak ve ortadadır. Tarihen de sâbit ve şahitlidir. Allah'ın ilk peygamberi ve ilk insan Hz. Âdem, sonuncusu da âlemlerin fahri ve âlemlerin rahmeti olan bizim peygamberimiz Abdullah oğlu Muhammed Mustafa (S.A.V.) hazretleridir. Bu ikisi arasında Paşa Hazretlerinin ısrarla belirttiği şekilde 324.000 peygamber gelip geçmiştir. Kur'an-ı Kerim'de şu peygamberlerin adları bildirilmiştir: Âdem, Şit, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Lût, İsmâil, İshak, Ya'kub, Yûsuf, Eyyûb, Şuayb, Mûsâ, Hârûn, Davut, Süleyman, İlyas, İlyesa, Zülkifl, Yunus, Zekeriya, Yahyâ, İsâ ve Muhammed Aleyhisselâm.
Bunlardan başka, Kur'an'da kendisine ait bilgi bulunupta Peygamber mi evliyâ mı olduğu bilinmeyen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn isimli üç zât daha mevcuttur.
Allah, Peygamberlerine irsal ve inzal ettiği kendi emir, nehiy ve hikmetlerini birer kitap ile bildirmiştir. Bu kitaplar ya tamamen veya parça parça olarak Cebrâil Aleyhisselam tarafından o peygamberlere çeşitli şekillerdeki vahiylerle bildirilmiştir. Bunlardan bir kısmına sahîfeler mânâ-sına suhuf, dördüne de kitap denilir. Suhuflar; on sahife Hz. Âdem'e, elli sahife Hz. Şit'e, otuz sahife Hz. İdris'e, on sahife de Hz. İbrahim'e verilen tamamı yüz sahifeden ibaret ilâhî emirlerdir. Kitaplar ise, Hz. Musa'ya Tevrat, Hz. Dâvûd'a Zebûr, Hz. İsâ'ya İncil ve Hz. Muhammed'e verilen ve bütün diğer suhuf ve kitapların kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'dir.
ONSEKİZBİN ÂLEM : Âlem maddesindedir.
PEYÂM - PEYÂMBER : Peyâm, haber, malûmat bilgi gibi mânâları taşır. (Peyâmber) ise, Farsça'da haber getiren demektir. Allah'dan, ilâhî âlemden haber getirendir. Dilde söylene söylene Peygamber şekline dönüşüp yerleşmiştir.
PÎR : Lügat mânâsı yaşlı ihtiyar demektir. Şeyh de esasen aynı mânâya gelir. Şeyhûhet ise ihtiyarlık demektir. Bir topluluğun yaşlısı, ulusu ve sözü dinleneni olacağından, mecazen tarîkat kurucularına isim olmuş, sonradan şeyh ve mürşîdlerin tamamına da denilmeye başlan-mıştır. Çoğulu Pîrân'dır.
Pîr, mürşîdin şeyhi olarak da tâbir edilmektedir. Asıl mürşîd, Kutbü'l-Aktab'dır. Asıl halîfe de odur. İcazet de tabiidir ki onun hakkıdır. Diğer mürşîdler, onun adına icazet verirler. Yazılı ve mühürlü bir belge olan icazetname irşada ehil olduğuna dair belgedir. Çok yüksek makam sahibi mürşîdler, yazılı yerine sözle de icazet verebilirler. (Pîr)'in harflerine verilen mânâyı Paşa Hazretleri şöyle kısaca ifade buyurmuştur. (P, peygambere; R'de rü'yete işarettir...)
PUT : Tapılan bir maddeye denilir. Tapmak ise ancak ve ancak Allahu Teâlâ'ya olabilir. Heykel, resim, istavroz (Haç) şeklinde maddi bir timsel olduğu gibi, gönlü işgal eden, sevgisi kâlbe dolmuş olan her şey bir puttur. Kadın, mal, para, evlât, hayvan ve mâsivâdan herhangi bir şey... Gönlü dolduran ve Allah'la kul arasına sıradağlar gibi giren mâsivâ, put dizileri, şirk-i hafî dağlarıdır. Mekke'nin fethinde Kâbe'yi dolduran yüzlerce putu Peygamberimizin omuzuna basarak kıran Hz. Ali'nin yaptığı gibi, Peygamber vârisinin omuzuna basıp gönül putlarını kırmak gerekmektedir.
RÂBITA : Lügatta bağlanmak, bağlamak ve kuvvetlendirmek demektir. Vuslat şartlarından sayılmıştır. Her tarîkatta varsa da Nakşî tarîkatı râbıta üzerine bina edilmiştir. Üç kısımdır. 1- Râbıta-i Mevt'tir. Günahkâr bir insanın ölüm anındaki can çekişmesini, yıkanıp kabre konulduktan sonra, sual meleklerinin şiddetini, kabir azâb ve sıkması ile dirilip kıyamet azaplarına uğramasını tefekkür etmektir. 2- Huzur râbıtasıdır ki, murâkabe ve müşâhade yapmaktır. 3- Râbıta-i mürşîtir. Abdülhâlık Gücdüvaâni Hazretlerine kadar Resullah Efendimize yapılırken, mürî-danın tâkat ve tahammülü kalmadığından Peygamberimizin emri ile mürşîdlere yapılmaya başlanılan hayal ve cemâl râbıtasıdır.
Mürîd, mürşîdini iki kaşı hizasında hayal ederek, mânevî huzurunda durup feyzine âmâde olmaktır. Bu râbıtanın devamında feyiz çok fazla olacağından, vuslat yolu, nübüvvet yolu sayılmıştır. Mürîdin râbıtaya devamı hâlinde, kabiliyeti nisbetinde, mürşîdinin hâli kendisine intikal eder. Râbıtanın aslı mürşîdden gaflet etmemek, kemâli de ihlâs ile teslimiyetle devam etmektir. Yeni müritler için tek melce ve tek başına Hakk'a ulaştırıcı bir vasıtadır. Zikir her ne kadar yüksek ve yüce ise de, râbıtasız ulaştırıcı değildir. Fakat zikirsiz râbıta ulaştırıcıdır. (Biz kötülükler çukurundayız; Rabbim ise mukaddes ve yüksek makamdadır. Elbette aramızda bir vasıta münasip olur ki, uyma sebebiyle onun feyzinden istifade etmiş olalım) diye şiirlerle ifade edilmiştir.
(Hadîka-i Nediye)'de deniyor ki: Râbıta, Cenâb-ı Hakk'a vuslat için başlı başına bir yoldur. Kâlbi müşahede makamına vâsıl olan bir mürşîde rabttan ibarettir. Mürşîd oluk gibidir. Allah'ın feyzi, büyük deniz gibi olan mürşîd-den râbıta eden mürîdin kâlbine akar.
(Fetâvâ-i Ömeriyye)'den hülâsa edilen şudur: Râbı-tayı isbat hakkında bir çok değerli ulemânın müstakil risaleleri vardır. Fasih-i Bağdâdî'nin, Molla Câmî'nin, İmâm-ı Hâdimi'nin, Abdülganiy-yi Nablusî'nin, Edirne Müftüsü Muhammed Fevzi'nin ve Şeyh Hâlid-i Bağdâdî'nin risaleleri bunların bir kısmını teşkil eder.
Fenâfi'r-resul olan Abdullah İbni Abbas'ın teyzesinin evinde, baktığı aynada Hz. Resûl'ün sûret-i cemâlini gördüğü sabittir. Buhâri Şerîfte zikir bahsinde râbıtaya işaret eden hadîsler mevcuttur. Bunların en dikkate değer olan Hz. Sıddık'ın tuvalette bile Resûlün hayâli ile olduğunu ve bunu edep dışı sayarak Resûlullah'a arzetmesi üzerine, bu hâle devam etmesi ile nerede olursa olsun edeb harici olmayacağı müjdesini almasıdır.
Tâcü'l-Ârus, Avârif-i Maarif ve İhyâ-u Ulûmiddin gibi çok muteber kitaplarla Mektûbat-ı İmam-ı Rabbâni gibi ikinci bin yılın yenileyicisinin kitabında da teferruatiyle mevcuttur. Bu husustaki tafsilâtın en mükemmeli, Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin Râbıta Risalesi'ndedir.
Râbıtayı inkâr edenlerin îmanlarını tazelemeleri gerektiği, Fetâvâ-i Ömeriyye, Rûhu'l-Beyan, Şifâ-i Şerif, Meşârik Şerhi Mebârik kitablarında izah edilmektedir.
(Cenâb-ı Hakk'a vesile talep ediniz) ve (Sâdıklarla beraber olunuz) âyetlerinin tefsirinde, râbıtaya işaret edilmiştir, deniliyor.
Paşa Hazretleri, (Âl-i İmran Sûresinin en sonuncu âyetinin râbıta âyeti olduğunu beyan eder ve râbıta bizim tarikin dört usulünden biridir. Huzur mürîdinin bozulma ihtimali olur da râbıta mürîdi bozulmaz, çünki râbıta mürîdini mürşîd-i kâmil kendi velâyetine almıştır.) buyururdu.
Sâlih Baba Divanı Râbıta-i Nakş-î Hayâlî adını taşımakta ve baştan sona kadar râbıtadan ibaret bulunmaktadır. Râbıta, mürşîdi hatırdan çıkarmamak, gaflete düşmemek olduğundan, herhalde ve her zaman yapılacağı gibi, resmi dersin dışında sonsuz şekilde de yapılır. Efdali emredilen şekildir.
RÂZİYE - RÂDİYE : Nefsin Allah'dan razı olduğu makamdır. Fenâfillaha ulaşmış, Ayne'l-yakîn haline ulaşmış lâhut âlemine dalmış ve cemâle erişmiştir. Fiil tecellîlerini geçip isim ve sıfatlarda seyrettikten sonra Hakka'l-yakîn'e ulaşıp müşahedeye erer. Bekâbillah hâli zuhur edip şatahat berzahına gelip enelhak gibi sözler söyler ki vahdet-i vücut hâli budur. Bu hâli atlayıp selâmete geçen ise Marziye düzlüğüne gelip (Vedhulî cennetî) hitabını işitir. Fenâ ve sekir kalıntıları Marziyede temizlenip kemâl hâsıl olur.
RECÂ : Dilek ve istek demektir. Tasavvufta sevilen bir işin gerçekleşmesine kâlbin bağlanması, dileyip olmasını istemesidir. Bu hâlin zıddı yeistir. İyiliklerden bir şeyi istemek, günahlardan tövbenin kabulünü dilemek ve nihayet kötülükler ve günahta israr ettiği halde, af dilemek olan yalancı rica şeklinde üç türlü rica vardır.
RIZÂ : Lügatte hoşlanmak demektir. Kazâ-i ilâhînin a-cılığına tahammül ve gönül hoşluğu demektir. (Kahrın da hoş, lütfun da hoş) gibi sözler bu makama aittir. Cenâb-ı Hakk'ın kuldan, kulun da Cenâb-ı Hak'tan razı olması vardır. (Raziye ve Marziye). Rıza makamı cem makamıdır denilmiştir. (Cenâb-ı Hak cehennemi sağında kılsa, soluna dönmeyen râzıdır) denmiştir ki Paşa Hazretleri (Vuslât gününün gündüzünün ağı (aklığı) göründü) mısraını sık sık tekrar ederdi, rızâ makamı, çalışıp riyazet çekerek varılan sülûk makamlarının sonudur. İlerisi lütuf iledir.
RİCÂLULLAH : Recul sözünün çoğulu ricâl'dir. Bülûğa eren, bilgi ve ihtisas sahibi demektir. Evliyânın bir bölüğüne, rical ehli, rical-i hassa, Ricâullah gibi isimler verilir. Rical-i Hassa'nın üç yüz velî olduğu ve Âdem Aleyhisselâmın kademi üzerinde ve onun vârisi bulundukları, Ricâl-i Kâmilin de, Nuh Aleyhisselâmın kademi üzerinde ve onun varisi olarak kudret ve tasarruf sahibi kırk evliyâdan ibaret topluluğun adı bulunduğu ifade edilmiştir. Ricâullah ise, mânevi kudret ve kuvvet sahibi olarak ve (evtâdın) dışındaki dört Allah eridir. Evtad'a imdat eder ve halkın gözü ve bilgisinden hariç olarak kâlpleri semâvî, halleri rûhâni, kâlb-i Muhammedî, kâlb-i Şuayb, Kadem-i Salih ve Meşreb-i Hûd ile hallenmiş, Cebrâil, Azrâil, İsrâfil, Mikâil'in nâzır olduğu ve gayb âlemine ait vazifeler gördükleri belirtilen velîlerdir.
RİND : Lâübâli meşrepli, sarhoş demektir. Edebiyatta, görünüşü tenkidi, hakîkatinde ise selâmeti mucip hâl ve kıyafette gezen kimsedir. Zâhiri melâm, bâtını selîm kimse olarak da söylenmiştir ki melâmiler böyledir.
Rind, Allah sarhoşu, aşk sarhoşu olan ve bu hâli kalenderce yaşayan demektir. Böylece aşk ve tasavvuf neşesiyle yaşayıp tasavvufa ait terimlerle söyleyen demektir. Ârif sözüne de çok yakındır. Aslında âriflerin hepsi rinddir.
RİYÂZET : Açlık demektir. Sülûk ehlinin yeme, içme, uyuma, zikir, fikir ve diğer bütün hâlleri mürşîd tarafından -herkesin tabiatine göre- ayrı ayrı reçeteler hâlinde tanzim edilir. Nefsi kıran belli başlı hususlardan biri açlıktır ki bunun da orta hallisini övmüşlerdir.
Nakşî tarîkatında, keşif ve keramete yol açtığı ve dolayısıyla varlığa sebep olacağı için riyazeti terkederek sünnet üzere ve orta halde yiyip içmeyi tavsiye etmişlerdir.
RUH : Cenâb-ı Hak insanları rûh ve beden olarak iki değişik asıldan yaratmıştır. Binbir esmanın nûrundan yaratılan rûhû Ahadiyet âleminden ayırarak nâsut âlemine indirip toprak maddelerinden yaratılan beden ile evlendirdi. Bu evlilikten iki çocuk doğdu. Birisi babasına uyarak asıl vatanını özleyen kâlb, diğeri de anasına uyarak aşağılık hazları isteyen nefistir. Rûh beden kalıbına girince, elest bezminde Cenâb-ı Hakk'a verdiği sözü unutup bîhûdîlik âleminde şaşkın ve nefsin emrinde perişan olmuştur. Her türlü kemâle mâlik ve her hayra istekli olan rûha, Cenâb-ı Hakk'ın hitabını hatırlatan bir mürşîd olursa, şaşkınlığından sıyrılıp perişanlığından ayrılarak yüksek kemâle ulaşıp ulvî âlemlere yükselebilir. Çünkü mürşîdler rûhun âmiri ve onun yükselme kılavuzlarıdır. Rûh, Allah'ın zâtından ayrılan Muhammedî nûrun bir par-çasından yaratıldığından, bu yaratılışını hatırlamakla vücuda, nefis ve kuvvâya hâkim olarak onlardaki zulmeti giderip Allah'a döndürerek O'na ulaştırmaya muktedir bulunmaktadır. Bu takdirde vücuda âmir olan rûha akıl vezir olup adalet ve hikmetle vazife görmeye başlar. Nefis de rûha teslim ve tâbi olarak onun binek ve âleti olup emrinden dışarı çıkamaz. Böylece hayra ulaşan insan Allah'a ulaşma yolunda sür'atle ilerlemeye devam ederek neticede Hakk'a vâsıl olur.
Rûhun iki yüzünden biri olan nefis süfliyyetten yana dönük bir yaradılışda ve cehenneme çekici bir kuvvettir. Rûhun ikinci yüzü olan kâlb ise yücelikler âlemine dönük bir yaradılışta ve Allah'ın zâtına götürücü bir gayret içindedir...
Cenâb-ı Hak, insan bedeni üzerinde kâlb, rûh, sır, hafi ve ahfâ lâtifelerini bir mihrab gibi yerleştirmiş ve bunların nûrunu yakıp yol ve amelini bu nûrla aydınlatanları kendisine çekip ulaştıracağını vaadetmiştir.
Paşa Hazretleri buyurur ki : (İnsanlarda biri velâyet nûruna mâlik olan rûh-u revânî, ikincisi nübüvvet nûruna mâlik olan rûh-u sultânî, üçüncüsü de zât nûruna mâlik olan rûhu nûrâni isimli üç rûh vardır. Rûh-u revânâyi rûhu sultâni yutunca iki rûh kalır; rûhu sultâniyi de rûhu nûrani yutarsa (istiab ederse) sadece tek bir Rûhu nûrâni kalır ki hakîkat alemi budur.) Yine Paşa Hazretleri buyurur ki : (Rûhun hakîkatı var. O Allah'ın esmasından ayrılmış olan bir nûrdur ki velâyet denilen budur. Bu rûh, erbabını bulup hizmetine devam ettiği gibi, hakîkatine mâlik olur. Fe-nâfi'ş-şeyh olur. Bu hâl seni istiab edince, rûhun hakîkati beşeriyeti istiab edince, şeyhin hâli seni kaplar ve o hâl ile zulmetten kurtulup fenâf'ir-resule dahil olursun. Bu kuvvet, velâyet nûrundan meydana gelir. Nübüvvet nûru ile risalet âleminin renklerine boyanarak hakîkat nûruna kavuşursun.)
RÜ'YET : Görme ve seyretme demektir. Dîdar (yüz) ve (çehre) mânâlarına yakın bir şekilde Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini seyretme demektir. Rü'yet özel cennetinde (ce-mâl cenneti) ayın ondördünü seyreder gibi, Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini seyretmek olup âhiret âleminin en üstün lezzetidir. Herkes, kemâli ve hakîkatteki mertebesi nisbetinde cemâle ve rü'yete mâlik olacaktır.
Paşa Hazretlerinin beyanına göre: (Mürit, cemâlullahı râbıtasından, râbıtasının cemâlinden seyredecektir.) Mürşîd râbıtası, Resulün cemâli ve cemâlullahın seyrine tahammül ve alışmanın, ahiretteki rü'yetin dünyadaki benzeri ve ekzersizidir.
SABIR : Çekilen belâ ve acılardan Allah'dan başka kimseye şikâyet etmemektir. Allah'a şikâyet sabıra zıt değildir. Sabır iki kısımdır: Birisi, insanın kendi iradesiyle hâsıl olan şeylere sabretmesi; öbürü de Allah'dan gelen musibetlere sabretmektir. Allah'ın emirlerini yapıp yasaklarını yapmamak hususunda görülen zorluklara sabretmek bir sabır çeşididir ki bu sabrın umumi şekli ve hafifidir. Allah'ın sevdiği kullarına verdiği iptilâlara sabır ise, şifa verici ilâç gibi acı ve içilmesi zor bir şey ise de netice ve meyvesi tatlı ve makbul olan bir sabır çeşididir. Allah belânın büyüğünü nebileri ile onların varislerine ve bundan sonra da mü'minlere verir ki sabır ve reca ile mahviyete ulaşıp makbuliyete nâil olsunlar...
Mesnevi'deki bir temsilde (Buğdayın insanlara azık ve kuvvet, dizlerine derman, gözlerine nûr ve ışık, yaşamalarına sebep olması için, ekilmesi, dikilmesi, biçilmesi, sürülmesi, samandan ayrılması, un edilmesi, hamur yapılıp ateşte pişirilmesi sûretiyle ekmek yapılması, sonra ısırılıp çiğnenmesi, yutularak hazmedilmesi gibi yüzlerce değişik muamele geçiyor. Bir insanın da iyi yaşayıp îmanla gidip ebedî saadete kavuşması için de beden ve mal ibadetleri ile mükellef, haramdan sakınmakla vazifeli ve canında, evlâdında ve malında imtihana tâbi tutulması akla uygun ve hikmete muvafıktır.) denilmiştir ki bütün bunlar sabra bağlıdır. Sabırla koruk helva olacaktır.
SAFÂ : Beşeriyet kederlerinden uzak olma hâlidir. Gönlü açan, gevşekliği gideren bir hâldir. 1- İlim safası, 2- Hakîkat şahitlerini gösterip, münâcâtları tatlandıran ve yaratıkların fesâdını unutturan hâl safâsı, 3- Fenâ sırasında Hakk'ın nûrlarını görme hâli olan ittisal (ulaşma) safası, olarak üç çeşidi sayılmıştır.
SAHV : Uyanık ve âgâh olma hâli, makam ve mertebeyi aldıktan sonraki nebîlere has şuurlu hâldir. Bunun zıddı sekir hâlidir ki gaybet ve kendini yitirme, mânevî sarhoşluk hâlinin adıdır. Fenâ ve muhabbet dolayısıyla hâsıl olan şuur örtülmesi hallerinin müşterek tarifidir. Sekrin so-nu dehşet hâline varır ve iradesi kalkar. Bu hâle murad denilmektedir. Sekir vuukunda şerîata zıt veya ehl-i sünnet dışı haller hâsıl olur. Bunlar sahve dönünce yapılan istiğfarla affolur, çünkü elde olmayan sebeplerle ve şuursuz hâsıl olmaktadır. Sekir bitince bu haller de kaybolur.
SÂLİK : Bir tarîkata girmiş veya bir şeyhe uyup inâbe etmiş olan kimseye denir. Istılah mânâsı olarak, fenâ-lardan birisine ulaşarak manevi konaklarda ilerleyen mü-rîde denilir. Seyri sülûk yapmak, şeyhin emri ve tensibi ile makam ihraz etmek üzere halvete girip çile ve riyazetle fenâ ve bekâ konaklarını geçmektir. Manen çocukluktan kurtulup reşid olan müridlere denilir ki manevi konaklarda ilerlemeye başlayanlar bunlardır.
SÂYE : Gölge, gölgede bulunma, korunmuş olma demektir. Mürîd, her türlü zarar ve tehlikeden mürşîdi vasıtasiyle korunur. Bu sebeple, mürşîdi onu yakıcı güneşten koruyan serin bir gölge, şeytan ve nefis belâ ve tehlikelerinden muhafaza için devamlı bir koruyucu nûrdur. Bu nûrun bulunduğu yere şeytan yaklaşamaz, nefis de mel'anetini icra edemez.
SEFER DER VATAN : Nakşî tarîkatına ait deyimlerden biri olarak, vatanda sefer yani seyahat demektir. Zahiri, ibret için gezip dolaşmak veya ibret nazarı ile bakmaktır. Bâtındaki asıl mânâsı ile de, kötü sıfatlardan yüksek ve ulvî sıfatlara yükselmek, kötü ahlâkı ahlâk-ı hamîdeye tebdil etmektir. Aşağı derecelerden yüce makamlara yükselmek de sefer der vatandan kastedilen mânâya dahildir.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri : (Sefer Der Vatan seyr-i enfüsîdir. Bu yolun yolcularından dilediklerini (meczûbi sâlik) yaparlar, insanın dışında (âfâkta) ilerletirler. Seyr-i âfâki denilen bu dış yolculuk bitince, seyr-i enfüsî denilen ve insanın içinde (nefste) olan yolculuğa başlatırlar. Sefer Der Vatan, insanın vatanındaki bu yolculuktur.) demektedir.
SEM'A : Kulak ile işitme demektir. Istılahta rûhu heyecana veren nağmeli ses (tegannî) ile vecde gelip ilâhî hitabı hatırlamaktır. Sürur ve manevi zevk veren sese gına denir. Peygamberimizin lisanından, (Biz güzel hûrileriz, mükerrem zevcler için yaratıldık) diye hûrilerin gınâ ettikleri rivayet edilmiştir. Güzel ses ve güzel yüz insanların gönüllerini çeker. Âriflere göre, güzel ses güzel yüzden daha iyidir. Zira güzel ses rûha, güzel yüz ise nefse gıda olur. Güzel sesde acâib bir tesir vardır. Bu tesirle insan çekildiği tabiatına (rûhunun zevkine) uygun hâle gelir. Kimi vecd ve sürurla oynar, kimini ağlatır, kimini de elbisesini parçalayan divanelere döndürür.
Hükemâ, (Güzel sesten lezzet duymayan ve güzel yüze âşık olmayan kimsenin mizacı bozuk olduğundan tedaviye muhtaçtır) demişlerdir. Minhâcü'l-Fukara'daki kayda göre sema, rûhun gıdası ve manevi fetihlerin sebebidir. Sema ile hâsıl olan şevk ile açlık gider ve işideni gaflet çukurundan rûhanî hazlara yükselten bir ilâhî merdiven olur. Gönlü dağınık dünya alâkalarından çekerek rikkat hâsıl eder. Rikkat ise, rahmeti celbeder. Sema (Sima) şer'an ve aklen yasak olmadığı gibi, belki insan yaradılışına uygun ve velîlerle âşıklar nazarında helâl ve güzeldir. Ancak, niyeti nefsaniyetten kurtulamayan için fıska âlet olur. Onun için (Âşıkın aşkını fâsıkın da fıskını artırır) demişlerdir. Resûlullahın huzurunda şiirler okunduğu kesin belgelerle sabit olduğu gibi, Allah için, Allah yolunda şiir söylemeyi teşvik ettiği de mâlumdur. Dinleyenlerin ilâhî hikmetlere rağbetini artıracak, onları tefekküre sevkedip kâlblerdeki safâyı artıracak şiirlerin semâî (nağme ile okunup, mûsikî perdelerine sokulması) serbesttir. Bu sebeple, güzel sesler ve hoş nağmelerle şiir ve kaside okuyup dinlemek -hevâsına hükmeden ve meşrû olan şekillerin dışına çıkmayanlar için- mübahdır. Hârikulâde sesi ile meşhur olan Dâvud Peygamber, ilâhî şiirlerden ibaret olan Zebur'u okumaya başlayınca, insan, cin ve vahşi hayvanlarla kuşların tilavet meclisine kadar gelip bu semâ'ı dinleyerek gaşyoldukları, yıkılıp orada can verdikleri nakledilmiştir.
Aslında, mürşîdin görevi, mürîdin can kulağına (Elestü bi Rabbiküm) hitabını işittirip, rûha (ahdi misakını) hatırlatmaktır. Bu hatırlayış ile fevkalâde güzel nağme taşıyan Allah'ın o eşsiz hitabını yeniden yaşamaya başlayan rûh irşad olup asliyetine kavuşur. Güzel sesden rûhun vecde gelmesinin sebebi budur.
SEYR : Mürşîdin emir ve rızasını kazanan ve fenâfişşeyh, fenâfirresul, Fenâfillah ve bekâbillah menzillerini aşarak Allah'ın sıfatlarına boyanan ve O'nun nûr perdelerinde ilerleyen sâlikin Cenâb-ı Hakk'ın isim, sıfat ve zât nûrlarında ilerleyerek vuslata ulaşıncaya kadar ki seyri, seferidir. Bu gidiş dört kısımdır: 1- Seyr-i ilallahdır. Bu sefer de vahdet yüzünden kesret perdelerinin kaldırılarak ağyar (yabancı, siva) dan sevginin kesilerek nefsin konakları geçilerek kâlbe ait makamların sonu olan (Ufuku Mübin) denilen yüksek durağa ulaşılır. Âyet meâli olarak, (Seyri ilallahı tamamlamak ellibin yıllık yoldur) denilmiştir. Seyri ilallah, beş latîfenin (kâlb, rûh, sır, hâfî ve ahfâ) aslına, arş ötesindeki asıl makamlarına çıkmasıdır. Aslında sülûk da budur. Fenâ burada olur. 2- Seyr-i fillâh : Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarına mâlik olup O'nun isimlerine ulaşarak kesret yüzünden vahdet perdelerinin kaldırıldığı ve vâhidiyet âleminin sonu olan (Ufuku âlâ)ya erişmektir. Seyri fillah, sâlikin mebde-i taayyünü olan ismin zıllından başlar (Seyri ilallah burada bitmişti) Allah'ın isim ve sıfatlarında ilerlemektir. Bekâ hâsıl olan seyr budur. 3- Seyr-i Maallah : Bu sefer, Aynü'l-Cem olan Hazreti Ehadiyet'teki nurlara boyanarak zâhir ve bâtının birleşmesi ve zıtların kaybolarak ikilik şüphelerinin yok olmasını temin eder. Burada ikilik kalkmazsa (Kâbe kavseyn), tamamiyle kalkarsa buna da (Ev edna) makamı denilir. Bu makam velâyet makamlarının sonu sayılmıştır. 4- Seyr-i Anillah : Cem makamından sonra tâliplerin kemâle ulaşması ve kendisine bağlanacakların irşadını yapabilmesi için (sekir) den (sahv) ve, (mahv) den yine (sahv) e, (Fenâ) dan tam (bekâ) ya, (Cem) den (Fark) a ulaşmaya denilmiştir. Böyle bir seyri ikmal eden zât, mükemmil olmuş tâlipleri de kemâle ulaştıracak hâle gelmiştir. Mürşîdler bunlardandır. (Sülûk maddesine de bakınız.)
SEVGİ : Sevmek, muhabbet, gönlün bir şeye meyli mânâlarına gelir. Sevginin derece ve mahiyeti, aşk ve muhabbet maddelerinde izah edilmiştir.
SIDK : Kavilde, fiilde, azimde, azme vefada, amelde ve dini makamlara ulaşmada olmak üzere altı ayrı mânâ-da kullanılır ki bu altı ayrı mânânın hepsini nefsinde toplayanlara Sıddîk denilir. Sıddîk nebilerin vasıflarındandır. (Onlara İbrahimi zikret, zira o sıddîk ve nebî idi) âyeti (Meryem Sûresi 41) bunun delilidir. (Ey Davud, tenhada bana sâdık olana, herkesin içinde de ben sâdık olurum) hadîs-i kudsîsi ile sadıkların vasfı ifade edilmiştir. Sofiyede, sadakat en yüksek hâldir. (Hak dururken halkı düşünmeyenler ihlâs sahibidir. Bu ihlâs ile nefsine hiçbir pay vermeyenler de sâdıklardır.) diye tarifi yapılmıştır. Sıdk, sadık ve sıddık kelimeleri, lügat olarak doğruluk kökünden gelir ki söz, iş ve ameliyle gizli ve açıkda doğru olan demektir. Zıddı kizb yani yalancılıktır.
SIFAT : Bir şeyin vasıflarını gösteren isim mânâsına gelir. Yani zâtın hallerinin ismi, Böyle olunca Cenâb-ı Hakk'ın şan ve vasıfları ile ilâhî hallerini gösteren isimlerinin her biri mâhiyet itibariyle birer sıfattır. (Büyük, güzel, kuvvetli, akıllı) gibi bir takım özellikleri bildirir. Sıfatın birçok kısımları vardır. Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları da uluhiyetinin icabına göre kısımlara ayrılmıştır. 1- Sıfât-ı Zâtiye, Cenâb-ı Hakk'ın zâtına ait olup zıddı düşünülemeyen sıfatlar böyledir. (İzzet, Kudret, Azamet, Bekâ, Hû) sıfatları bunlardandır. 2- Sıfât-ı Fiiliye : Cenâb-ı Hakk'ı ziddiyle vasfetmekde caiz olan sıfatlardır ki bunlar (Rıza, Rahmet, Gazap) gibi sıfatlardır. 3- Sıfât-ı Cemaliye ki lütuf ve rahmete ait olan sıfatlardır. (Rahim, Kerim, Gafur, Cemil) böyledir. 4- Sıfât-ı Celâliye : Kahra, izzet ve azamet gereğine ait olan (Celîl, Cebbâr, Kahhâr) gibi sıfatlar bunlardandır.
"Ey nûr-i aynım, ey cân-ı cânan
Çalış kemâle er durma bir an
Eğer büluğa ererse sübyan
Bilmesi lâzım sıfatı îmân
Allah, melekler, kitap, Resuller,
Ahret, Kader hak demeli insan
Evvel bu altı sıfata inan
Sakın birinde eyleme güman
Allah ki vardır, ezel, ebeddir
Zâtile kâim benzeri yok bir
İşte bu altı zâtî sıfattır
Bilmeye mecbur her ehli îman
Hakk'ın sübûti sıfâtı vardır
Sayısı anın bizce sekizdir
Hayât, ilim, semi, kudret, kelâmdır
Basar, irâde, tekvîni, imkân
Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarından bilinmesi gerekenler iki kısma ayrılmış ve bunlardan sıfatı zâtiye denilenleri altı tanedir.
1- Vücûd, (var olması)
2- Kıdem, (ezeliyet, evvelî olmamak)
3- Bekâ, (Ebedî, sonu olmamak)
4- Havâdise muhalefet, (Sonradan yaradılanlara benzememek, eşi, benzeri olmamak.)
5- Kıyam bi zâtihi, (Varlığı kendi zâtından olup hiçbir şeye muhtaç bulunmamak)
6- Vahdâniyet, (Bir ve benzersiz olmak, vahdet).
İkinci kısmı teşkil edenler de sıfât-ı sübûtiye ismini alır ki bunlar da sekizdir.
1- Hayât (Allah Hayy, diridir. Zâtına ait bir hayatı vardır)
2- İlim (Bilmek ve idrak etmektir. Her şeyi bilmesi)
3- İrâde (İrâde etmek, dilemektir. Her dileği yerine gelir)
4- Kudret (Herşeye gücü yetmek)
5- Semi' (İşitmek.. Allah'a ait herşeyi işitme hâli)
6- Basar (Görme... Herşeyi her zaman görmesi)
7- Kelâm (Konuşma... Harfsiz savtsız kelâm sahibi)
8- Tekvîn (Var etmek, yaratmak ona mahsustur).
Velî, bu sıfatlara bürünmüş olan ve bu sıfatların gereğini de Allah'ın kudreti ile gösteren Allah dostudur. (Allah insanı kendi sûretinde yarattı) hadîs-i şerîfi böylece mânâ kazanmaya başlamaktadır.
SIR veya SİR : Gizli, saklı, bilinmeyen veya aklın ermediği, gözün görmediği ilâhî ilim ve hikmetler manâsına kullanılan bir tabirdir. Böyle olunca latîfeleri çalışan ve bu vasıta ile herkesin yakınlık derecesine göre âşina olunan gayb âleminden lütfolunan hakîkatlara denir. Kâlb âlemi de gayb âleminden bir âlem olduğundan, onun detayı bulunan sır da letâif makamlarından gizli bir âlemdir. Gayb âlemlerinin görüntüsü, yani müşahede sır ile olur. Bu sır latîfesi ile anlaşılan tecellîlerdeki gizliliğe o makamlara gelince vâkıf olunur ki her makamda gizli hakîkatlere sır ile de isim verilmiştir. Hâl sırrı, ilim sırrı, hakîkat sırrı, kader sırrı, tecellî sırrı, Rubûbiyet sırrı gibi.
SİHR-İ HELÂLİ : Velîlere has keşif ve kerâmetle hâsıl olan bilgi veya tasarrufla yapılan işe denilen mecazi bir tâbirdir. Paşa Hazretlerince sık sık kullanılan bu tâbirle mürşîde has tasarruflar murad edilmiştir.
SİLSİLE-İ ŞERîF : Şerefli ve feyizli silsiledir. Her tarî-katın peygamberimizden son mürşîdine kadar olan bütün pirlerinin her birini altından bir zincir halkası şeklinde birbirine bağlı olan yekpare bir zinrcir olarak düşünürsek, bu altın zincirin baş halkası Resûl, son halkası da bizim mürşîdimiz olur ki bizi Cenâb-ı Hakk'a ulaştıracak bağ budur. İşte bu bağa eski tâbirle Silsiletü'z-zeheb de denilir. Bu altın zincirin son halkası olan mürşîdimiz manevi ve hakîkat babamız, onun mürşîdini de yine o hakîkate göre dedemiz sayarak ilâ-âhir peygamberimize ulaşırız ki o da rûhlarımızın atasıdır.
Silsile-i şerîfin tamamı, Küçük Silsile-i şerîf olarak saydıklarımızdır. Büyük silsile-i şerîf olarak Hatme (i Hace-gân) de okunanlar ise, Hâlidi Bağdâdî Hazretlerinin müceddid olarak yeterli bulup tesbit ettiklerinden ibarettir.
SÎMURG : Devlet kuşu veya Ankâ ile eş mânâda kullanılan efsanevi kuştur. Yumurtasını çok yükseklerde yumurtlayarak yere ininceye kadar gözünü bir an bile ondan ayırmayarak civcivin çıkmasına himmet etmesi sebebiyle mürşîdlere benzetilen kuştur.
SİVÂ - MÂSİVÂ : Gayr tâbirine eş olarak sâliki Cenâb-ı Hakk'a vuslattan ve ibadetten alıkoyan, meşgul eden şeyler demektir. Gönlü işgal eden herşey neticede sivâ ve gayrdır.
SOFİ : Kâlb safâsına ulaşan, gönlünü temizleyip tecellîye müsait bir hâle getiren kimse demektir. Sofi, sohbet bereketine ulaşarak Hakk'a vasıl olan ve tecellîyi zâta mazhar olan yüce Allah ehlinin kendileri hakkında kullandıkları bir ıstılâhdır. Sofi, evliyâullahın en seçkinleri olan mürşîd-i mükemmillerin bir diğer adıdır ki Paşa Hazretleri bunları (Tasavvuf Sahipleri) olarak da ifade ederdi.
SOHBET : Arkadaşlık demektir. Istılah olarak bir mür-şîdin müridlerine yaptığı konuşmanın adıdır ki aslı Resû-lullah Efendimizin Sahabe ile yaptığı sohbetten gelir. Mür-şîd, o peygamber sohbetini velâyet nûru ile cezbedip velâ-yet kemâli ile mürîde nakleden kimsedir. Sohbet rûhdan zuhur ettiğinden rûha karşı yapılır ve rûh sohbeti cezbederek zamanı gelince de o sohbeti dinleyenin ihtiyacına göre nakleder. Nakşî tarîkatında sohbet kemâlin yapıcısı ve tarîkatın rüknüdür, ana direğidir. Sohbet kâlbi safi ettiğinden sahabelerin yetişme usulü ve her kemâlin tohumudur. Sohbetsiz kemâl olsa bile pek çok desteğe muhtaç olur. Çile ve belâ yağmuru bu desteklerden bir bölümüdür. Mürşîd ile sohbet etmek mürîd için hizmet ile hakîkata ulaşır. Mürşîdin sohbetine mürîd hizmet ile mukabelede bulunmalıdır.
SUHUF : Sahifeler demektir. İstilahda Allah tarafından bazı peygamberlere vahyedilen ve bir kitap hacmine ulaşmayan ve 10-50 sahife arasında değişen yazılı ilâhî emirlerdir...
Suhuflardan on sahife Hz. Âdem'e, elli sahife Hz. Şit'e, otuz sahife Hz. İdrîs'e, on sahife Hz. İbrahim'e verilmiştir ki tamamı yüz sahifedir. Büyük kitaplara gelince, bunlardan ilki Hz. Mûsâ'ya inen Tevrat, ikincisi Hz. Dâvûd'a verilen Zebûr, üçüncüsü Hz. Îsâ'ya inen İncil olup günümüzde bunların üçünün de aslı kalmamış, insanlar vasıtasıyla kaleme alınan bir takım hayalî ve taklit kitaplar halinde uydurma nüshaları bulunmaktadır. Dördüncü ve sonucusu olan Kur'an-ı Kerim bizim Peygamberimize 23 sene içinde vahiy suretiyle nazîl olmuş ve yüzbinlerce sahabenin şahadeti ile hiçbir harfi değişmeden bize intikal etmiştir. Diğer kitapların asıl hükmü ile esas ıtrını da taşıyan Kur'an'ın kıyamete kadar muhafızı Allah'dır. Hükmü, İslamın aslıdır. Şerîatın temelidir. Onun hükmüne uyan ve bu hükmü isteyen gerçek mü'minlerdir. Zâhir, bâtın ve batne mânâlarından başka mânâlarının haddinin Cenâb-ı Hakk'ın azametinde tükendiğini Paşa Hazretleri ifade etmiştir. Ayrıca, kâmil insanın kâlbi de Kur'an'ı câmi'dir.
SÜLÛK : Bir yola girme, husûsi bir guruba katılma ve bir tarîkata girme mânâlarında kullanılır. Tasavvufî mânâ-sı ise, sefer etmek, belli bir yolda ilerlemektir. Seyr-i sülûk tabiri ile müşterek olarak kullanılır. Seyr-i sülûk, âfâki ve enfüsî olarak iki şekilde tahakkuk etmektedir. Dış ve iç seferler şeklinde de söylenen seyri sülûk, zevkî ve vicdânî olduğundan, ifadesi zor olan, beyana sığmayan bir keyfiyettir. Tarîkatın başından, ma'rifetin sonuna kadar yüz derece olduğu söylenmekte ve bunların -bir merdivene çıkma gibi- bu derecelerin her birini ikmal ederek menzil ve mertebeyi gerilerde bırakarak Cenâb-ı Hakk'ın zât yakınlığına ulaşmanın durakları olduğu kaydedilmektedir. Bu durakların başı Kocakarı îmanı, ortası ihlâs ile amel ve teslimiyet sonu da vuslattır. Bu durakların çoğu, alfabetik sırası içinde izah edilmiştir. Burada, bu yüz durağın on kısım içindeki sıralanışını tekrar etmekle yetiniyoruz.
1- Sülûkun başı (Yakaza, tevbe, inâbe, muhasebe, tefekkür, itisam, firar, halvet, uzlet ve riyâzet)
2- Sülûkun kapısı (Hüzün, havf, recâ, huşû, zühd, tak-vâ, verâ, tebeddül, ibadet ve ubûdiyet, hürriyet)
3- Sülûk muameleleri (Murâkabe, hürmet, ihlâs, tehzib, istikâmet, tevekkül, tefvîz, sika, teslim ve tasavvuf)
4- Ahlâkı marziyede (Hulûk, tevâzû, îsar, fütüvvet, sıdk, hayâ, şükür, sabır, rızâ ve imbisat)
5- Sülûk usulleri (Kasd, azim, irade ve mürîd, murad, edeb, yakîn, üns, zikir, fakr, gına)
6- Sülûk vâdîleri (İhsan, ilim, hikmet, basîret, firâset, sekinet, tumaninet, himmet, kurbet, bu'd)
7- Sülûk halleri (Muhabbet, aşk, şevk ve iştiyak, vecid ve tevâcüd, berk ve zevk, ataş, dehşet, hayret, kalak, gayret)
8- Sülûk vilâyetleri (Vilâyet, sır, gurbet, istiğrak, gaybet, vakit, safâ, sürur, telvin, tekvin)
9- Sülûk hakîkatları (Mükâşefe, müşâhede, tecellî, hayat, kabz, bast, sekr, sahv, fasl, vasl)
10- Sülûkun sonu (Ma'rifet, fenâ, bekâ, tahkik, telbis, vücud, tecrid, tefrid, Cem' ve Cem'ül Cem, tevhîd)
SÜNNET : Peygamberimizin işlediği, işleyiniz dediği veyahutta bir müslümanın işlediğini gördüğünde sükût ettiği şeylerdir.
"Bak hadîste dedi o Fahr-i Cihan
Sünnetimdir ümmete dârü'l-eman"
İmâm-ı Gazâli (Bizim bu ilmimiz kitap ve sünnetle kayıtlıdır) demiştir. İmâm-ı Şa'rânî İmâm-ı Şâzeli'den naklen diyor ki (Eğer keşif, kitap ve sünnete muhalif olursa keşfi terkedip kitap ve sünnetle amel etmek icab eder. Zira ismet şerîata mahsustur. Hususiyle şerîat terazisinde tartılmadıkça keşif ile amel caiz değildir, diye kavm (sofiye topluluğu) ittifak ettiler.) Bazı tasavvuf ehli tarîkatın aslını şu yedi şarta bağlamışlardır: 1- Kitaba sarılmak, 2- Sünnete uymak, 3- Helâl yemek, 4- Halka ezâ vermemek, 5- Yasaklardan kaçmak, 6- Tevbeye devam etmek, 7- Cenâb-ı Hakk'a ve kullara ait olan bütün hakları eda etmek...
Saîd-i Mağribî diyor ki : (Tasavvufun aslı, kitap ve sünnete uymak, bid'at ve nefsânî arzuları terk, büyükleri tâ-zim, bütün halka merhamet ve mazeretlerini kabul, virdlerine devam, rûhsat ve te'villeri terkdir. Bu yoldan ayrılanlar, (rical) makamından düşerler.)
SÜRÛR : Kulun içine ve dışına yayılan bir sevinçtir ki hüzün hâlini bırakmaz. Âşıkların sürûru, devlet ve izzete ve hatta keramet ve vilâyete bağlı değildir. Bu sürûr Allah'ın fazlu rahmeti iledir. Sürûr üç çeşittir: 1- Zevk sürû-rudur. Bu zevk bütün zâhiri ve bâtınî korkuları giderir. 2- Şuhud sürûrudur ki ilim perdelerinin açılmasıyla meydana gelen tecellîlerdir. Bu tecellîye mazhar olanlar, vehbî ilme kavuşur. 3- Sema'dan hâsıl olan sürûrdur. Bu sürûr vahşet eserlerini kaybedip müşâhede kapılarını açarak sâlikin rûhunu ferahlandırır.
ŞECER : Kelime mânâsı olarak ağaç demektir. Şecere olarak söylenince tek bir ağaç mânâsında bir ailenin kökünü gösteren cetvel, soy kütüğü demektir. Mecazen silsile-i şerîf mânâsında da kullanılır.
ŞEHVET : Nefsin bir şeye meyletmesi ve hazlardan bir şeyi arzu etmesi mânâsına kullanılan bir tabirdir. Lügat mânâsı da buna yakın olarak, bir şeyi sevip ziyade isteme, nefis, cinsî istek olarak gösterilmiştir.
(Günlerden bir gün nefis seni haz aldığın şeye davet eder ve ona muhalefete de yol olursa, sen gücün yettikçe ona muhalif ol. Zira, nefsin hevâsı ve arzusu düşman, bunun aksi de dosttur.) diye söylenmiştir. Cenâb-ı Allah (Nefsi hevâdan nehyetti) buyurulmuştur. Sana da hevayı ve günahı terk lâzım oldu.
Nakşî tarîkatı sâliki rûh yolu ile ilerlettiğinden nefse bağlı olan diğer şeyler gibi, şehvet hakkında da açık açık fazla bir söz edilmemiştir.
ŞEKK : Şüphe etmek demektir. İnanmak için, şüphenin bulunmaması, tereddütsüz ve kat'î olarak zihin ve gönlün kararlı olması lâzımdır. Şüphe îmânın zıddıdır. Mürşîde karşı olanı ise, teslimiyeti bertaraf eder. Reyb ve reybe olarak söylenen tabirler de şüphe ve şüphecilik olarak şekk sözünden daha fazla kuvvet ifade etmektedir. Muhabbet, sağlam îmanın ürünü, şüphe ise münafıklığın bir şubesidir. Şerîat îmanı gerektirir. İman ise tereddütsüz inanmaktır. Böyle olunca, şüphe olan yerde îman yoktur. İman olmayan yerde ise hiçbir mânevî hâl yoktur.
ŞERÎ'AT : Şer', kanun kelimesinin karşılığıdır. İlâhî kanunlar olarak da kullanılır. Şerîat ise, doğru yol, uyulması gereken usuller, Allah'ın emir ve yasaklarının tamamını kavrayan ve aslını Kur'an ve hadislerin teşkil ettiği kanunlar manzumesi demektir. (Edille-i Erba'a) veya (Usul-ü Erbaa) denilen ve kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha ile bilinen şer'î hükümlerin tamamına şerîat denilir. İlmî mânâsı ise (Kulluğa meylederek emir tutmak) şeklinde tarif edilip; Peygamberimizin amele ait olarak getirdiği ve dış âzâ ile işlenilmesi icabeden hükümler şeklinde de izahı yapılmıştır. İtikada, inanca ait hükümlere din adı verilmiştir. Şerîat su alınan yere (çeşme başı gibi) denir. Bedenin hayatına sebep olan su alınacak yere şerîat denildiği gibi, rûhun gıdası olan ve hayatının sebebi bulunan can kaynağına da şerîat denilmiştir. Şerîata, halkın kendisine itaatı bakımından din, halkın kendisinin etrafına (çeşme başı gibi) toplanması sebebiyle de millet dahi denilmiştir.
Şerîat, müslümanın iradesine tâbi olan gizli ve açık bütün hayatında tatbik etmesi zaruri olan ve Peygamber tarafından Allah'ın emir ve vahiyleri sûretinde alınan bir hükümler demetidir. Bu demetin emirlerine uyana (saîd), (ebrâr), (sâlih), (müttekî) gibi yüksek sıfatlar verildiği gibi, uymayanlara da (fâsık), (bâgi), (şakî), (şerir) gibi kötü ve alçak sıfatlar verilir. Şerîatın emrini yapmayanın emri tutulmaz. Ona uyulmaz. Şerîatın emrini yapan temiz ve sevab sahibi, tutmayan ise günahkâr, fâsık ve fâcir olur. Tarîkat ve maneviyat, şerîat zemini üzerinde durur. Bu zemin bozulunca, hiçbir şey kalmaz. Bunun için (Şerîatsız olan bir kimse havada uçsa bile hemen vur düşür; sinek ve haşarat ondan iyidir) demişlerdir. Mürîdin şerîatsızı yük ve azap, şerîatsız mürşîd ise zındıktır. Bu sebeple, (Tasavvufsuz şerîat fıska götürür, şerîatsız tasavvuf da zındıklığa götür) sözü meşhur olmuştur.
Şerîat üç kısımdır: İlim, amel ve ihlâs.. İlim ve amel ise ihlâsın kazanılmasını temin için âlet hükmündedir. İlim ve ameli zâhir âlimleri bildirirler. İhlâsı kazanmak için ise, şerîata uyup fiil ve ameli şerîat olmuş bir bâtın âlimi şarttır.
Şerîat dışına çıkan tarîkatların sonu ise, silinip ortadan kaybolmaktır. Nitekim, şerîattan yavaş yavaş ayrılarak neticede şerîat düşmanlığına saplanan Bektaşî tarîkatı ile, fıska meyletmesi sebebiyle şerîat dışına atılan Mevlevî tarîkatı, bugün tamamen tarîkat defterinden çizilmiştir. Nakşî tarîkatının dışındakiler, az çok bid'atlarla gölgelendiğinden, Mehdî Hazretleri, onların tamamını kaldırıp Nakşî tarîkatından başkasına izin vermeyecektir.
Mürîdin bütün ameli şerîat terazisinde tartılacak, ona uygun olan amel işlenecek, uygun olmayanlar da işlenmeyecektir. Yanılarak işlenen şerîatsız bir fiil olursa, tevbe ve nedametle birlikte bir haksızlık da varsa giderilip helâl-laşılacaktır.
Şerîatta ef'âli mükellefin denilen ve âkîl ve bâliğ olan müslümanın bilmesi gereken hususlar farz, vâcip, sünnet, müstehab, helal, mübah, mekrûh, haram, sahîh, müfsid ve bâtıl gibi kısımlara ayrılır. Dinimizin de dört kısım emri vardır ki bunlara uymak lâzımdır.
1- İnançta sıhhat - (Her hususta ehl-i sünnet itikadına uygun olmak)
2- Kasıtta sadakat - (Bütün ibadetlerde ihlâs ve doğruluk demektir)
3- Haddi muhafaza - (Din hudutlarını aşmayıp yasakların tümünden çekinmek)
4- Ahde ve'fa - (Bütün ilahi emirlere uymaktır)
(Nakşî tarîkatı, şerîat temelinde yükselen râbıta, sohbet ve hatme sütunları üzerinde kurulan benzersiz bir saraydır. Bu sarayın süsü de, muhabbet, ihlâs, edeb ve teslimiyet çiçekleridir.) Paşa Hazretlerinin sohbet ıtrından.
Şerîat ilminin çeşitleri, ilim maddesinde gösterilmiştir.
ŞEVK : Âşıkın kâlbinde bulunan ve ma'şûkunu görmenin heyecanı olan hâle şevk denilmiştir. (Şevk, velîlerin kâlbinde yakılan bir ateştir, mâsivâyı yakar), (Şevkin menşe-i muhabbet, muhabbetin meyvesi de şevktir) şeklinde vecizeler söylenmiştir. Sofiye nazarında, insanların meleklerden efdaliyeti şevkleri sebebine bağlanmıştır. Semâ, tegannî ve raks şevk ehline mahsus hallerdendir.
ŞEYH : Büyük ve yaşlı kimseye, bir topluluğun başkanına şeyh denilir. Zıddı olan gence de Şâb, Şâb-ı Emred derler. İlim ve sanattaki üstâd ve üstâza da şeyh denildiği gibi mürşîde de şeyh denilir. İnsanlar kitap okuyup ilim tahsil etmekle bir üstad ve mürşîde olan ihtiyaçtan kurtulamazlar. Mesnevî'de (Kur'an mürşîddir) sözünün, Kur'an mürşîde kavuşmaya vesîle olur, vasıta olur mânâsına kullanılınca ancak gerçeği ifade eder şeklinde anlaşılır ve anlatılırsa hakîkat ifade edilmiş olur, denilmektedir.
Mürşîd mânâsındaki şeyh, kendisinin intisab ettiği bir silsile ile Peygamberimize bağlı olan mürşîdi tarafından yetiştirilip kemâle ermiş ve kendisi de tâlib yetiştirmeye izin almış olan bir yüksek himmet ehlidir. Gizli ve tehlikeli bütün yollardan geçmiş ve bu sır âleminde kılavuz olmuştur. Müsait yaratılışta olanları da bu gizli yollardan tehlikeye uğratmadan geçirmek onun mukaddes vazifesidir. İlmi ile âmil olan bir Rabbânî âlim, yakınlık devletinde büyük bir mevki ve makam almış olan bir Allah dostu, yüce bir evliyâullahdır.
Velâyet devletinin büyük âmirleri olan şeyhler, nebî-lerin vârisi olarak halka Hak'dan haber veriler. Kâmil şeyh Peygamberin vekilidir. (Kuldur ama Allah'ın azamet ve kudreti onda tecellî etmiş, Allah'ın sıfatlarına boyanmıştır. Ona uyan Allah'a yakın olacaktır.) Paşa Hazretlerinin beyanından. Yine Paşa Hazretleri (Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır) hadîs-i şerîftir, sahihtir buyurmuştur. Bu hadîsi bütün büyük şeyhler tekrar etmiş, bütün makbul kitaplar zikretmiştir.
İmâm-ı Rabbâni Hazretleri (Şeyhlerin insanları Allah'a götürmek için, halleri, makamları, müşahedeleri, tecellî-leri, keşifleri, ilham ve rüya tabirlerini bilmesi lâzımdır.) buyurmuş ve (şeyhin (Pîr) doğru olup olmaması, onun yanında iken Allah'a bağlılığın çoğalması ile anlaşılır) demiştir.
ŞÜKÜR : Görülen iyiliğe karşı söz ve iş ile teşekkür etmek, memnuniyet göstermek demektir. Bir iyiliği methetmek de bir şükürdür. Zıddı küfrân-ı nimettir.
Allah'a şükür, âzâ ve kuvvây-ı malı ve canı niçin yaratıldıysa o tarafa doğru kullanmak mânâsınadır. Kâlble, lisanla ve âzâ ile yapılır. Kâlble yapılanı nimetin Allah'dan olduğunu bilerek Allah'a bağlanmak; lisanla olanı da, (Çok şükür elhamdülillah) demek ve âzâ ile olanı da her ibadeti ve hizmeti yapmaktır. (Aza şükretmeyen çoğa şükretmez, insanlara şükretmeyen de Allah'a şükretmiş olmaz) hadîsi şükrü ne güzel izah etmiştir. (Nimete şükür nimeti arttırır, nimeti inkâr da nimeti azaltır.) buyurulmuştur. Şükrün hakîkatı, bütün emirleri yapmak, bütün yasaklardan da kaçmaktır. (Nimetleri yerinde sarfetmek) de şükrün aslı olarak söylenmiştir.
Âlimlerin şükrü sözlerinde, ibadet edicilerin şükrü fiillerinde, irfan sahiplerinin şükrü ise her hallerinin doğruluğundadır.
TAKVÂ : Lügat mânâsı sakınmaktır. Yani zarar ve ziyandan korunmak mânâsınadır. (Allah'ın emirlerine riâyet ve yasaklarından çekinmek) şeklindeki tarifi de fıkıh lisanıdır. Allah'dan korkmak, haram ve şüpheli şeylerden sakınmak şeklinde de ifade edilmiş ve böyle bir hâle ittikâ, bu hâlin sahibine de müttakî denilmiştir. Müttakî, emin, itimada lâyık olan kimse demektir ki kendisinden kimseye zarar gelmez. Takvânın zıddı fısk, sahibi de fâsıktır. Takvâ âhiret azıklarının en iyisi olup her hayrı toplamıştır.
Takvâ üç kısımdır: 1- Sâhibini cehennemde ebedi kalmaktan koruyan ve avâmın takvâsı olan kelime-i tevhîdi söyleyip küfürden sakınmaktır. 2- Sahibini cehenneme girmeden muhafaza eden havassın takvâsıdır. İmanla birlikte büyük ve küçük günahlardan sakınmaktır. Şerîatta tanınan ve tekrar edilen takvâ budur. 3- Sahibinin cennetteki derecesini artıran ve cemâle, müşahedeye lâyık kılan takvâdır. Kâlbi mâsivâdan muhafaza etmekle kazanılır.
Takvâ pek nâdir ve çok kıymetli bir hazine, eşsiz bir cevher, çok hayır ve büyük bir feyiz, kutlu bir rızk ve büyük bir mülktür. Fazîlet ve Allah indindeki derece onunla belli olur. Müttakide üç haslet vardır: 1- Kötü işe sürüklememesi için fenâ dosttan ayrılıp kaçmıştır. 2- Diline yalan söz koymaz. 3- Harama düşme korkusundan helâl olanların bir kısmından da çekinir. Bu hâl ise, verâ tâbiri ile yakın bir alâka demektir.
TARÎK - TARÎKAT : Yol demektir. Tutulan, uyulan yol, bir mürşîdin usûlüne uyup onun manevi yoluna girerek Allah'a ulaşma azminin adıdır. (Turuk) tarîkatlar demek olup tarikin çoğuludur. (Turuk-u âliye) şeklinde yüksek tarî-katlar mânâsında kullanılır. Paşa Hazretlerinin (Tarîkat hem farz, hem vacip hem de sünnet-i müekkededir. Ce-nâb-ı Hakk'ın Habibine emridir. Habîbi de Sahabe Efendilerimize emir buyurmuş onları bu yolda yetiştirip irşad etmiştir.) şeklindeki sohbetleri mâlumdur. Peygamberimiz ilk defa hicret esnasında saklandıkları mağarada Hz. Ebubekir Sıddık'a gizli zikri ve rûhani tarîkatı emir buyurmuştur. Hz. Ömer ve Hz. Osman'a da ayrı ayrı zikirler ve usuller tarif ve telkin edilmiş ise de, onlar, hilâfetlerinde ken-dilerine emredilen tarîkatların zorluğundan bunları değil Hz. Ebûbekir'in yolunu tâ'lim edip onun usulü ile irşadda bulunmuşlardır. Bu sebeple de Hz. Faruk ve Hz. Zinnû-reyn'in tarîkatları devam etmemiştir. Hz. Ali Efendimiz halife olunca, kendisinden önceki halifelere uyanları Hz. Ebubekir yolundan irşad etmiş, yeniden kendisine bağlananlara da, kendine emredilen usul ve yolda yani cehrî zikir ve nefsani usulde hizmet emir buyurmuştur. Kuruluşları askerî sistemde olan rûhani tarîkatlar dört veya beş ana kolla devam etmiş, kuruluşu mülkî sisteme uygun bulunan nefsani tarîkatler ise yedi veya bir rivayette sekiz kolla ilerlemiştir. İnsanların zevk, anlayış ve mizaçlarına göre hizmet ve ilerlemelerinde kolaylık olması hikmetinden, rûha-ni ve nefsani tarîkatların tamamı, oniki imamın kadem ve mizacına uygun olarak oniki çeşit olarak lütfedilmiştir. Bu oniki çeşit tarîkatın kendilerine nisbet edildiği oniki imama -ıstılahda- Pîr denilmiş, sonradan pîr tabiri her mürşîd için kullanılmıştır. Rûhani tarîkatların netice irşadı Nakşî tariki usulünden, nefsani tarîkatların irşadı da Kâdiri tarîkatının usulünden yapıldığından, aslında iki tarîkat var demektir.
Zaman ilerleyip insanların mizaçları dalgalanmaya başladığından -zâhirdeki değişikliklere uygun bir halde- bu oniki tarîkatın her birinden kollar ayrılmış ve bu kollar da pek çok şubelere bölünmüştür. Her kol ve şubenin usulü ayrı olup cümlesi de hakdır, vâsıl edicidir.
Tarîkatlar tatbik ettikleri usul bakımından yani rûh ve nefis yollarından olduğu gibi açık ve gizli zikir yapma bakımından da sınıflamaya tâbi tutulup ona göre isimlendirilirler. Rûhani tarîkat, nefsani tarîkat, hafî tarîkat, cehrî tarîkat gibi. Bunun dışında tatbik edilen amel bakımından da üç ayrı guruba ayrılırlar:
1- İbadet yolu ile gidenler,
2- Riyazet yolu ile gidenler,
3- Muhabbet yolundan gidenler.
Bunların hepsi neticede muhabbet yoluna ulaşıp o muhabbetin cezbesiyle vâsıl olacaklardır... Hepsi hak yoldur, ulaştırıcıdır.
Bütün tarîkatların gayesi, şerîatı lâyıkıyla icra edip gizli ve açık her hâl ve zamanda onu yaşamak ve sünnetlere uymaktır. Bu ikisinin dışında tarîkat olmaz. Bu sebeple (Tarîkat mektebinin dersi şerîattır) denilmiştir. Şerîatsız tarîkat zındıklıktır. Büyükler bütün tarîkatlar için dört temel ve esas vardır, bu esasın dışındakiler tarîkatın da dışındadır demişlerdir:
1- Cenâb-ı Hakk'a sıdk u sadakatla yönelip sünnet-i Muhammediyeye tamamiyle uymak,
2- İtikadı, ehl-i sünnet itikadına uygun hâle getirmek. Ehl-i sünnet dışındaki itikatlardan velî olmayacağını bilmektir. (Meşayih itikadı ancak ehli sünnet itikadıdır, aksi mümkün değildir.)
3- Cenâb-ı Hakk'a ubûdiyete, kulluğa devam etmek ve âgâh olup mahviyet kazanmak,
4- Bütün saadetlerin sonu olan muhabbet zevkine ulaşıp cezbe-i ilâhîyeye kavuşmaktır. Dikkat edilirse, bu dört şart her şartı toplamış bir hülâsadan ibarettir. Cenâb-ı Hakk'a dört merhale ile ulaşılır: 1- Şerîat, 2- Tarîkat, 3- Hakîkat, 4- Marifetullah... Marifetullaha, şerîata uyup tarî-katta makbul olduktan sonra hakîkat âleminden geçerek varılır. Tarîkat bu ulvî memuriyetin mektebinin adıdır. Tarîkat mektebinin hocası Mürşîd-i Kâmil, Resûlullah Efendimiz ve bizzât Cenâb-ı Hak'tır. Böyle bir hocalar gurubunun okutacağı ilim ile vereceği terbiye ve ulaştıracağı memuriyetleri idraki olanlar sezebilir.
Tarîkat, Cenâb-ı Hakk'ın emri, Resûlünün sünneti ve Sahâbelerle âriflerin mektebi olduğundan, kıyamete kadar hükmü bâkî ve usûlü geçerlidir. Ona severek uyan hak yolun makbulü, îman zıddiyetinden düşmanlık edenler zâlim, cehaleti hevâ ile veya zâhir halifeleri elindeki bir zümre ve guruba bağlılığın tabii neticesi olan asabiyetle veyahutta bağlılık iddia ettiği zâtın beyanını yanlış anlayan, bozan veya değiştirenlere aldanan sâdık cahiller ise mahcup kimselerdir... Allah onları ıslâh etsin.
TASAVVUF : (Cenâb-ı Allah ile oturmak isteyenler tasavvuf ehli ile otursun) buyurmuşlardır. Bu sözün mânâsı, tasavvufu tarif ve ifadeye yeter. Tasavvuf hakkında yapılan tariflerin bini geçtiğini Sarı Abdullah Efendi beyan etmektedir. Tasavvuf, bütün ilimleri kendinde toplamış bir ilim, bütün fazîletleri noksansız elde etmenin yolu, Cenâb-ı Hakk'a ulaşmanın usûlüdür. Bu sebeple herkes kendi kemâli sahasında ondan haber vermiş, onu görüp erebildiği kadar anlatmıştır. İfadeler değişik ise de hakîkat birdir. Paşa Hazretleri (Tasavvuf, Allah'ı bilip Allah'ı bulmaktır) buyurarak bu bahsi vecizelendirmiştir.
İnsanlar, Allah'dan gelmiş ve yine ona döndürülmek üzere yaratılmışlardır. Her insan ayrı bir fıtrat üzerinde, ayrı bir kalıp ve kabiliyette, ayrı yüz, ayrı zevk ve akılda, ayrı bir ses ve deri ile renkte ve ayrı bir nefisle ayrı bir rûhda yaradılmıştır. Bu çeşitlilik, Allah'ın yaratma gücü ve sıfatının tezahürüdür. Bütün diğer mahlûkatla birlikte her biri ayrı ve aykırı özelliklerle yaratılan bütün insanlarla cinler, Allah'ı bilip onu bulacak âlet ve kâbiliyetlerle yaradılmış ise de, Allah Rahmân ve Rahîm sıfatları iktizası ayrıca, her ümmete peygamberler göndermiş, suhuf ve kitaplarla da bu iki teklif ehline (insan ve cinlere) ayrı bir lütufta daha bulunarak, Allah'ı bilip Allah'ı bulacak âletleri nasıl kullanacakları ile kabiliyetlerini nasıl kemâle erdireceklerini bildirip Peygamber ve velîleri misalleriyle de cismen göstermiştir.
Bir taraftan nefis, beden ve şeytan ma'rifetiyle kötülüğe ve azâba itilen insan, rûh, şerîat, kitap, peygamber ve bu peygamberin vârisleri olan mürşîdler ma'rifetiyle de hayra ve cemâle çekilmektedir. Allah'ın yaratığı olan insanlar, bu yaratığın zâhir ve bâtındaki her hücresini kemâliyle bilen Allah'ın koyduğu hayat kanunlarına kitap ve sünnet rehberliğinde uyarlarsa, Allah'a kulluk edip rızasına erer, uymazlarsa onun adaletine maruz kalırlar. Allah, rûhları yaradıp bütün güzellikleri onlara gösterip, bütün kemâlleri de onlara bahşetmiştir. Bundan ayrı bir yüksek lütufla da o rûha Hakk'ın gösterdiği güzellikleri hatırlatarak, o sahaya ulaşmasına yardımcı olacak kudrete mâlik olan mürşîdleri de kılavuz ve hoca tayin buyururak Rahîm sıfatını, Kerîm ve Cemâl sıfatları gibi rahmetlerini de ilâveten ihsan etmiştir. Böylece, şeker, yağ ve unu getirmiş helva yapımına âmâde kılmıştır. (Bal, Allah'ın ihsanı, arıdan istenen ise vız vız etmektir) teşbihi gereğince, mürîdin işi inanıp amel etmekten ibarettir. Bu sebeptendir ki (isteyen buldu, isteyen bulur) denilmiştir.
İşte bu kısa izahla ifadeye çalıştığımız tasavvuf, inançta, ibadet ve tâatta ve bütün hayat sahasında yapılacak bütün amel ve işleri kavrayıp onun yüksek yolunu gösteren bir ilimdir. Okuyarak aklen kavranacağı gibi yoluna girip makbuliyete ulaşmakla da hakîkatine kavuşulur. Bu ıstılahların tamamı, onun usul ve kaidelerinin bir kısmı olup onun makbul olmuş ricalinin beyanlarından ibarettir.Yine tasavvuf sahiplerinin kelâmıdır ki, tasavvuf kâl (söz) değil (hâl)'dir. Allah o hâli nasip buyursun.
Şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma'rifetullahın temas ettiği her şey tasavvufun konusudur. Zâhir ve bâtında, inanç ve amelde, hayat ve ölümde, dünya ve âhirette, ezel ve ebette açık ve sır olarak bilinen veya bildirilen her ilim ve durum tasavvufun sahasıdır. Bu kadar geniş bir alandaki her kötülüğü önlemek ve her hayır ve fazilete teşvik etmek de tasavvufun vazife ve selahiyetlerindendir.
Bu izah da, noksanı bize ait olarak, kâfidir.
TASDÎK : Sâlikin şeyhinin sözlerini, hâl ve hareketlerini kabul etmesi demektir.
TA'ZİM : Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve uluhiyetine hürmet ve riayet etmektir. Emirlerine uyup yasaklarından kaçmakla olur. Her cihetten din hükümlerinin tamamı iki damla ıtra teşbih edilir ki, bunlardan biri Hakk'ın emrini ta'zim, diğeri de Hakk'ın mahlûkatına merhamet etmektir.
TEBETTÜL : Bütün mâsivâdan kesilip Cenâb-ı Hakk'a lâyıkıyla yönelmek demektir. Siva olan şeyler içinde, dünya ve âhiret dahildir.
TECELLÎ : Gayb âlemi nûrlarından kâlbe açılan bir penceredir. Lügat mânâsı görünme, bilinme, meydana çıkma demektir. İlahi sırlarla kudret eserlerinin meydana çıkıp yine Hak nûrları ile görünmesidir.
Sâliklerin kâlblerine Allah'dan gelen beşaretler üç kısımdır ki (Rüya), (vâkıa) ve (mükâşefe) isimleri ile söylenirler. Başlangıçta rüya, ortada vakıa, nihayette de müşahede vasıtasıyla tecellîye mazhar olunur. Rüyaların ekseriyetle onda biri te'vil ve tefsirsiz doğru ve sadık, onda dokuzu te'vil ve tefsire muhtaçtır. Vakıalar ise, yarı yarıya hakîkata uygun ise de yine de yarı nisbette hatâ ve te'vile açıktır. Mükaşefelere (keşfedilenler) gelince, bunların yüzde doksanı hak ve hakîkata uygun, yüzde on kısmı hatâya müsaittir. İçinde tek zerre hatâ ihtimali olmayan tek ve mutlak tecellî vahiy'den ibarettir.
Tecellî mahiyet itibariyle iki kısımdır:
1- Rûhanî tecellî ki yaradılmışlarla ilgilidir.
2- Rabbânî tecellîdir ki, yaratıkla ilgisi yoktur.
Rabbânî tecellî de iki kısımdır:
A- Ulûhiyet tecellîsi ki, Hz. Muhammed'e aittir,
B- Rubûbiyet tecellîsi ki, Hz. Mûsâ'ya aittir.
Rubûbiyet tecellîsi de üç kısımdır:
a- Tecellî-i zâttır.
b- Tecellî-i sıfattır ve bu da iki kısım olup biri celâl tecellîsi olarak (temkin) sahiplerine, diğeri de cemâl tecellîsi olarak (telvin) sahiplerine aittir. Mevcudiyet sıfatı ile tecellî olunca (Cübbemin altında Allah var) şathiyatı zuhur eder. Vâhidiyet sıfatı ile tecellî olunca nefsin kıyamı meydana çıkıp (ben beni tesbih ederim) gibi bir sekir kelâmı hâsıl olur. Bekâ sıfatı ile tecellî olunca da (Ene'l-Hak) ifadesi söylenir. Râzıkiyet sıfatı ile tecellî olsa Hz. Meryem gibi rızka mâlik olunur. Hâlıkiyet sıfatı ile tecellî olunca da Hz. İsa gibi çamurdan yapılan şekle üfürülse kuş olur ki Hz. İsa'nın nefesi budur.
c- Tecellî-i ef'âldir (fiillerin tecellîsi). Bu oluşlar tecellîsi, sıfat tecellîsinin bir kısmı olup fenânın bekâda kaybolmasıdır.
Seyr-i sülûkdaki tecellîlerin tamamı dört kısımdır:
1- Sûrî tecellîdir. Bütün eşya (yaratıklar) şeklinde olabilir. Cansızların -cemâd- kemâllisi mercan, bitkilerin ke-mâllisi hurmadır ki Hz. Adem atamızın çamurunun artakalanından yaratılmıştır. Hayvanların kemâllisi de at'tır. Bu kemâlli yaratıklar şeklinde tecellîlere nail olan evliyâullah sayılmakta, sâliklerin kemâle erdiklerinde de insan sûre-tinde, hattâ kendi sûretinde tecellîye şahid olur ki, (Ene'l -Hak gibi şathiyatlar bu cümledendir) denilmektedir.
2- Mânevi tecellî ki sıfatlar tecellîsidir. Akıl ve bilgilerine aldanıp peygamberimize uymayan hakîmlerin (hükema) ayaklarının kaydığı ve şeytana oyuncak olduğu yerdir. Evliyâdan sekir hâlinin istilâsı sırasında veya nok-sanlık hallerinde de hâsıl olursa da - Evliyâ korunmuş olduğundan- sahiv hâline dönünce veya noksanını anlayınca istiğfar ederek, noksanını ikmal ederek bu halden kurtulurlar.
3- Nûr tecellîsidir ki fiillere, işlere aittir.
4- Zevk tecellîsidir ki zâta ve zât nûrlarına aittir.
TECRÎD : Ayırmak demektir. Kâlbden, sır ve gönülden mâsivâyı çıkarmak şeklinde tarif edilmiştir. (Cenâb-ı Hak, bir adam içinde iki kâlb yaratmadı) âyeti gereğince, bir gönülde Allah'dan başkası varsa, oraya Allah tecellî etmez. Paşa Hazretleri (Allah olan yerde gayrullah yoktur) buyurmuştur.
"Bir gönülde kenz açılmaz ta ki pürnûr olmadan
Pâdişah konmaz saraya hâne ma'mur olmadan"
TEFEKKÜR : Düşünmek, fikretmek demektir. (Tefekkür gibi ibadet olmaz), (Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerini tefekkür ediniz fakat Allah'ın zâtını tefekkür etmeyiniz zira, Allah'ın zâtını idrak edemezsiniz) hadîs-i şerîflerinden anla-şıldığına göre, nimetleri tefekkür etmek tarîkatta şarttır. Ancak, Allah'ın zâtını düşünmek ise sırf günahdan ibarettir. (Bir saat tefekkür, bir sene nafileden hayırlıdır) hadîs-i şerîfi ile (Bir saat tefekkür yetmiş yıllık nafileden hayırlıdır) hadîs-i şerîfi tefekkürün kısımlarını gösterdiği gibi ne derecede hayra sebep olduğunu ifadeye yeter... Kur'an-ı Kerim'de, (Tefekkür ediniz), (Fikrediniz) şeklindeki emirler pek çoktur.
İnsanların en akıllısı Peygamberler, sonra da evliyâullahdır. Tefekkürde de en ilerde olan bunlar ve bunlara uyanlardır...
TEFVÎZ : Herşeyi, işleri Cenâb-ı Hakk'a havâle etmek demektir. (Tefvîz itiraz etmemek ve halkın ayıplarını görmemek) şeklinde de tarif edilmiştir.
Tefvîzin alâmeti üçtür:
1- Tedbirleri takdire havâle ile sükûnet bulmak,
2- İrade-i cüziyeyi irade-i ilâhîyeye havâle ile hareketsiz kalmak,
3- Daima kazaya (takdire) hâzır ve razı olmak.
Tefvîz, tevekkül ve teslimin neticesi olduğundan, bu son iki madde ile birlikte ilerde de anlatılacaktır.
TEHZÎB : İslah edip temizlemek, düzeltmek demektir. İlim ve ameli lâyık olmayan şeylerden, gösteriş ve riyadan temizlemek mânâsında kullanılır. Yenilerle riyazet sahiplerine lâzım olan hasletlerdendir. Âdet ve gösteriş şüphelerinden kurtulan kimseye ibadette istikamet hâli açılır ki bu mertebeye (istikamet), sahibine de (müstakim) denilir. (Nefsi ayıplardan ameli de riyadan temizlemek) ifadesi ile de tehzibi tarif etmişlerdir.
TELBÎS : Elbise giymek, örtünmek demektir. Istılahda, Allah'ın sıfatları ile sıfatlanmak mânâsında kullanılır. Râbıtanın bir çeşidi olan ve şeyhin ahlâk ve vasıflarına bürünmek, amelde kendisini onun yerinde düşünmek, hayali böylece yapmak şeklindeki râbıtaya (telebbüsi râbıta) denir. Şeyhin elbisesini giyme şeklindedir lügat mânâsı.
TELVÎN : Lügat mânâsı boyanma, renge girme demektir. (Levn) kökünden gelirki, levn boya, renk ve sıfat mânâlarına kullanılır. Vilâyet mertebelerinden birinin adıdır. Telvin, değişme halleri gösterdiğinden, noksanlık olarak sayılmıştır. Hâlin başında olan ve nefsü heva tesirinden meydana geleni, rüzgâr önündeki saman çöpüne benzetilmiş, yukarı derecelerde olan ve sıfatlara bürünürken renkten renge girmeye benzetileni de zaruri görülüp methedilmiştir. Telvin hâlinin sonu, nasip olursa, temkin hâlidir ki kararlı ve oturaklı mânâsına olup yakî-ne erme, vuslâta nail olma hâlidir.
Telvin sahipleri, sekir halinde bulunanların, aşk sarhoşluğundan mest olanların hâli olup şatahat yeridir, fenâ makamıdır.
TEMİZ HUYLAR : İmanın kemâlinden sayılan ve kerem sahiplerinin ahlâki denilen (mekarim-i ahlâk) iyi ahlâklarla ahlâklanmak, insanın vasıflarını güzelleştirmesi ile olur. Buna (ahlâk-i hamîde) de denilir. Peygamberimiz "Ben mekarimi ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuş ve "İnsan iyi ahlâkı sebebiyle gündüz oruç tutup gece -sabaha kadar- ibadet edenlerin -kaim olanların- derecesine ulaşır" müjdesini vermiştir. Lokman Hekim oğluna şu dört hikmeti tavsiye etmiştir: "İki şeyi söyle ve hiç hatırından çıkarma, biri günah diğeri de ölümdür. İki şeyi de unut, hiç hatırına getirme ki, biri başkasına yaptığın iyilik, öbürü de başkasından gördüğün kötülüktür."
(İlm-i ahlâk) başlıbaşına bir ilim ve tasavvufun gayesine varmanın âletleridir. (Mekarim), temiz ve güzel huylara denir ve şunlardır: 1- Akıl, 2- Din, 3- İlim, 4- Hilm (yumuşak huy), 5- Cud (cömertlik) ve sehâ (el açıklığı), 6- Örf ve adet (iyi alışkanlıklar), 7- İyilik, 8- Sabır, 9- Şükür, 10- Mülâyemet (güler yüz ve tatlı söz).
TEMKÎN : Sekir hallerinden kurtulup sahiv (âgâh ve uyanık) haline gelmiş, yüksek makamlarda karar kılmış olanlardır.
Temkîn, lügatta, ağır başlı, vakarlı ve kararlı demektir. Temkîn sahipleri, iş ve sözlerinde şerîattan kıl kadar ayrılmazlar. Telvîn hallerinden (fenâ ve sekir) geçip rüsuh makamlarına gelenler bunlardır. (Cenâb-ı Allah ile oturmak isteyenler, tasavvuf ehli ile otursun) denilenler bunlardır. İrşad ehli bunlardır. Paşa Hazretlerinin ifadesiyle (Tasavvuf Sahipleri) bunlardır.
TESLÎM : Lügatte, kabul etmek, doğru ve haklı bulmak, karşısındakinin hükmü altına girmek, kendisini Allah'ın takdirine terketmek mânâlarına gelir. (Teslimiyet) ise, bu mânâları benimseyip huy edinmek demektir.
Tasavvufta, mürîdin mürşîde boyun eğip hükmüne razı olarak itaatı ve tabiatına uymayan şeylerde itiraz etmemesi demektir. Çünkü, mürşîde itaat -mürîde- farzdır. İster lütfetsin, isterse cefâ etsin. Onun meşrebi tatlıdır. İsterse bulansın. İsterse dupduru olsun. Gerek sağlığında gerekse vefatından sonra mürşîde hürmet ve tâzîm şarttır. Tâzîm ve hürmet teslimiyeti de gerektirir. Mürîd, kavil ve fiilinde mürşîdini tasdik edip onun ilim, kemâl, söz, iş ve fiillerinin tamamını doğru ve yüksek bilmelidir. Gönlünde tereddüt ve şüphe gibi şeyleri bırakmamalıdır. Şeyhini ilimde İmam-ı A'zam, sırda Kutbü'l-Aktab bilmelidir. Şerî-ata uygun bulmadığı ve tabiatının kabul etmediği bir şeyin bir hikmeti olduğunu düşünüp bu hâli bir imtihan vasıtası saymalıdır. Mürîd, teslimiyette, kendini ölü yıkayıcıya bırakılan bir ölü gibi saymalıdır. Zira tarîkatın müritte istediği dört şarttan biri teslimiyet, şeyhe uyup onun Allah kılavuzu olduğuna yakînen inanmak demektir. Tarîkatın teslimiyetten sonra aradığı diğer üç şart ise, muhabbet, ihlâs ve edeptir. Bunlar da teslimiyet gibi önce mürşîde karşı olanı sonra da tarîkat ve Resul ile Allah'a karşı olanlarıdır ki, mürşîde karşı muhabbet diğerlerine olan muhabbeti de meydana getirecektir. Mürşîde muhabbet beslemek, edepleri yerli yerinde yapmak ve ihlâs ile bağlanarak onun Hak kapısı ve Hak kılavuzu olduğuna sıdk ile inanıp ona bütün düşünce, amel ve işlerinde tâbi olmak, teslim olmak... Tarîkat bundan ibarettir. Onlar emek zayi etmezler. Her mürîdin lâyık olduğundan çok fazlası ile Allah'a ulaştırırlar.
Mürîd, mürşîdinin emrini her şeye tercihen tutacak ve asla itiraz etmeyip ihmal etmeyecektir. Kendisini Hakk'a ancak o emrin ulaştıracağına inanıp, Allah'a çıkan diğer kapıların kendisine kapanmış oduğunu, sadece bu emrin yapılmasiyle açılacak olan kapıdan girebileceğini aksi halde Hak kapısının ebediyyen kapanacağını bilmelidir. Zâhir ve bâtında şeyhe uyup onun emrine uymak ve kararını doğru bilip ihlâs ile inanmak vaciptir. İçi ve dışı ile inanıp ihlâs ile bağlanması şarttır. Mürşîdin bir hatasını kendi doğrusuna tercih etmelidir. Hz. Ebubekir "Ya Resu-lallah, sizin bir sehvinize bütün amelim feda olsun" buyurmuştur.
Yalnız, mürîd şeyhine niçin, neden gibi itiraz etmemelidir. Böylesi de iflâh olmaz demektedirler. İtiraz sûretiyle şeyhin gözünden düşen, göklerden yere düşmekten beter olmuştur.
"Kâlbini hıfzeyle şeyhinden yana
İtiraz etme sakın kâlbten ona
Sen seni mürşîdde mahvet ey civan
Mürşîd-i kâmildir iksir-i Â'zam
Şeyh-i kâmil vasıta billâh olur
Şeyh-i kâmil mutlak ehlullah olur
Şeyh-i nâkıstan çıkar naksı celi
Kâmili bul kâmili bul kâmili
Mustafa Fevzi b. Numan
TEVÂZU : Tevâzu, nefsi küçük, aşağı ve hor görmek mânâsında (huşû) ile müşterektir. Alçak gönüllü olmaktır. Bunun zıddı kibirdir. Nefsi hor ve hâkir görmek, nefse karşı çıkmak, tarîkatın şartı, şerîatın emridir. İyi ahlâkın belirtisi tevazudur. Nefis Allah'a bile itaat etmek istemeyip kendi baş olmak sevdası taşıdığından, nefsini alçaltıp Rabb'e teslim olmak tevâzûdur. İnat ve itirazdan çekinmekle yerleşir. Bir hadîs-i şerîfte (Allah, iktisat edeni zengin eder, israf edeni fakir düşürür, tevazu göstereni yükseltir, kibirlenen kimseyi de alçaltır) buyurulmuştur. Peygamberimiz (İbadetin lezzeti tevazudur), (Tevazu sahiplerini ne zaman görürseniz onlara karşı mütevazi olunuz. Kibirlilere karşı ise kibirli olunuz ki, alçaklıkları ve aşağılık oldukları meydana çıksın) buyurmuştur.
Paşa Hazretleri de (Tevazu fetheder Fettah bâbını) kelâm-ı kibarını sık sık tekrar ederdi. Yine Paşa Hazretleri (Ahlâk, tevazu, hürmet ve mahviyet sıfatlarının dördü bir vücutta tekmil olup muhabbet, ihlâs, edeb ve teslimiyeti hâsıl ederse, rûhda kemâl tekmil olmuştur. Bu insan (Âdil Sultan) olmuştur. Aranan saadet ve selâmet de budur) buyurmuştur.
TEVBE : Lügatta rücû' etmek, dönmek mânâsınadır. Şerîat ıstılâhı olarak kötü şeylerin irtikabından pişmanlık ve onları hayatta kaldıkça bir daha işlememeye azmetmek demektir. Hüdâ'nın hükmüne muhalefetten muvafakata dönmektir. Tevbe, tasavvufta yolun başı ve belki de giriş kapısıdır. Tevbe etmeden tarîkata girilemez. Kur'an-ı Kerim mü'minleri tevbe edip Hakk'a dönmeye davet eder. Tevbenin kurtuluş getireceği müjdelenmiştir. Allah'ın tevbe edicileri ve temizlenenleri sevdiği, âyetlerle bildirilmiştir. Tevbe edipte yaptıklarına pişman olan delikanlı, tevbe makamlarının en üstündedir. Böyle bir mü'minden üstün bir sevgili bulunmadığına dair birçok hadiste açık işaretler vardır. Hâlis ve samimi olan her tevbe makbuldür. Avamın tevbesi, ceza korkusuyla günahtan kaçılarak olur. Havassın tevbesi de sevap gayretiyledir. Yüksek derecelerdekilerin tevbesi ise, sadece emre riayet titizliğindendir.
Tevbenin şartları da şöyle sayılmıştır: Pişmanlık duymak, bir daha dönmemek azmiyle günahı terketmek, haksız alınan şeyleri sahiplerine iade (ki helâllaşmak) geçen farzları kazâ, nefsi tâatte eritmek ve ağlamaktır.
Bir kimse günahlardan kaçmayarak cehennemden korkarım dese yalancıdır, amel etmeyerek cenneti isterim dese yalancıdır, sünnet işlemeyerek Peygamberi severim dese gene yalancıdır. Cenâb-ı Hak indinde tevbekâr sayılmaz. (Cenâb-ı Hak, ziyade tevbe edenleri sever) âyeti ile (Tevbe eden kimse Allah indinde şehit gibidir. Günaha israr ettiği halde istiğfar eden kimse Rabbisiyle eğlenmiş gibidir) hadîs-i şerîfi, tevbeye teşvik ve tevbe ölçüleridir.
Tevbe, başlangıçtaki pişmanlık ve rücû', bu rücû' ile tarîkata girmeye inabe, tarîkatı ikmal etmeye de evbe denilir. Tevbe Cenâb-ı Hak'dan korkanlar için, inabe Cenâb-ı Hak'dan inâbe edenler için, tevbe ise Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine uyanlar içindir.
(Hz. Ebubekir Efendimiz, "namazın kabulü secde-i sehiv yapmakla olur" buyurmuştur. Şu zamanda, her namazda sehiv secdesi yapmak mümkün olmayacağından, bizim her namazın sonunda söylediğimiz beşer istiğfar da namazın kabulüne vesiledir İnşallah) buyurmuştur, Dede Paşa Hazretleri.
TEVEKKÜL : Hakk'a güvenmek ve işleri ona havale etmektir. Meşru sebeplere (esbabına) başvurduktan sonra işin olurunu Allah'dan beklemektir. İnsanların gücünün yetmediği işleri Allah'a havale edip keder ve üzüntüyü bırakmaktır. Herhangi bir hâdisenin olması için sebeplerin gereğini yapmak kâfi değildir. Yaradan'ın dilemediği bir hadise hiçbir zaman meydana gelmez. Ayrıca, Allah'ın dilediği bir şeye de hiçbir kuvvet mâni olamaz. Ne var ki, Allah çok hadiseleri bir sebebe bağlamış, bir işin olmasına bazı sebepleri vasıta etmiştir. Tevekkül, bu vasıtaları, bu sebepleri yerine getirdikten sonra o hadisenin olmasını Allah'ın takdirine bırakmaktır. Devesini başıboş bırakan Sahâbiye Peygamberimiz "Deveni bağla, ondan sonra Allah'a tevekkül et" buyurmuştur.
Calinus Hakîm'in vefatından sonra cebinde şu sözler yazılı bulunmuştu: "Ahmakların ahmağı olan bulduğu (rasgele) şeyden karnını doldurur. Yediğin şey cismin içindir. İyilik yapan ölse de diri sayılır, kötülük yapan dünyada bulunsa da ölü sayılır. Kanaat dostluğu gizler, sabırla işler elde edilir, tedbirle az şeyler çoğalır. Fakat Allah'a tevekkülden daha faydalı bir şey görmedim."
Bir hadiste, "Kim ki halkın en kuvvetlisi olmayı isterse Allah'a tevekkül etsin", diğer bir hadiste, "Devemi bağlayayım mı yoksa Allah'a tevekkül mü edeyim?" diye soran bedeviye "Deveni bağla da tevekkül et" buyurmuştur. Bir ayette, (Allah'a tevekkül edene Allah yeter) buyurulmuştur. Tevekkül, itimat (Tevekkül, teslim ve tefviz olmak üzere birbirini tamamlayan ve birinden diğerine geçilen üç derecedir. İlki, yani tevekkül, Allah'a güvenmedir. İkincisi, nefsi ona teslim emek ve üçüncüsü de işleri ona havale etmektir ki bu da tefvizdir. Bu hâle göre, işin başı tevekkül, ortası teslim ve neticede de tefviz vardır.)
(Tevekkül, tedbir, teşebbüs ve hareket içinde her şeyi Allah'dan beklemektir.)
TEVESSÜL : Allah bu kâinatı ve bilhassa dünya ve onun üstündekileri çeşitli sebeplere bağlı ve muhtaç yaratmıştır. İnsan, rızka, su, hava, elbise, âlet, ilim, ibadet ve kitap ile peygambere ve onun vesilesiyle de Allah'a muhtaçtır. Her şeyi bir sebebe bağlayan Allahımız, hikmetlerini bu sebeplerle gösterdiği gibi, ihtiyaçlarımızı da sebeplere başvurduktan sonra lütfetmektedir. Tevekkül ise, sebeplere yapıştıktan sonra Allah'a güvenmekten ibarettir. Allah, bilinmeyi murad etmiş, nûrlarını yaradıp Habîbini halketmiş, O'nun dünyaya teşrifine Âdem ile Havva'yı ve diğer peygamberleri vesile kılmıştır. Risaletine Kur'ân'ı delil ve Cebrail ile mucizeleri sebep yapmış, insanların hidayetine şerîatı vesile yapmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın bilinip bulunmasına şerîatten ayrı olarak velâyet kemâlini vesile kılmış ve bu kemâle uyanları kemâle erdirmek için de velîlerini vesile kılmıştır. Âyetinde, (vesileye yapışınız) emrine uyanlar o vesile ile vâsıl olacaktır. Hadîs-i şerîfte ise "Siz benim câhımla tevessül ediniz" buyurulmuştur. Vesilelerin en büyüğü olan Sevgili Peygamberimizin câhına tevessül ediyoruz.
TEVFÎK : Lügat mânâsı uygun olma, rasgelme ve Allah'ın yardımıdır. Istılahda pekçok mânâsı vardır: Kulun işlerinin Hak rızasına uygun kılınması, vesilenin sebep olana uygunluğu, maksadın olması için sebeplerin hazırlanması, bir şeye ulaşmaya kulun istidat kazanması, kulun itaatına kudret verilmesi, kulu taate davet, isyan kapısının kapanması, hayır kapısının açılması, işlerde ko-laylık hâsıl olması gibi.
"Olsa tevfîkin refîk râhı selâmet gösterir"
TEVHÎD : Lügat mânâsı birleştirme, birliğine inanma, bir sayma ve Lâilâhe illallah tevhîd sözünü söyleme gibi mânâlar taşır. Bir ve benzersiz olan Allah'dan başka ilâh (tapacak) olmadığına inanmaktır. Tevhîdin üç mertebesi vardır: 1- Avâmın tevhîdi, Lâilahe illalah tevhîd kelimesini dil ile söyleyip mânâsına kâlben inanmaktır. Bu tevhîd ile açık şirkten kurtulup îmana girilir. 2- Hâl sahiplerinin tevhîdidir. Hakîkatların keşfi ile olur. Hâl sahipleri gizli ve açık bütün şirkten kurtulmuş olurlar. Mutmainne hâsıl olup îman sadra yerleşince, hakiki îman teşekkül edince tevhidin kemâli de hâsıl olur. 3- İlâhî tevhiddir ki Cenâb-ı Hakk'ın Vahidiyyet sırrının bütün incelik ve özellikleriyle bilinmesidir ki Habibi ile azın azı seçilmişlere mahsustur. Burada (işaretten başka ifade, sükûttan başka işaret yoktur) denilmiştir.
TE'VİL : Döndürmek, rücû' mânâsınadır. Müfessirlerce bir âyetin mânâsını bir şeye döndürüp ircâ ettirerek anlatmaktır. Bazan da kelimenin sırrın, maksadı olan mâ-nânın, söyleyenin kasdı belli olacak şekilde ifadeye çalışmaktır. Tefsir ile te'vil arasındaki fark ise, tefsir, âyetin nüzûlü sebebinden bahsederek lügat bakımından kelimenin bu sebebe uygun mânâlarını verir. Te'vil ise, âyetlerin sırları ile kelâm perdesini kaldırmaya çalışarak, âyetin mânâ ihtimallerinden birini tercih etmektir.
Rüyâ tâbirlerine de te'vil denilmesi, te'vilin bu özelliğinden gelir.
TÛL-İ EMEL : Emel, arzu ve istekler, ricâlar demektir. Meşrû hadler dahilinde arzu ve ricalar herhangi bir yasak hükmüne girmez. Yalnız tasavvuf erbabı, emeli beden ve nefsin istekleri, ricayı da kâlb ve rûhun dilekleri olarak ifade etmişlerdir. Bu sebeple de:
"Emeller avutup aldattı beni
Karanlık geceler uyuttu beni"
diye, istenen bir emelin başka bir emeli doğurmasını ve böylece zincirleme emellerin de hak ve hakîkatı örten bir karanlık gece uykusuna benzediğini ifade etmişlerdir. Tûl-i emel, bitmek tükenmek bilmeyen, biri yerine getirilmeden öbürleri sıraya giren arzulardır. Kanaat edip, kifaf-ı nefs edip bu dünya yolculuğunda mümkün olduğu kadar az eşya ve arzu ile yolculuğa çıkmak lâzımdır. Aksi halde, gaye olan menzile varmak, ağır beden, kafa ve gönül yükü ile imkânsız olur. Bunlar, emel sahibinin yolunu kesen nefis tuzakları olur, nefsi bile beden ve rûhla birlikte ezen yük olur. Yük taşımak ise merkeplere aittir.
Ucub (Kendini beğenme), hırs ve tamah (aç gözlülük) ile kibir ve mal, mevki sevgileri kâlbi istilâ edince nefis bu kötülükler ile vücudu dünya uykusuna yatırınca, tûl-i emelin zehirli meyvesi kendini gösterip sahibini hakîkat dışına atar. Kârun gibi mal, Firavun gibi mevkii, Nemrut gibi ucub ve Ebucehil gibi de küfür girdabına sürükler. Tûl-u emel (uzun emeller), hırs, tamah, tükenmez arzu ve olmayacak dilek ve hülyalara sürükleyip manen çürütür. Tûl-u emelin ilâcı, ölümdür. Ölümü hatırlamaktır. Emeli kısa, ricayı da uzun tutmak tasavvuf sahiplerinin tavsiyesidir. Hak yolda, bütün gayret ve mahviyetini kullananlara, Allah yolundaki ilerleyişte, en üstün dereceleri talebetmek, tasavvuf ehlinin yükselip kavuşma âletlerindendir.
TÜRÂB : Toprak demektir. Toprak maddeleri, bedeni meydana getiren maden ve cansız cisimlerdir. Buna eskiler (cemad) demişlerdir ki bu cansız maddelerin de zâhir ilmi ile bilinip beş duygu ile anlaşılamayan bir canı, rûhu olduğu ve bunların da yine -keşif sahibi olmayanlarca- idrak edilemeyen bir zikri bulunduğu şüphesizdir. Yer ve taşların Peygamberimize selâm verdiği, çakılların O'nun ve Sahabilerinin elinde zikrettiği pek çok sahih haberle bildirilen gerçeklerdendir. Âdem Aleyhisselamın bedeni, dünyanın her tarafından Cebrail Aleyhisselam tarafından alınan topraktan yaratılmış ve bu toprak maddelerinden yoğurulan balçığın (tın tın) edecek şekilde kurumasından sonra, Cenâb-ı Hakk'ın o kurumuş balçığa rûh ilkâsı ile insan hâsıl olmuştur. Rûh yüce âlemlerden, arş nûrundan, toprak da süflî âlem olan bu dünyadandır. Tasavvuftaki seyri sülûk iki yönlüdür. Biri ve ilki, rûhun kısımları olan kâlb, rûh, sır, hafi ve ahfa ile bunun üstündeki gayb âlemine ait maddeleri hakîkatine kavuşturmak üzere, gayb âlemin-deki asıllarına çıkarmaktır. Bu hâl velâyetin genel şeklidir. Bu çıkış insanları meleklerle aynı seviyeye çıkarmıştır. Ne var ki, insanları irşad edecek zâtın meleklerden üstün ve onların âmiri olmaları gereklidir ki melekler de neticede (insan) a hizmet etmekle mükelleftir. Semâları ve âlemleri aşarak aslına kavuşan rûh maddelerinden sonra topraktan olan nefs, su, hava, ateş ve toprağın da hakîkatına kavuşması ve zararlı ve noksan sıfatlarından kurtularak ilâhî sıfatlara ulaşması gerekmektedir. Birinci çıkışta bir yönü ile temizlenen nefsin de toprağa bağlı yönlerinin de ıslah ve temizlenmesi şarttır. Velâyetle hâsıl olan rûhani temizlikle (Ehlullah) olunmuş, ilâhî memuriyetin (irşad) dışındaki binlerce çeşidi bulunan ve şekli hakkında pek az bilgi kırıntısı verilen çok büyük bir bölümü tahakkuk etmiştir.
Peygamberlere mahsus olan rûhânî ve beşerî seyirlerin her ikisini de hâsıl eden ve çıkıştan sonra inişi, (uruc) dan sonra (nüzûl) u ifade eden ve meleklerden üstün olup -beşere mahsus olan- irşad için rûhun temizlenmesinden sonra geri dönüş olan seyrin de yapılması gerekmektedir. Mürşîdlere has olan bu seyir, su, hava, ateş ve toprağın da hakîkatı kabul edip yüksek ve ilâhî sıfatlara bürünmesidir. Bu dünyaya ait olan su, hava, ateş ve topraktan en sonra toprak maddesi asliyetine kavuşur ki (kulluk) yani (Abdiyet) makamı budur. Toprağı aslına ulaşan kimsenin bu temizliği kemâline ne kadar fazla kavuşmuşsa, o nisbette mahviyet hâsıl olur ki bu kimse en yüksek dereceli (Evliyâullah)dır. Mürşîdlerin ulusu, velîlerin de kutbu budur. Kendisinde en nadir güllerin biteceği toprak gibi mütevazi bir Allah kulu olmuştur. Nimetin her çeşidi burada bittiği gibi her çeşit yaradılışın da rahatlıkla dolaştığı saha bu tertemiz toprağın muhitidir.
Bilenler hemen teslim etmektedir ki, tevâzu âbidesi ve mahviyet okyanusu olan Dede Paşa Hazretleri, böyle bir temiz toprağın mâlikidir. Paşa Hazretleri:
- Yaradılış toprağı nereden alınmışsa, kabir orası olacaktır.
- Toprak ahlâka teşbihtir, toprak ahlâk olursa nimet tamam olur.
- "Toprak ol toprak ki gül bitsin sende"... buyurmuştur.
UCB : Kendini beğenmek demektir.
Tasavvufta, nefsani hastalıkların en kötüsü, kibir, gurur, hased, kin gibi kötü sıfatların başı ve azılısıdır. Nefs-i emmârenin Allah'ı tanımayan, hiçbir şeyin emir ve irâde-sine uymak istemeyen ve neticede Allah'a kafa tutup (Sen sensin, ben benim) dedirten sıfatı ucubdur. Halbuki, ucub sahibinin nefsi dahil, vücudu, ameli, mevkii, şekil ve kabiliyetinin tamamı Allah'ın yaratmasıyla olmuş ve kendine ait bir varlığı mülkü yoktur. Şekil ve sıfat Allah'ın yaratmasiyle meydana gelmiş ve yakında da aslına dönüp toprağa karışacaktır. Taaccüb edilecek, şaşılacak bu hâli ile kendini beğenip hayvandan aşağı bir seviyeye düşüşünü hâlâ anlayamayan inad nefse Allah imdad etsin.
Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz buyuruyor ki: "Üç şey insanı helâk eder: Bahillik (cimrilik), nefsine uymak ve ucub ve Günah işlemeseniz de sizin için günahtan fenâ olan şeyden korkarım, o da ucubdur."
Büyükler: (Ucub cahilliktir. İlâcı da ma'rifettir) demişlerdir.
ULÜ'L EBSAR : Basiret sahipleri demek olup Basiret maddesinde izah edilmiştir.
UŞŞÂK : Âşıklar demek olup Âşık'ın çoğuludur. Edebiyatta geçen uşşâk sözü, çoğunlukla mecazi âşıkları ifade eder. Âşık ise, mânevî ve ilâhî muhabbeti kâlbini kaplayan kimselerdir.
"Uşşâk-ı Hüdâ rü'yet-i dîdâra giderler"
UZLET : Yalnızlık demektir. Halktan ayrılıp tefekkür ve ibadetle uğraşmayı halvet ve uzlet müşterek tabirleriyle ifade ederler. Gayr olanların, mâsivâ yüklerinin sıkıntısından ve fitnesinden ayrılmak uzleti, bu niyetle tenha bir yere çekilmekte halveti ifade eder. Nakşî büyükleri (Cemiyette hayat vardır) diyerek, uzlet ve halveti bâtında başarıp zâhirlerini de halka vermişler ve bu üstün işe Halvet Der Encümen demişlerdir. Halvet Der Encümen hâli ile hallenen büyükler için (Ârif hem makamında, hem de onun dışındadır) vecizesi söylenmiştir.
ÜM : Ana, anne, valide demektir. Çoğulu analar mânâ-sına (Ümmehât)dır. Peygamberimizin pâk zevcelerinin hepsi mü'minlerin anneleridir. Ümmehât-ı nisvan, sahabe oldukları gibi, ahirette de Peygamberimizle aynı evde oturacak olan üstün ve temizler topluluğunun sıfatıdır. Peygamber efendimizin mübarek ve mukaddes rûhu da bütün rûhlarının anası denilmiştir.
Ümmü'l-Kitab'da kitabın anası, aslı orada mevcut olması, herşey orada kayıtlı bulunması dolayısıyla da Levh-i Mahfuz'a denilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in (müteşabih olmayan) (muhkem olan) âyetlerine de Ümmü'l-Kitap denildiği gibi, bütün sûrelerin aslı ve anası olmasından da Fatiha Sûresine de Ümmü'l-Kur'ân denilir.
Beldelerin (Şehirlerin ) anası mânâsı ile (Mekke-i Mükerreme) ye Ümmü'l-Bilâd veya Ümmü'l-Kura, Mısır'a Ümmü'd-dünya, kötülüklerin anası olması sebebinden de içkiye Ümmü'l-Habais denilmiştir.
Cemaat, kavim, taife ve bir dilde konuşan millet lügat mânâsına gelen (Ümmet) de, bir peygambere inanıp onun getirdiklerine uyan insan ve cinler topluluğuna tâbir edilmiştir.
ÜMMÎ : Anasından doğduğu gibi kalıp tahsil görmemiş, hiç kimseden ders almayıp mektep ve medresede okumamış kimsenin, okuyup yazması olmayanın sıfatı. Yalnız okumayı bilen yarı ümmî sayılmıştır.
Âlemlerin varlığıyla öğündüğü Hâtemü'l-Enbiyâ Hazretleri, hiçbir mektep ve kitaptan okumamış, insan ve cinlerin hiçbirisinden ders görmemiş olduğu halde, yani tam ümmî olduğu halde, evvel ve âhir, zâhir ve bâtın bütün ilimlerde bütün kemâliyle âlim bulunuyordu. Peygamberliğinin de büyük delillerinden olan bu ümmîlik, hiçbir yaradılmışa nasip olmayan bir ilâhî lütuf ve şereftir. Aşk âleminde Cenâb-ı Hakk'ın ilim sıfatından binlerce dünya yılı boyunca ve vasıtasız okumuştur. Bütün vehbî ilimler onun ilminden bir damla, manevî çağlayanların hepsi o uçsuz bucaksız okyanustan birer kadeh, o sonsuz güzelliklerden bir anın görüntüsüdür. Peygamberimizin en üstün vasıflarından olan beşeriyeti ümmîliği ve kulluğudur.
ÜSTAD VE ÜSTAZ : İlim ve sanatta âlim ve mâhir olan zâtlara denilir. İlimde mahâreti olana üstad, sanatta mahâreti olana da üstaz denildiği söylenmiştir. Mürşîde üstad denilmesi pek tabiidir.
ÜVEYS - ÜVEYSÎ : Veysel Karânî Hazretleri, Yemen'in Karn köyünden bir deve çobanı. Asr-ı saadet'te yaşadığı halde, Peygamberimizi ziyaret etmek için Medîne'ye gelmesine rağmen, annesinin beklemesine izni olmaması dolayısıyla görüşüp sahabe olamamış, Hz. Ali R.A.'nın rivayeti ile sabit olduğu gibi, tabiinin en büyüğü... "Rahmân'ın kokusunu Yemen tarafından alıyorum" buyuran Peygamberimizin Üveys'in ilâhî yakınlıklarını kastettiği tasavvuf kitaplarında kayıtlıdır.
Makam-ı Üveys, velâyette bir büyük makamın adıdır. Üveysî tabiri ile de, şeyhi vefat ettikten sonra onun rûhaniyetinden irşad edilen veya zâhirde hiç görüp tanımadığı halde, hayatta olsun olmasın bir mürşîd tarafından irşad edilen zâtların hâline denilmektedir. Şâhı Nakşîbendi Efendimizin Abdülhâlik Gücdevani hazretlerinden feyiz alması, Terzi Baba'nın bir mürşîde bağlı olmadığı halde Aliyyüsseptî hazretlerince irşadı bunun misalleridir. Paşa Hazretleri de Beşir Efendi Hazretlerinin vefatından sonra, Bayburt'taki kubbesinde baca gibi penceresi olan evindeki sülûkundan sonra hilâfete ulaştığını gayet dolaylı bir tarzda ve bir mürîde atfen anlatmıştır ki kendisi de Üveysîlerdendir.
Ayrıca Üveysî, Buharî ve Maruf irşad şekillerindendir.
VÂCİB - VÜCÛB - VÜCÛD : Lügatta lüzumlu, yapılması gerekli, bırakılması mümkün olmayan demektir. Zâruri olan da kastedilir. Fıkıhda, kat'i derecede bir delil ile sabit olmamakla beraber, kuvvetli delil ile sabit olan şeylere denilir. Vitir, Bayram namazları ve kurban kesmek gibi.. Yapılmaları sevap, terkedilmesi ise azaptır. Kelâm ıstılahında ise, yokluğu düşünülemeyen, varlığı zaruri ve kendinden olan demektir ve (kıyam bi nefsihi) olarak Allah'ın zâtına ait bir keyfiyettir. Vücudu mutlak ve kendiliğinden olan zâta (Vâcibû'l-vücûd) denilir.
İşte, hakiki vücud, Allah'a aittir. Varlık hakîkatta O'ndan ibarettir. Görünen ve bilinen herşey ondandır ve onun yaratmasiyledir. Buna kısaca (Vahdet), bu hâlin sekir erbabını istilâsına (Vahdet'i-vücûd), bu sekir hâlini geçipte Allah'ı bütün üstün şânı ile bilmekle birlikte, yaratı-lanların varlığını da yerli yerinde bilmeye (Vahde't-i şuhud) denilmiştir. Fenâ ve bekânın çiçekleri olarak birer hâl ifadesi olan ve seyri sülûkun konaklarında görülen bu halleri (Vahdeti vücud nazariyesi) gibi garplı ve maddeci ağzı ile söyleyenlerin (hâl) le ilgisi olmayan ve inkârcılara meyilli (kâl) ehli olduğu şüphesizdir.
VAKİT : Zaman, an, içinde bulunduğumuz, nefes alıp vermekte olduğumuz kısa zaman. Demek bahsinde temas edilmiştir. (Sofi vaktin oğludur) vecizesi ile, tasavvuf erbabının vakti değerlendirenlerden olduğuna işaret edilmiştir.
VAHY veya VAHİY : Cebrâil Aleyhisselâm aracılığı ile Peygambere lütfedilen ilâhî hitaplardır. Değişik şekillerde olduğu tarih ve siyer kitaplariyle kelâm kitaplarında çok uzun şekilde izah edilmiştir.
Evliyânın kâlbine ilham meleği vasitasiyle yapılan ilâhî lütuflara da vahiy denilmiştir. (Vahyi hâfi) veya (gönül vahyi) de denilen bu keşifler, başkalarına delil olmaz ise de, mürîdan ve tasavvuf erbabı ile sülûk ehline cezbedici bir hazînedir (ilham) veya (firâset) de denilen keyfiyetler bunlardır.
VÂRİD - VÂRİDAT : Bir kasıt ve gayret olmadan mürîdin kâlbine gelen manevi tecellîlere denilmiştir. Lügat mânâsı, gelen, erişen demektir. (Vird, vârid içindir) kâi-desine göre, virdine devam eden salike, bu virdin manevî lütfu olarak bir ilâhî lütuf doğacaktır ki buna varidat denilir. Kâlbe gelen varidat lisanı da açarsa, Sâlih Baba'da olduğu gibi, bilmediği sırları söyler, şiirlerle şerh ve izahlar yapar. İlim yoluyla olduğu gibi sohbet yoluyla da varidat neticesi aktarılabilir. Rüya ve keşifler de varidat olarak sayı-labilir.
Evrad maddesine bakınız.
VASL : Kavuşmak, birleşmek, âşıkın sevdiğine kavuşması demektir. Sofiye lisanında. Hakk'a kavuşmanın adıdır. Cenâb-ı Hak, bir şeyle birleşmek, ona hulûl etmek (içine girmek) gibi cisimlere ait fiillerden münezzeh, müberrâdır. Buradaki kavuşup birleşmeden maksat, keşif sahiplerinin basiretlerinden zulmânî perdelerin kaldırılarak yakınlık sırlarına vâkıf olmaları kastiyledir. Bu nurlarla keşiflerin hâsıl olması vasl sayılmıştır.
Vuslat ise, kavuşup buluşmanın adıdır. Kavuşmanın mutlaka olduğunu gösterir. Visal de vâsıl olma, kavuşma mânâsınadır.
VECD : Muhabbet sahibinin kâlbinde ilâhî heyecan anında doğan bir hâldir. Bu hâl fenânın başı ve ilâhî cezbenin öncüsüdür. Vecid hâli, hareket ve sekir hallerini, semai kuvvetle doğurup böyle vaziyetlere sahibini zorlayan önüne geçilmez bir yüksek heyecandır. Izdırapla ah çekip inlemek şeklinde olanı vezinli ve güzel sesle beyit söylenmediği veya sema ve raks yapılmadığı zaman hasıl olur. (Şeyh Cafer İbni Halevi anlatıyor: Hicaz yolunda Hz. Cüneyd'le beraberdik. Tûr'a çıkıp Hz. Musa'nın makamında durduk. O makamın heybeti bizi kapladı. Cüneyd'in işaretiyle beraberimizde bulunan sözcü bir beyt okudu ki, o beytin simaından Cüneyd tevacüd etti (vecde geldi). Biz de ona iştirak ettik. O tevacüdün şiddetinden yerde miyiz yahut göktemiyiz kendimizi bilmeyecek hale geldik. Yanımızda bulunanan kiliseden bir Papaz: Ey ümmet-i Muhammed, cevap veriniz, demişse de, iltifat edilmedi. İkinci nidası da cevapsız kaldı. Üçüncü nidasında, Mabudunuz hakkı için cevap veriniz sözüne birimiz cevap verdi. Sema nihayet bulduğunda, Papaz'ın cevap istediğini Cüneyd'e söyledik. Cüneyd'in istemesi üzerine papaz gelerek selâm verdi ve şeyhiniz hangisidir dedi. Biz de Cüneyd'i gösterdik. Dedi ki: Bu işlediğiniz şey ümmet-i Muhammed'in hepsine mi mahsus, yoksa bazısına mı ? Cüneyd dedi ki : Bazısına mahsustur. Papaz : Ne niyetle sema ediyorsunuz? Cüneyd de : Cenâb-ı Hakk'a reca ve muhabbetle halk-ı âlemi ervahda "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim" hita-bından hâsıl olan lezzeti bulmak niyetiyle sema ederiz, dedi. Papaz: Bu hitap nedir, dedi. Cüneyd'de, ezelî bir nidadır, buyurdu. Papaz: Ne niyetle sahva gelirsiniz, dedi. Cüneyd : Rabbimize icabet niyetiyle cevabını verdi. Papaz, Cüneyd'in elini tutup kelime-i şahadet getirdi ve îman eyledi. Papaz, îman ettikten sonra dedi ki: İncil'de de böyle yazılmıştır ki ümmeti Muhammed'in hasları Sema'da dünyevî garazlardan kesilirler...)
Ashâb ve Tabiînden bir çoğunun ağlayıp, bazısının bayıldığı ve bir kısmının da vecdden öldüğü kesin rivayetlerdendir. Ne varki, Nakşîler vecd ve semâı, tarîkatlarında kullanmamışlar fakat usulünce yapan diğer tarîkatlara da -pektabii- hürmet etmişlerdir.
VELED-İ KÂLB : Kâlbin çocuğu mânâsına gelir. Bir mürîdin zikri kâlbini çalıştırmaya başlayınca bu hâle veled-i kâlb denilmiş ve bu kâlb çocuğu kâlbin hakîkatinde büyüye büyüye neticede esrâra âşina olup Hakk'a yaklaşacak olan ve zikrin hakîkatını ifade eden bir hâldir. (Mürşîd-i Kâmil mürîde terbiyet memesinden günde bir defa süt verir. Manen bebek gibi olan mürit bu feyiz sütü ile büyüye büyüye mükellef olacaktır. Tarîkatta mükellefiyete ulaşınca, yani Fenâfillah olunca, bu mürit tarîkatta sorumlu olur ve kâlbi uyanır. O zamana kadar mürit çocuktur. Tarîkat ahvalindeki kabahati için ceza verilmez ve terbiyet beşiğinde sallanır. Çocuklara ait muameleye tâbi tutulur.
"Geldi yetişti nev bahar taze bitti bostanımız
Bülbül gibi şâm u seher arttı bizim efgânımız"
Dede Paşa Hazretlerinin sohbetlerinden.
VELÎ - VELÂYET : Evliyâ, Evliyâullah, Mürşîd, Şeyh, Kılavuz, Kâmil, Mükemmil, Ârif, Sofi ve Mutasavvıf tabirlerinde izahı yapılanların hepsi de velîdir, evliyâdır. Allah'ın dostu ve yardım ettiği memurudur. Genel anlamda, mü'minlerin tamamıdır ki Allah'ın yardımı bunlara erişmiştir. Özel anlamda ise, tevbe, inabe ve evbe ile Cenâb-ı Hakk'a yaklaşıp O'nun hitabına mazhar olarak O'nun ikramlarına nâil olmuş Allah'ı seven o O'nun tarafından da sevilen bahtiyârlar topluluğudur.
Cenâb-ı Hakk'ın kendi sûretinde yarattığı insandan murat velîlerdir. Velîlerin nihayetteki gayesi ve son tekâ-mülü de Mürşîdi Kâmildir.
(Kâmil insan Allah kokar, Allah tadı ve lezzeti verir, insanları kâmil insan kemâle ulaştırır. "Var mıdır dünyada bir can kâmil insandan leziz" diyen Sâlih Baba bu hakîkatı ne güzel ifade etmiştir.) Dede Paza Hazretlerinin sohbetlerinden.
VERÂ : Takvânın sonunda hâsıl olan ve âriflere mahsus bir yüce hâldir. (İttika) Allah'dan korkup çekinmenin kemâl hâlidir. Haram olup olmadığı hakkında tereddüd edilen şeylerden ve serbest olsa da yakışıksız hallerden çekinmek demektir. (Şüphe ve tereddütleri terketmek) şeklinde de tarif edilmiştir. İnsanın kendisine lüzumu olmayan ve fayda belirtmeyen işleri bırakması, islâmiyetinin güzelliklerindendir. Verâdan Allah korkusu hâsıl olur. Verâsı olmayan ise sonunda rezil olur.
VİRD : Mürîdin hergün tekrarladığı dersidir. Allah'ı satın alacak hazine bununla hâsıl olacaktır. Zikir ile aynı mânâya gelecek şekilde vird edinilenlere de vird tabir olunmaktadır. Vird ise aslında, zikir yapılanla birlikte ve ondan ayrı olarak, hergün tekrar edilen ve zikrin dışında emredilen âyet, salavât ve nâfile namazlardır. Vird, sünnete uygun ve şeyhin emridir.
Bizim kıldığımız Evvabin namazı ile Teheccüd namazı, namazlardan sonra söylediğimiz beşer adet istiğfar ve "Fa'lemennehu" diye başlayıp "Salâten Tuncinâ" ile biten duâmız ile varsa herkesin şahsına emredilen diğer (ders harici yapılanlar) hep virddir.
Evrad maddesinde de izahat vardır.
VUKÛF-U ADEDÎ : Nakşî tabirlerindendir. Zikir olarak yapılan virdin sayısına hâkim olup onu emredilenden fazla yapmamaktır. Müritlerde, Allah ismi celilini kaç adet emredilmişse o kadar yapıp bir adet olsun fazla yapmamaktır. Letâif çekenlere has olarak emredilen ve (21-301) ara-sında söylenen Kelime-i Tevhîdi bir tek nefeste (Haps-i nefs ile) yirmibir adet zikredip kâlbe tesirini duyurmaktır. Buna nefesi tutmak mânâsına (Haps-i nefs) denilmiştir. (Bazı keşt) de böyledir.
Her nefese âgâh olup, her nefeste alınıp verilen soluğu gafletle değil uyanıklıkla ve zikirle alıp vermek, nefesine vâkıf olmaktır. Nefsine âgâh olmak, nefesine âgâh olmanın sonucudur. Nefsini bilen ise Rabbini bilir.
VUKÛF-U KALBÎ : Kâlbe vâkıf olmak demektir. Her nefeste nefesine vâkıf olurken, aynı zamanda ve nefes hâkimiyeti ile birlikte kâlbe de nazar edip ona da vâkıf ve hâkim olmaya çalışmaktır. Vukufu kâlbî ile meşgul ola ola neticede kâlb çocuğunun rüşde ermesi mümkün olacaktır. Vukufu kâlbi ile, havatır ve mâsivâ kâlbden çıkarılıp bir daha da konulmamanın idmanı yapılacaktır. En üstün şekli, râbıtayı kâlbe oturtup öylece nefese ve kâlbe nazar ile vukuf yapmaktır.
VUKÛF-U ZAMANÎ : (Hûş der dem) (Zararlı işlerin en büyüğü vaktini israf etmektir.) Hükmünü hatırlatıp içinde olunan anı, zamanı yani bu demi yerli yerinde kullanmaktır. Her vaktin işini o vakit içinde yapmaya azmedip asla ihmale düşmemek lâzımdır. Gecesini sabahleyin, gündüzünü de geceleyin muhasebe ve muhakeme edip hataları ıslah ve Hakk'ı ihyâ etmek de zamana vukufun şartlarıdır.
Vukufu zamani ile gündüzünü oruçlu, gecesini de ibadetle geçirenlerin ecrinin çok üstünde ecir ve sür'atli yol alınır.
Böylece, vukûf-u adedî ile nefese, vukûf-u kâlbî ile gönüle, vukûf-u zamanî ile de zamana hâkim olunarak maneviyat füzesi harekete hazır olup yükselip ulaşmanın sayılarına başlanmış demektir.
YÂD-DÂŞT : Yine özel Nakşî tabirlerdindendir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri; (Zikir ve huzurun kâlbe yerleşmesine) Yâd-Dâşt buyuruyor ki (Veled-i kâlb) hâsıl olduktan sonraki hâldir. Yine Mektûbât'ta, (Yâd-Dâşt, isimler, sıfatlar, şu'ûn ve itibarlar araya girmeksizin hâsıl olan tecellî-i zâtidir ki daimidir) denilmektedir.
YÂD-KERD : Mektûbat'ta, (Yâd-gird, Cenâb-ı Hakk'a yönelmeye çalışmak) şeklinde tarif edilmiştir. Bunun başı nefesine vâkıf olup onu kontrol ettikten sonra kelime-i tevhîdi haps-i nefs ile zikretmektir.
YAKAZA : Uyanıklık demektir. Kâlb ve rûh uyanıklığı asıl murâdedilen uyanıklıkdır. Hz. Ali'nin : (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) hikmetli kelâmı bu uyanmanın gaflet erbabı için ancak ölüm sonunda olacağına işaret etmektedir. Peygamberimiz de : (Benim gözlerim uyur da kâlbim uyumaz) buyurarak kâlbin hiç uyumayacak bir yaradılışının da bulunduğunu bildirmektedir. Âgâh olma ve âgâhlık halleri de yakın mânâlar taşımaktadır.
İnsanlar gaflet uykusundadır. Onları bu uykudan uyandıracak bir uyanığa muhtaçtırlar.
YAKÎN : Zihnî ve kâlbî bir duygu ve bir itminan (gönül itimadı) hissidir. Bir şeye ilim gözü ile bakarak şüpheyi kaldırmak ve o şey üzerinde itminan sahibi olmaktır. Bütünün parçadan büyük ve on adedinin üç adedinden fazla olduğuna kanaat etmek bunun misali olabilir.
Yakîn üç kısımdır. İlme'l-yakîn, Ayne'l-yakîn ve Hakke'l-yakîn.
Hakke'l-yakîn maddesinde izahat verilmiştir.
ZÂHİD ve ZÜHD : Zühd, bir şeye karşı olan meyil ve alâkayı terketmektir. Sofiye, (Dünya ve ona bağlı olanlardan uzaklaşmak) şeklinde ifade etmişlerdir. (Âhiret rahatlığını isteyebilmek için, dünya rahatlığından geçmek) diyenlere de, dünya ile âhiretin her ikisi de sivâdır diyenler olmuş, buna karşı da, Allah Kur'an-ı Kerim'de (Ahireti isteyin, cenneti ve nimetlerini taleb edin) buyurduğundan, âhireti istemek sivâ olmaz demişlerdir. Ne var ki, zühdün aslı, gayesine bağlıdır. Allah için olan iş, Allah'la birliktedir.
Avâmın zühdü, haramı; havvasın zühdü zarûri ihtiyaçların dışındakileri; Ehassın zühdü de, Cenâb-ı Hak'dan meşgul eden herşeyi terketmektir.
Zühd sahibinin, zâhidin alâmeti ise şunlardır: Bulduğuna sevinmeyip kaybettiğine üzülmemek, metheden ile zemmedeni aynı görmek, Cenâb-ı Hakk'a yakınlık bulması sebebinden ibadetlerinden lezzet almak.
Şeyh Şiblî zâhidin birisine: (Bizim indimizde zühd yoktur. Zira, sineğin kanadına bile bedel olmayan dünyanın ne kıymeti var ki onun hakkında zühdedelim) buyurmuştur.
(Dünya, Hüdâ'dan gafil olmaktır.) Onun için gaflettir dünya ve mâsivâ olan. Gafleti olmayan, her şeyin şâhı ve mâliki olsa ona ziyan ulaşmaz.
ZÂHİR : Zuhur kökünden gelen ve görünen, baş gözü ile görünen, açıkta olan, sûret ve dış yüz mânâlarına kullanılan bir tâbirdir. Gözle görünüverene göre hüküm verenlere (Zâhiriyyûn) denilir. İşin iç ve özüne ulaşıp da gerçek sebep ve maksadı anlamaya uğraşmadan, hemen dış yüzdeki görüntülere göre hâdiseyi izaha çalışanlar zahiriyyundur. Halbuki (Ve'z-zâhir ve'l-bâtın) âyeti kerimesi ve benzerleri ile hadîs-i şerîflere göre, zâhir ile birlikte ve onun derûnunda bâtın da mevcuttur. Cenâb-ı Hak, bu âlemleri basit bir görünüşten ibaret yaratmamıştır. Görülen ve bilinenlerin içinde, onların bâtınında bir rivayete göre yetmiş, diğer bir rivayete göre de hadsiz hesapsız olan şekil, mânâ ve sırlar mevcuttur. Bunların tamamını Allah bilir..
Şerîatın kelime ile ifade edilen ve yazı ile tesbit edilmiş olan bünyesi içinde; nice gizli ve derin mânâ, sebep ve hikmetler mevcuttur. Hemen verilen bir hükümde de vaziyet böyledir. Kur'an'da "Akletmiyormusunuz", "Anlamıyormusunuz", "ibret almıyormusunuz", "İdrak etmiyormusunuz" diye zâhirde kalınmadan bâtına inilmesi, batne ve ilerisindeki esrâra eğilme lüzumu sık sık ihtar edilmiştir.
İşte bu sebepten, tarîkat âlemi, zâhirde, sûret ve şekilde kalınmadan iç mânâlara yönelip bu mânâ ve sırların sahibine doğru yürümenin vasıtasıdır...
ZÂT : Lügatta, aslı, kendisi, özü mânâlarına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiği kadarıyla vâkıf olduğumuz isim ve sıfatları dışında aslını, künhünü akılların idrak edemeyip, havsalanın tartmayacağı mukaddes ve benzersiz olan hakîkatın ve mutlak vücûdun adıdır. O'nun tek, eşsiz ve benzersiz olan zâtı bütün kemâl sıfatlarını toplamış olup bütün noksanlıklardan uzaktır. Bütün âlemleri yoktan var eden, kudret ve azametine nihayet olmayan, bizi ve bizim görüp göremediğimizi yaratıp yaşatan, öldürüp dirilten O'dur. Vücud, kıdem, bekâ, havâdise muhâlefet, kıyam, vahdaniyet gibi selbî ve hayat, ilim, irâde, kudret, semi', basar, kelâm ve tekvîn gibi sıfatı sübûtiyesi bulunan 99 güzel adı Rahmân, Rahîm.. Gibi sayılıp isim ve sıfatlarının tamamı kendince mâlum olan ve hiçbir yaratık tarafından kullanılamayan Allah ism-i a'zamı ile anılan yüce Hâlıkımızın bilinmeyen zâtı hakkında düşünmek de şerîatımızda yasaktır. Çünkü:
"İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez
Zirâ bu terazi bu kadar sıkleti çekmez."
ZEMÎME : Zemme lâyık olan, beğenme imkânı olmayan, kötü ve aşağılık olan demektir.
(Ahlâk-ı zemîme) olarak, tarîkat ve tasavvuf ehline yakışmayan fıtrat ve islâmın beğenmeyip düzeltilmesini istediği huy ve davranışlardır. Nefs-i emmârenin âlet ve yardımcıları bulunan, kemâlin zıddı ve zevâlin sebebi olan huylardır. Tasavvuf, bunların temizlenip güzelleştirilmesi ile memurdur. Peygamberimiz (Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim) buyurmuştur.
Nefsânî sıfatlardan temizlenip ilâhî sıfatlara bürünen insan Allah'a yaklaşabilir. Buna zâhir ve bâtının ıslâhı demişlerdir. Nefsin ayıplarından ve zemmedilen sıfatlarından içeriyi temizlemek ve faydalı ve lüzumlu olan sıfatlarla da süslemek sâlikin gâyesidir.
"Allahu Teâlâya kullarının en sevgilisi ahlâkça en güzel olanıdır" hadîs-i şerîfi iyi ahlâk için yeterli bir delildir. Peygamberimiz bir duasında: "Ya Rabbî ben senden sıhhat, âfiyet ve güzel ahlâk dilerim" diye ricada bulunmuş ve "Ahlâkınızı güzelleştiriniz" emrini vermiştir.
Ucub, kibir, hased, hırs, cimrilik, yalan, gıybet, riyâ ve gazap gibi en kötü huylar ve bunların benzerleri, düzeltilmesi gereken ahlâk-ı zemîmelerdendir.
Allah'dan imdad ve ıslâh olmamızı dileriz.
ZENGİNLİK : Gınâ ve dünya maddelerinde de izah edilmiştir. Zenginlik kâlb zenginliği, fakirlik ise kemâl noksanlığıdır.
İnsana lâyık olan, ihtiyaç nisbetinde dünyalığa çalışmak, ilâhî hazîneden zenginlik verilirse şükretmek, verilmezse sabretmektir. Cenâb-ı Hak herkese lâyıkını verir. Hadîs-i şerîfte "iyi adam için iyi mal ne iyidir" buyurulmuştur.
"Gönlünde Allah sevgisi olan, fakir olsa da saîddir (yüksek ve bahtiyar), o kimse ki Cenâb-ı Hakk'a muhabbet duymuyorsa, fakir olsada zengin olsada şakîdir (isyankâr)" vecîzesi ile asıl ölçüye işaret edilmiştir.
Bir başka ölçü de şudur: "Zengine tevâzû, fakîre de minnet etmemek yaraşır". Zenginin cimriliği, fakîrin müsrifliği de kötü hasletlerdendir. Kârun, Mûsâ aleyhisse-lâmın akrabası ve misilsiz bir zengin olduğu halde, pinti ve ahmaklığından Allah onu zekâtını vermediği pis malı ile yere batırmıştır. Ehl-i Beyt büyükleri de, dünyâya kıymet vermediklerinden kimseye muhtaç olmamışlardır.
Madde devri olan zamanımızda, maddeyi hakîkatın altına atıp, hakîkata vasıta kılıp altında ezilmemek lâ-zımdır. Bu devirde zengin olanın onu binit yapması, fakir olanın ise bulduğu ile yetinmesi, isyana düşmemesi gerekir.
ZEVK : Lezzet alma, tad duyma mânâsına, ilâhî tecellîlerin başlangıcı olup velîlerin kâlblerine verilen irfan nûru demektir. Bu nûr sebebiyle hak ve bâtıl arasını ayırırlar, derin ve gizli sırları açığa çıkarır, manevî hazineleri açar, gaybe ait ilimleri elde ederler. Bu zevkin yardımı ile ibadet ve kulluklarından lezzet alıp şevkleri ile yakınlıkları artar.
ZİKİR: Anmak, hatırlamak demektir. Allah'ın zikrini dil ve kâlbde devamlı olarak yapmak demektir. Sözünde, işinde ve hâlinde şerîata uygun olan kimse zikredici sayılır. Allah zikri ile devamlı olarak meşgul olma, bütün hayırlı işlerin en üstünüdür. Hiçbir kimse, zikre devam etmeden Allah'a ulaşamaz.
Kâlb beraber olmadan yalnız dil ile yapılan zikir bir kıymet ifade etmez.
Kâlb ile yapılan zikir ise hedefe çabucak ulaştırıcı bir sürat ve hassaya maliktir.
Zikrin efdalı, emredildiği şekilde ve tarzda yapılanıdır. Bir mürîd için aslında emrolunanın dışında zikir düşünülemez. Emirsiz zikirde ise, o esmanın nûru ve hakîkatı beraberinde bulunmadığından, manevî bir tesir hâsıl olmaz. Bazı zararlar yapan, muzır olanların şerri gibi hallere yakalananlar hep bu emirsiz ve başıboş yapılan zikirlerden hâsıl olmaktadır. İcazetli zikir ulaştırıcıdır, hiçbir tehlike de doğurmaz. Çünkü nûr olan yere muzır ve tehlike yaklaşamaz.
Avam ve gafilin zikri lisan ile, havassın zikri kâlb ile, ehassın zikri ise rûh ve sır iledir. Zâkir (zikreden) olmayan hâsir (hüsranda kalan) oldu, denilmiştir.
Zikir, başta Allah lafzı celâli ile veya "Lâ ilahe illallah" Kelime-i Tevhîdi ile yapılandır. Esmânın hepsi ile de yapılabilir. Tekrarında fayda vardır ki faydalı ve ulaştırıcı zikir, emredilen şekilde olanından ibarettir.
Allah zikri, tesbih, hamd, namaz ve Kur'an okumakla ilim tahsilinin hepsine şamildir. İbadetlerin hepsi zikir mefhûmuna dahildir. Her âzâ için bir zikir vardır ve yedi âzâ da ayrı ayrı zikredicidir. Her acize yardım, elin zikri; akrabayı ziyaret ayağın zikri, Allah korkusundan ağlamak ve Allah'ın kudretinin eserlerini ibretle seyretmek gözün zikri, Hakk'ı özlemek kâlbin zikri, Kur'an okumak ise lisanın zikridir.
Zikir yapmak, şerîata uymayı kolaylaştırdığı gibi nefsin isteklerini kırar ve gönül ile kâlbi açar. Zikir gafleti gideren ve kâlb temizliğini hâsıl eden tek vasıtadır. "Kâlbler ancak zikir ile itminana kavuşur" âyeti gereğince, muhabbet zikirle başlar ve onunla çoğalır. Zikir yapan ile zikredilen arasında bağ hâsıl olur. Bu bağ zevk ve sevgi verir. Sevgi itminana ulaştırır. Kâlbin itminanı ise saadetin kendisidir.
Paşa Hazretlerinin zikirin Allah tadı verdiğini mahlû-kata da tesir edip onların da -melekler gibi- zikir meclisine iştirak ederek nasiplerini aldıklarını beyan eden bir sohbetini nakletmek yerinde olacaktır:
- Hz. Pîr Bayburt'ta bir ihvanı sülûka koymuş. Malûm ya Bayburt kış memleketi. Evlerinin damı kubbemsi bir baca şeklinde. Bu bacadan başka pencere de yok. Mürîd zikrediyor. Bacadan bir bülbül gelip konuyor. Mürit zikrederken bülbül de başlıyor ötmeye. Akşama kadar bülbül şakıyor.. Sonra bacadan ayrılıp gidiyor. Benim sultanım, o neden? Zikrullahda bir lezzet var ki, o lezzet mahlûkatı da cezbediyor..
Bir ihvan soruyor:
- Kim bu sülûka konulan efendim?
Paşa bir an sükût edip bu soruyu duymamış gibi, bir şeyle meşgul iken Valide Hanım:
- Paşanın kendisidir, gurban...
Zikir, râbıta ile âhenkli olarak yapılmaya devam edilirse, bu hâl de iki kanat gibi çabucak ve tehlikesiz ulaştırıcı olur.
ZÜ'L-CENAHEYN : İki kanatlı demektir. Kuş nasıl iki kanadı olmadan uçamazsa, ilim ve marifet kanatlarının ikisine de mâlik olmayanlar gayb âleminin derinliklerinde uçamazlar. Zâhirî ilmi ikmal eden bir zât bâtınî ilimleri de tamamlayınca bu sırlar âlemini uçarak geçer, menziline varıp hizmetini yaptıktan sonra, Peygamber varisi olarak geri döner ve halkı irşad için onların arasına kadar iner ve bu hazîneler ilmini pırlanta gibi kelâm ve inci gibi yazılarla ifade eder. Tasavvufta eser veren, gayb âleminin esrârını gözler önüne seren büyükler bunlardır. Bizim silsileden Sâmi-il Erzincânî, Abdurrahman-ı Tagî, Seyyid Sıbgatullah, Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin tamamı ile ondan öncekilerinin pek çoğu bu iki kanatlı ankâlardır. Ne var ki, zâhir ilmi olmayan evliyâullaha da, ilmi ledün açıldıktan sonra, Cenâb-ı Hakk'ın ilim sıfatı hâl olduğundan, yeteri kadar zâhirî ilim de lüzumu anında himmet edilir.
ZULMET : Karanlık demektir. İslâm, cehâlet, zulüm ve ahlâksızlığın üzerine doğup onların karanlığını giderdiğinden, güneştir, zulmetin zıddı olan nûrdur. Tarîkat da, zâhir boşluk ve loşluklarını giderip gerçek ilme ve irfâna sebep olduğundan, nûr üstüne nûrdur. Bu nûra kavuşup da onunla dünyasını aydınlatmayanlar, nefsin zulmet deryâlarını geçip de cemâl devletine ulaşamazlar.
Cenâb-ı Hak,
Azamet-i Kibriyâsı hürmetine,
Binbir ism-i şerîfi hürmetine,
Habîb-i Edîbi hürmetine,
Habîbinin vârisleri hürmetine,
Zâhir ve bâtın Cedd-i Âlîleri hürmetine;
bizleri Habîbine bağışlayıp Cennet ve Cemâline kavuştursun,
korktuğumuzdan emîn, umduğumuza nâil etsin inşâallah...
Âmîn, âmîn elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn...
Fehmi KUYUMCU