Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz.

Bizi zem eyleyene rahmet eyle.

MUHABBETTEN MUHAMMED OLDU HÂSIL, MUHAMMEDSİZ MUHABBETTEN NE HASIL?

İSLAMIN LİDERİ YİNE TÜRKİYE OLACAK. BUGÜNKÜ MÜSLÜMANA BAKARSAN OLMAZ GÖRÜNÜR AMMA OLACAK BENİM SULTANIM.
                                                                                                                                                             MUSA BAŞTÜRK (DEDE PAŞA HZ.)             

 ‘’Yakın tarihte İslami bir hâkimiyet olacak, tüm yeryüzü İslam’a dönecek ve İslam’ın başkenti Türkiye olacak, bu topraklar olacak, reisi burası olacak.’’ Abdurrahim Reyhan Hz.


TASAVVUF
Yunus Emre derki,
Gel ey gardaş Hakk’ı bulayım dersen
Bir kâmil Mürşide varmazsan olmaz
Resul’ün cemalin göreyim dersen
Bir kâmil Mürşide varmazsan olmaz
Altın Hesaplama

Rabıta haktır.

Râbıta Nedir?

Râbıta kelimesi lügatte “İki şeyin birbirine bağlanması” demektir. Tasavvuf dilinde ise, mürşid ile mürid arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan mânevi bir bağdır. Bu bağ, Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerde bazen açık, bazen de zımnen işâret edilmiştir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” buyuruyor. (Tevbe: 119)

“Sâdıkîn”den murad “Mürşidûn” olduğu “Bahr-ül Hakâyık” tefsirinde beyan buyurulmuştur.

Allah-u Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiya olan bir Mürşid-i kâmil’in maiyyetinde bulunmalarını emir ve vâcip eylemiştir.

Allah-u Teâlâ’nın “Teklif-i mâlâ yutak” buyurmayacağı, yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğini bildiğimiz halde; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı hem de bildirmeyi temin etmiş demektir.

Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir kısmı da ruhânîdir ki, bunu Râbıta ile izah edebiliriz. Râbıtan’ın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi bulunacağından, muhabbet arttıkça Râbıtan’ın kuvveti de artar.

Bir Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyuruyor:

“İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın.” (Mâide: 2)

Kişi için her ne kadar maddî yardım gerekli ise de, mühim olan mânevî yardımlaşmadır. Zirâ birincisi fânî, ikincisi ise bâkîdir, devamlıdır

Bir Mürşid-i kâmil’in, Rabbi tarafından gönül deryasına akıtılan ilâhî feyzi; müridin kurumuş gönül bahçesine akıtıp, orada iman ağacının yeşermesine, dal-budak salmasına ve ibadet meyvelerini verip ebedî saâdete ulaşmasına vesile olmasından daha güzel bir yardım mı olur?

Râbıta, işte bu emr-i ilâhî’nin gereği bir yardımlaşmadır.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde de buyuruyor ki:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın.” (Mâide: 35)

Dikkat edilirse bu Âyet-i kerime’de takvânın yanında kurtuluş için bir de vesile şartı getirilmiştir. Bahsedilen vesileyi ulema, Mürşid-i kâmil olarak tefsir etmişlerdir. Çünkü Mürşid-i kâmil, devrinde Peygamber vârisidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize uymayanların kurtuluşu mümkün olmayacağı gibi, vârisine uymayanların da kurtuluşu zordur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Allah’ın öyle velî kulları vardır ki, onların gönülleri ilâhî râhmet deryâlarıdır.” buyurmuştur.

Bu Hadîs-i şerif’ten şu mânâ çıkıyor ki;

“Velî kulların gönüllerinde deryâlar halinde bulunan ilâhî rahmetten, mânevi bir yol bularak kendi kalbinize akıtınız.”

Bu mânevî feyz ve rahmetin akışı Râbıta’dır.

Abdullah bin Mes’ud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah’ı hatırlamanın anahtarıdır. Onlar görüldüklerinde Allah zikrolunur.” (Câmiüs-sağîr: 2466)

Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Sizin satın alacağınız bellidir, ben size onu satarım.” buyurmuştur.

Bunun mânâsı; Siz ancak muhabbet ve teslimiyetiniz nisbetinde râbıta yapar, feyz alabilirsiniz. Ben de size ancak o nasibiniz kadarını veririm.

Çeşme akıyor, amma sen testini tutmuyorsun ki dolsun.

Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:

“Tarikat-ı âliye’de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evradın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve samimi muhabbetin de büyük tesiri bulunduğu erbâbına malum ve âşikârdır. Meşâyih-ı kiram’dan bazısı: ‘Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.’ sözüne ilâveten, feyze nail olmak için Mürşid-i kâmil’in nurlu nazarlarını da feyz ve terakkî vesilesi kabul etmişlerdir.” (30. Mektup)

“Bilindiği gibi, Râbıta’dan maksat feyz almaktır. Gerçek feyz kaynağı ise Cenâb-ı Hakk’tan başkası olmadığı şüphesizdir. Şu kadar var ki, Allah’ın Habib’i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri dahi Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfâtının tecellî mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-den feyz almak, Cenâb-ı Hakk’tan feyz almak demektir.

‘Allah’ın ve Resulullah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız.’

Şeklindeki peygamber emrine uyarak beşerî sıfatlardan çıkıp, arzulanan güzel ahlâk ile ahlâklananlar, yani tam bir fenâ duygusu ile Fenâfirresul ve daha doğrusu Fenâfillâh’ın üstün şerefine nâil bulunanların da râbıtası:

‘O’na yaklaşmaya yol arayın.’ (Mâide: 35)

Âyet-i kerime’siyle bütün müminlere emir ve ferman buyurulmuştur. (13. Mektup)

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise Râbıta hususunda şöyle buyuruyorlar:

“Kendini zorlamaksızın Râbıta’nın kendiliğinden hasıl olması, mürid ile şeyh arasında tam bir yakınlık olduğunun alâmetidir. Bu yakınlık faydalı olma ve istifade etmeye yarar. Yollar içinde Râbıta’dan daha çabuk kavuşturanı yoktur.

Ne büyük bir saâdettir ki, o kimseye bu nimeti ihsan ederler.

Hâce Ubeydullah Ahrar -kuddise sırruh- Hazretleri:

‘Râbıta, Hakk’ın zikrinden daha faydalıdır.’ buyurur.

Yani şeyhin hayali, mürid için zikirle meşgul olmaktan daha evlâdır. Çünkü müridin başlangıçta Allah-u Teâlâ ile tam bir yakınlığı yoktur. Bunun için zikir yolu ile çok fayda temin edemez.” (187. Mektup)

İmâm-ı Şârânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Nefehâtül-Kuds” kitabında zikrin âdâbını tarif ederken Râbıta, yani şeyhin şahsını tahayyül etmenin lüzumunu zikrin âdâbından saymıştır.

Allâme Seyyid Şerif Cürcânî Hazretleri dahi Şerh-i Mevâkıf’ın sonunda Râbıta’nın sıhhat-i zuhurunu ve müridin bu suretle feyz alabileceğini kaydederek hatırlatmıştır.

Şeyh Tâcüddîn Osmânî Hazretleri Tâciye adlı kitaplarında Cenâb-ı Hakk’a kavuşma sebeplerini zikrederken kâmil bir şeyhe kalbi raptetmeyi kavuşma sebeplerinin üçüncüsü olmak üzere gösterilmiştir.

Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretlerinden nakledildiğine göre, Tarikat-ı aliye’ye sâlik olanların evliyây-ı kiram ile Râbıta-ı kalbiye’de bulunmalarının lâzım geleceğini beyan etmişlerdir. (Risâle-i Es’adiyye)

Allah-u Teâlâ’ya âit olan ilâhî feyz Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryâsına gelir, oradan da zamanın mürşidinin deryasına gelir.

Ezelî taksimâta dâhil olanların, nasiplerini alabilmeleri için, o deryaya doğru kalplerini açık bulundurmaları lâzımdır. Su mütemadiyen akıyor, fakat sen testini çeşmeye tutmuyorsun. Testiyi çeşmeye tutmak demek, zikirden de, fikirden de her şeyden kesilip Râbıta’da durmak, kalbi o deryaya bağlamak demektir.

Her şeyden dikkatler kesilmek suretiyle gözler kapatılır. Baş hafif sağa çevrilir, gönül penceresi açılır ve oraya raptedilir. Böylece onbeş, yirmi dakika veya daha fazla beklenir. Mürşid-i kâmil’in nazarına ne zaman mazhar olunacağı belli olmaz. Her zaman hazır olmak lâzım ki, bir defa isabet ederse kalbi ihyâ eder. Mevlâ dilediği kadar verir. Sen de nasibini alır ve o nasiple yürürsün. Kendi başına senelerce katetmediğin mesafeyi bir anda aşırırlar. İç âlemin tamamen değişmiş olur. O feyz ve bereketle içindeki bakırı altına çevirirler. Eski, yepyeni olur. Bütün vücut nurlanır. Ne zaman tecelli edeceği belli olmadığı için, kalbini oraya yaslamak ve ihlâsla sadâkatle hep orayı beklemek gerekir.

Herşey sevgi ile kâimdir. Sevgi ve teslimiyet kişinin mânevi parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, mürebbinin nazar ve teveccühünü o nisbette kazanır. O sevgi sayesinde terbiye görür, o sevgi sayesinde terakki eder.

Mânevi terakkinin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün evliyâullah ittifak etmişlerdir.

Nitekim Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Şeriat infazından sonra en kestirme yol Râbıta ile alınır.”

Meselâ telefonla görüşebilmek için, karşılıklı iki kişinin bulunması gerekmektedir. Binaenaleyh deryâdan kalbe ilâhî feyzi çekmek için de iki kişinin olması lâzımdır.

Yol uzun, ömün kısa. Eğer Allah-u Teâlâ lütfederse aşı tutar ve böylece kestirmeden yol alınmış olur.

Râbıta itimat edilene yapılır. Çok yapan çok alır. Yapa yapa şeyhinin halini kendisine intikal ettirir. Bu itimat ve bu merbudiyet sebebiyle kimseye açılamayan kutular açılır. Bu sevgi sayesinde az çalışılır, çok yol katedilir. Aynı muhabbeti taşımayanlar çok çalışır az yol katederler.

Kişi bu sayede muhafaza da edilir. Bu, onun tasavvuru haricinde bir muhafazadır. Mânevi imtihanları da, zamanında doldurdukları için kolayca aşar.

 

Râbıta Kime Yapılır?

1. Hazret-i Allah ile iftihar edenlere yapılır. Zira onlar Hakk’ta fânî olmuştur. Varlığından bir eser kalmamıştır.

Nefsi ile iftihar edenlere gelince; o doğrudan doğruya kendini putlaştırmıştır, râbıta edenler nefis putuna râbıta eder. Bu, bu kadar hassas ve ince bir mevzudur ve fakat bilinmiyor.

Âyet-i kerime’de:

“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruluyor. (Tevbe: 119)

Bu sâdıklar kimdir?

“Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)

Allah-u Teâlâ’ya vâsıl olanlar sıddıkiyet makamına alınırlar.

Râbıta yalnız bunlara yapılır, başkasına değil. Onlar dünyâda nâdirdir.

2. Yalnız ve yalnız kendisini bir maskeden ibaret olduğunu bilene ve görene Râbıta yapılır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“İlmi ile amil olan âlimin yüzüne bakmak ibadet makamına kâim olur.” (Münâvî)

Çünkü o bir maskeden ibarettir. Onun içinde gerçekten Hakk vardır. Onun içindir ki, ona nazar eden, tecelliyat-ı ilâhî’ye mazhar olur.

3. Vücudu da bir elbiseden ibaret olduğunu bilen ve görene Râbıta yapılır. Bunlar Hazret-i Allah ile bakar ve bunları görür.

Hani Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurmuyor mu?

“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)

İşte Allah-u Teâlâ’nın içte olduğunu gören ve bilen yalnız bunlardır. Bu sırra yalnız bunlar mazhardır. Râbıta ancak bunlara yapılır, başkasına şâmil değildir. Bu surette Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak için köprü mesabesindedir, bir vasıtadır, hem de en mühim bir vasıtadır. Nasipdar olanlar oradan alırlar..

Bunlar “El-fakru fahrî”nin sırrına erenlerdir. Allah-u Teâlâ’nın ihsan ve ikram ettiği sonsuz nimetlerin karşısında, bir zerrenin dahi idrâkinden âciz olduğunu bilirler. Amma o görüyor da âciz düştüğünü biliyor. Hem biliyor, hem görüyor.

İşte Râbıta yapan, bu içindekine yapmış olur. Râbıta’ya mezun olanlar da ancak bunlardır. Neden? Çünkü o, kendi varlığını var olan Hazret-i Allah’ta ifnâ etmiş. Zira gerçek mürşid Hazret-i Allah’tır.

İtiraz edenler bu Âyet-i kerime’lerin, bu Hadis-i şerif’lerin tecelliyatından mahrum kaldıkları için, bilmeyerek itiraz ediyorlar. Amma bu itirazları ile gerçekten câhil olduklarını ortaya koyuyorlar.

Kalbini Allah-u Teâlâ’nın dostuna raptetmek emr-i ilâhî olduğu halde, bu emr-i ilâhî’yi inkâr edenlerin ellerinde ne gibi deliller var?

Dilinizi göstereceğinize delil gösterin!

Zira bunların dilini, önlerine sürdüğümüz Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle kesmiş oluyorum.

Kâbe-i Muazzama’ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul etmiyorsun da, Râbıta’dan murad olunan: “Sâdıklarla beraber olunuz!” emr-i ilâhî’sini neden şirk kabul ediyorsun? Halbuki o da Allah-u Teâlâ’nın emri, bu da Allah-u Teâlâ’nın emri.

İnsan-ı kâmil bir perdeden, bir maskeden ibarettir. Kâbe-i muazzama’da ne ki varsa İnsan-ı kâmil’de hepsi mevcuttur. Onda öyle bir bina var ki, onu O yarattı. Onun özünde Hakk var.

Kâbe-i muazzama’da Hacer-ül esved, Kâbe-i muazzama’da Altınoluk var. Fakat Allah-u Teâlâ ona öyle bir oluk ihsan buyuruyor ki, feyz deryâsından Resulullah Alayhisselâm’ın deryâsına gelir. Kâinat da o derdyâdan alır, o Altınoluk’tan alır. Yani ona yönelen Hakk’a yönelmiş olur. Ondan aldığı feyz, feyz-i ilâhî’dir. Allah-u Teâlâ’dan Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden ona, ondan O alınmakla feyz-i ilâhî olur.

O gördüğün insan-ı kâmil bir maskeden, bir resimden ibarettir. İçinde yalnız ve yalnız O olduğunu hem bilir hem görür.

Gören yalnız bunlardır. Onun içinde yalnız O olduğu için, O Kâbetullah oldu. İşte Râbıta ancak Kâbetullah’a yapılır.

Kâbe-i muazzama’nın yapılması için Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’a emretti ve bütün ruhların dâvet edilmesi emrolundu. Bu dâvet kıyamete kadar devam eder, umuma şâmildir.

İbrahim Aleyhisselâm’a yapımını ve dâvetini emreden Allah-u Teâlâ, sâdıklarla olmayı emreden de yine Allah-u Teâlâ’dır.

Nasipdar ettiği kimseler o vâsıta ile tekâmül eder. Aynı zamanda “Kalbül-mümin arşur-rahman” olduğu için; Allah-u Teâlâ’nın ihsan ve tevdî ettiği emâneti, ezelî nasibini, Râbıta ve muhabbet sayesinde almış olur.

Bütün kâinâta taksimat maddî arş’dan gelir. Mânevî bütün taksimat da, mânevî arş’dan gelir. Bu da İnsan-ı kâmil’dir. Onun içindir ki Allah-u Teâlâ taksim etmişse nasibdar olanlar nasibini oradan alırlar.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:

“Ey iman edenler! Sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki, felâha erebilesiniz.” buyuruyor. (Âl-i imran: 200)

Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Bu Âyet-i kerime’yi bu mânâya kullanırsam, zâhir âlimleri tarafından hatalı görülmemeliyim. Çünkü;

“Kur’an’ın bir zâhiri bir de bâtını vardır. Bâtını da yedi dereceye kadar gider.”

Gibi Hadis-i şerif’ler tefsir dairesini genişletmişlerdir.” (45. Mektup)

 

Nefsini İlâh Edinenler Ve Onlara Râbıta Yapanlar:

Cenâb-ı Hakk’ı görmeyen, bilmeyen, mâsiyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselerdir. Râbıta yapan onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbudiyetini kurar. Bu böyledir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.

Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)

Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil!

Bunlar ancak sun’î mutasavvıflardır. Gerçekten, hakikatten mahrumdurlar. Bütün işleri zandan ibarettir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)

Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen yol kesici mukallid mürşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar.

Ahkâma ters düşen haller zuhur ediyorsa o mürşid mukalliddir, sahtedir.

Mukallid kendisini ona benzetiyorsa da o boyaya boyanmamıştır. Şeytanın boyasına boyanmıştır. Birisi Hakk’ın boyasına boyanmıştır, diğeri şeytanın boyasına. Birisinin işi Hakk iledir, birisinin işi halk iledir. Hakk ile olan halka muhtaç değildir. Halk ile olan halka muhtaçtır. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler. Zira onlar sahtedirler.



 “Bahr-ül Hakâyık” tefsiri




 

Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam28
Toplam Ziyaret221943
Hava Durumu
Takvim
Site Haritası